For English: random-thoughts.md
$50.000
- İlginç kuş türlerini anlatan boyama ve hikaye kitapları çıkarmak.
$100.000
- Oakland'dan ayrılırken sattığım Subaru Outback'imi geri almak ve motorunu yenilemek.
$250.000
- Sevdiğim kitapların radyo tiyatrosu formatında sesli dizilerini yapıp Afrika Radyo'da yayınlamak.
$500.000
- Afrika Radyo'yu FM olarak hizmete açmak.
$1.000.000
- Melek yatırımcı olarak teknoloji projelerine yatırım yapmak.
- Devasa boyutlarda güvercin, turna ve keklik heykelleri yaptırıp uygun parkların ortasına yerleştirmek.
$2.000.000
- İçinde kütüphanesi ve müzesi de olan kapsamlı bir kuş gözlemevi açmak ve burada kuşlar üzerine araştırmaları teşvik etmek.
- Toplumun geçirdiği değişimden kuşların nasıl etkilendiğine dair farkındalık oluşturan yayınlar çıkarmak.
$5.000.000
- Tamamen kendi ilgimi çeken konular üzerine odaklanan, lise ve üniversiteyi birleştiren bir eğitim enstitüsü kurmak. Bu konular şunlar; yapay zeka / derin öğrenme, uzay, edebiyat, şiir, bağlama, fotoğraf ve film.
(Filmin Fragmanı | IMDB)
Son çalıştığım şirketteki patronumdan (kendisi aynı zamanda Star Trek'in bilimkurgu danışmanıydı) öğrendiğim yegane bilgi, teknolojinin amacının aslında teknolojiyi hayatın dışına itmek olduğuydu. Yani en iyi teknoloji, gözle görülmeyeni, ekransız olanı, elle tutmaya gerek kalmayanı, neredeyse varlığından dahi haberimizin olmayanı.
Semih Kaplanoğlu'nun yeni filmi bilimkurgu yönüyle bu nedenle çok iyi. Siyah beyaz bir defa; yani seyirciyi güzel renklerle ya da afilli teknolojik oyuncaklarla çocuk gibi oyalamak yerine gerçek bir hikaye anlatmayı tercih etmişler. Semih Kaplanoğlu'nun önceki filmlerine bakacak olursak, sadelikten yana, muazzam bir hikayeci olduğunu görüyoruz.
Filmin ekibinin çoğu -oyuncular da- İsveç ve Fransız, yönetmen, yazarlar ve post-produksiyoncular Türkiye'den. İlk gösterimi de Saraybosna Film Festivalinde yapılacakmış. Şahsen büyük bi heyecanla bekliyorum bu filmi, beklentim çok yüksek.
sırtımızda 20 kiloluk çanta, 12 saat boyunca durmadan afrika'daki en yüksek ikinci zirve olan toubkal dağının basecamp'ine yürüdük. şansımıza fırtına çıktı, gece yarısına kadar çadırımızı korumak için etraftan iri taşlar toplayıp duvar örmeye çalıştık. ertesi gün fırtına iyice şiddetlendi, hem doğayla hem de kendi psikolojimizle savaşarak güçlükle zirveye çıktık, hayatımızdaki en mutlu anlardan biriydi herhalde. bi sincapın ağzından ton balık 🐟 kutusunu bir saniye bile düşünmeden çalıp iştahla yedik.
bu deneyimin benim için en değerli yanı, tabiatın insanla konuştuğu dili ilk kez bu kadar net bir şekilde duymuş olmaktı. yaşadığımız fiziksel ve psikolojik güçlükler doğanın canlıları yönlendirmek için kullandığı dilin ta kendisiydi. bu dili anlayan ve yorumlayabilen ustaların ne kadar nadir olduklarını farkettim, yani hem buddha'nın hem celaleddin rumi'nin fiziksel acıların doğadan gelen mesajlar olduğunu söylemesi, peygamberlerin mesaj almak için dağlara çıkması tesadüf değildi. doğa bize hayatta kalmak adına nasıl bir yön izlememiz gerektiğini öğretti.
aylar sonra ankara'da kitapçıları gezerken alıp okuduğum "hayvanlardan tanrılara sapiens" kitabı, toubkal'da yaşadığım deneyimden çıkardığım sonuçları biraz daha eleyip dokumamı ve kafamda netleştirmemi sağladı. genelde çok satan kitaplara mesafeli yaklaşırım ama bu kitap çok iyi, herkese tavsiye ederim.
6 saatlik El Hosima - Fez mesafesi, dağ yolundan otostopla üç gün sürdü. Bazı köylerde günboyu saatlerce beklediğimiz oldu, genellikle yol kenarında karşılaştığımız çocuklarla arapça pratik yaparak, varsa top oynayarak, yoksa yanımızdaki bisiklet hoparlöründen rap dinleyerek zaman geçirdik.
İnsanlar epey arkadaş canlısıydı, mesela yaklaşık 6-7 saat araç beklediğimiz bir dağ köyünde, köylüler yol kenarında bir ağacın altına halı serip bizimle birlikte öğle yemeği yedi :)
Zaman hiç alışık olmadığım kadar yavaş bir hızla ama eşi benzeri olmayan bir lezzette akıyordu. Dış dünyadaki olağanüstü durağanlık, iç dünyamda, kalbim ve aklımda yani, rio karnavalı olarak tabir edebileceğim bi şölene dönüşmüştü, not defterim düşüncelerle, fikirlerle, çizimlerle doldu taştı.
Bahsettiğim otostop yolculuğu sırasında fotoğraftaki iki kardeşle tanıştık, bizi yeni aldıkları motosikletle epey bir mesafe götürdüler, lakin dağ yolunun sarp yokuşları nedeniyle motor 4 kişiyi çekmekte epey zorlandı ve sürekli hararet yaptı.
Her hararetten sonra 15-20 dakika bekleyip tekrar yola devam ettik, birkaç kez inip başka bir araca binmeyi teklif etsek de kabul etmediler. En sonunda motoru daha uzun süre dinlendirmek için bir köy kahvesine gittik. Çay muhabbet derken birkaç saat geçti, ardından tekrar yola devam, motor bu kez hararet yapmadan gece 11 gibi yolumuzun ayrıldığı kasabaya ulaştırdı.
Kendilerini acemi gösteren heyecanla bir panzerin etrafında koşuşturan polislerin yanından geçip, çadır kurmak için kimsenin rahatsız etmeyeceği bir sokak aramaya başladık. Kasabanın meydanında büyük bir kalabalık toplanmıştı, o gün Fas'ta genel seçimler yapılıyormuş. Yağmur epey şiddetlendi, pek seçici davranmadan bir ara sokağa çadırımızı kurup uykuya daldık, ertesi sabah 4'te uyanarak yola devam ettik...
Bir sabah uyanacağız, etrafımızdaki herkes bizden daha genç yaşta olacaklar. Yeni çıkan bi şarkının muhteşem ahenginden bahsedecekler ama kulaklarımız pek iyi duyamayacak. Bir kitabın nasıl da ufuk açıcı, nasıl da ters köşeye yatırıcı yepyeni fikirlerle dolup taştığından sözedecekler ama gözlerimiz kitap okuyacak kadar iyi göremeyecek. Görseler de çabucak yorulacaklar. En korkuncu da, artık ne kendimizi geliştirmek için, ne de değişmek için fırsatımız olacak. İleriye baktığımızda ölüm göreceğiz. Dünyadan geçip gideceğiz ve bu geçişin en güzel döneminin, 20'li yaşların kıymetini çok iyi bilmeliyiz.
Bir yanda güneş batarken, diğer yanda ay beliriyor. Çöl, tabiatın müsade isteyip insanla gökyüzünü başbaşa bıraktığı yer. Etrafta ne bir karınca, ne de yaprak hışırtısı var. Karanlık çöküp ay yörüngesinde ilerlerken, rüzgar da şiddetlenmeye başlayıp kum taneciklerini tek tek istediği noktalara bırakıyor. Rüzgar, bu başyapıtın ardındaki sanatçının fırçası adeta; her akşam ortaya çıkıp gündoğumuna dek çölün her milimetre karesini, bütün kum tepelerini en ince detaylarına kadar geometrik oyunlarla nakış gibi işliyor. Rüzgarın şiddetli olmadığı bir kuytuya uyku tulumlarımızı serip yatıyoruz, üç gün iki gece buradayız, erzağımız elma, mandalina, soğan, domates, ekmek ve birkaç litre su.
Temmuz ayında yola çıkışımızdan beri sayısız eve misafir olduk, bunlardan bazılarında elektrik bağlı değildi. Bu da tek haneli bir köy evi, Türkiye'de bir yerde ama neresi olduğu mühim değil. Bu gözler Alaska'da plazma tv'den NBA maçı izleyen kızılderililerin köyünü de gördü ama anadoludaki köyler kadar güzeline ve zenginine rastlamadı.
Zenginlik zamana karşı cılızsa, ondan bir hayır gelmez. Son model elektronik cihazları alırsınız eve, üç beş yıllığına zenginsiniz. Ama bir evde öyle detaylar olur ki, sizi ömür boyu zengin kılar. O detayların bulunduğu yer kadar, gören gözler de zenginleşir.
Bu gezinin katkılarından biri, varlığın ve yokluğun manasına yaklaşmak oldu. Eskiden toplumdan farklı düşündüğümü sanıp esasında aynı formüllerle farklı sonuç çıkardığımı farkettim. Eskiden yokluk olduğunu sandığım şimdi gördüğüm varlıklar arasında kaybolan değersiz bir detaya bürünüyor, eskiden gözüme yaş tanecikleri konduracak bir görüntü, bugün gözlerime büyülü bir güzellik gibi geliyor.
Dünyaya kalıcı güzelliklerini gösterdiği için şükürler olsun.
Tanışacağın herkes senin bilmediğin birşeyi bilir. — Bill Nye
Herkes -eğitimi, işi, parası, yaşı, dini inancı, hayata bakışı ne olursa olsun- senin bilmediğin en az birşeyi biliyor. İçindeki dünyanın bereketi, karşılaştığın, tanıştığın, birlikte yaşadığın insanlardan öğrendiklerine bağlı.
Herkesten yeni birşey öğrenebilirsin. İşin ilmi, doğru insana doğru soruları sormaktan, diyalogların süratini ve şiddetini düşürüp, ucunu açık bırakmaktan geçiyor. Bunu yaptın mı eğer, sade bir öğretmenden değil, bir esnaftan da, tır şoföründen de, sivil polisten de, siyasetçiden de, bir çobandan da hayat ve dünya hakkında birçok değerli bilgi alabilirsin.
Hayat sen plan yaparken başına gelenlerdir diye boşuna dememişler.
Isparta'da bir gün otururken dedemi görmeye Fethiye'ye yola çıktık sırt çantamıza üç tane tişört bir iki çorap atarak. Fethiye'de birden bastıran can sıkıntısıyla, Ankara'ya, oradan trenle Kars'a geldik. Ve bu sabah Kars - Tiflis otobüsüne binip Gürcistan'a doğru yola çıktık. Amacımız hem Nova biten vizesini yenilesin, hem de Kars'a kadar gelmişken, Gürcistan'ı da görmeden gitmeyelim. .
Otobüsten indik, sınır kapısından geçeceğiz. Benim işlemler çabucak yapıldı, ama Nova Gürcistan sınırını vize problemi nedeniyle geçemedi. Bizim polisler eğer Nova'nın çıkışını yapsa, Nova hem Gürcistan'a giremeyecek, hem de Türkiye'ye geri almayacaklar. Sınır kapısında kalacak garibim. Bu arada ben de sınırı geçtim Gürcistan'a girmiş görünüyorum. 5 Dakika falan Gürcistan tarafında Türkçe bilen Gürcü polisle mubabbet edip tekrar Türkiye'ye geri dönerek belki de dünyanın en kısa uluslararası seyahatini gerçekleştirmiş oldum..
Sınır kapısında polisler sağolsun Nova'yı ülkeden çıkış yaptırmadı. Hatta bize bir bilgisayar verip, araştırma yapmamızı sağladılar. Güç bir duruma düşmüştük ve ne yapalım ne edelim derken zaten kafamızda dolaşan bir planı devreye koyduk, Türkgözü sınır kapısından 5-6 saat uzakta bir sınır kapısı olan İran'a gidelim dedik..
Tabii dağın başında, Türkgözü sınır kapısındayız. Biraz yürüyüp el ettik, Gürcistan'a benzin almaya giden bir yöre insanı hemen aldı bizi, köye kadar götürdü. Oradan bir kamyon geçiyordu, kasasında birkaç saatlik yolculuktan sonra Iğdır otobüsüne, oradan da Doğubeyazıt'a geldik..
Şimdi de İran sınırında, Doğubeyazıt'ta bir çay ocağında oturuyoruz. Beşiktaş'ın maçı varmış. Bir iki el tavla oynar herhalde otele gideriz. Gene de ne olacağı belli olmaz, iki adım öteye yola çıkıyorsun, iki adım daha gidivereyim derken, yol gittiğin yönün tersine kadar uzayıveriyor.