-
Notifications
You must be signed in to change notification settings - Fork 0
/
Copy pathoutput.jsonl
64 lines (64 loc) · 1010 KB
/
output.jsonl
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
21
22
23
24
25
26
27
28
29
30
31
32
33
34
35
36
37
38
39
40
41
42
43
44
45
46
47
48
49
50
51
52
53
54
55
56
57
58
59
60
61
62
63
64
{"prompt": "18 Mayıs 2018’de yürürlüğe giren ve İmar Kanunu Geçici 16. Maddede düzenlenen imar barışı, izin… GİRİŞ Ülkemizde de son yıllarda “Tiny House”lar farklı sebeplerle rağbet görüp kullanımı giderek yaygınlaşsa da,… Kapitalizmin dünyanın en ücra köşesine kadar ulaşmasıyla birlikte küçülen ve küreselleşen dünyamızda çok ciddi bir… İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız.", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/"}
{"prompt": "İçindekiler Bilindiği üzere gerek öğretide ve gerekse yargısal uygulamalarda ifade edildiği üzere ecrimisil, diğer bir deyişle haksız işgal tazminatı, zilyet olmayan malikin, malik olmayan kötüniyetli zilyetten isteyebileceği bir tazminattır. Fuzuli işgal tarafların karşılıklı birbirine uygun iradeleri ile kurduğu kira sözleşmesine benzetilemez ve niteliği itibarı ile haksız bir eylem sayılır. Haksız işgal nedeniyle oluşan zararın tazmin edilmek durumundadır.(08.03.1950 tarih 22/4 Sayılı İçtihatları Birleştirme Kararı) Yargıtay kararlarına göre bir başkasının taşınmazını haksız işgal, haksız eylem niteliğindedir(Y.HGK’nun 25.02.2004 gün ve 2004/1-120-96 sayılı kararı ). Ecrimisil, haksız işgal nedeniyle tazminat olarak nitelendirilen özel bir zarar giderim biçimi olması nedeniyle, en az kira geliri kadar tespit edilmelidir. Bu nedenle, haksız işgalden doğan normal kullanma sonucu eskime şeklinde oluşan olumlu zarar ile kullanmadan kaynaklanan olumlu zarara ilaveten, malik ya da zilyedin yoksun kaldığı fayda (olumsuz zarar), ecrimisilin kapsamını belirler. Kişilerin kamu idarelerine ait taşınmazları idarenin bilgisi ve izni olmadan kullanmalarının da ecrimisil gerektireceği tabiidir. Bununla birlikte, kamu idarelerinin işgali nedeniyle alınacak ecrimisilin tabi olacağı hukuki rejim açısından ikili bir ayrım söz konusudur. İdareye ait taşınmazların işgali bakımından da ikili bir ayrım yapmak gerekmektedir. 2886 sayılı Devlet İhale Kanunu’nun 75.maddesi kapsamında kalan idarelere ait taşınmazların işgali halinde, bu maddeye göre ecrimisil istenebilir. Buna uygulamada idari ecrimisil denilmektedir. Bu konu aşağıda açıklanacaktır. 2886 sayılı Kanun’un 75. maddesi kapsamında kalmayan idarelere ait taşınmazların işgali halinde ise bu idareler, özel hukuk hükümlerine göre ecrimisil talep ve dava edebileceklerdir ki buna da özel hukuk ecrimisili diyebiliriz. Bu taşınmazlar hakkında idare tarafından talep edilecek ecrimisil özel hukuk hükümlerine tabidir. Kişilerin Hazineye ait ya da Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki taşınmazlardan yararlanmaları ya genel yararlanma şeklinde ya da önceden izin almak suretiyle özel yararlanma usulleri çerçevesinde olur. Bir kişinin Hazine taşınmazından özel olarak yararlanması için idare ile ruhsat, sözleşme ya da imtiyaz yoluyla hukuken geçerli bir ilişki içinde olması gerekir. Diğer bir anlatımla, Hazine taşınmazından başkalarının yararlanmasını engeller biçimde özel olarak yararlanmak isteyen kişi bunun ücretini ödemek durumundadır. Buna karşılık Hazine taşınmazlarının veya 2886 sayılı Kanunun 75. maddesi kapsamında kalan taşınmazların, geçerli bir hukuki sebebe dayanılmaksızın işgali, idare hukuku anlamında ecrimisil alacağı doğmasına sebep olacaktır. Kamu hukukunda ecrimisil alacağını doğuran olay, Hazineye ait ya da Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki taşınmaz malların geçerli herhangi bir hukuki sebebe dayanmayan fuzuli işgalidir. Ecrimisil, hazineye ait ya da Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki taşınmazların idarenin izni dışında gerçek veya tüzel kişilerce işgal veya tasarruf edilmesi sebebiyle, idarenin bir zarara uğrayıp uğramadığına veya işgalcinin kusurlu olup olmadığına bakılmaksızın idarece talep edilen tazminat şeklinde tanımlanabilir. Danıştay kararlarında da işgal nedeniyle alınan bir tazminat olarak ifade edilmiştir.(Danıştay 10. Dairesinin 26.02.2020 tarih ve E:2016/7201, K:2020/876, 23.6.2020 tarih ve E:2016/7190, K:2020/2213 sayılı, 2. Dairesinin 11.01.2023 tarih ve E:2021/13327, K:2023/71 sayılı kararı) Bu çalışmanın amacı, Danıştay kararları ışığında hazineye ait ya da Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki taşınmazların, idarenin izni dışında gerçek veya tüzel kişilerce işgal veya tasarruf edilmesi sebebiyle düzenlenen idari ecrimisil ile ilgili temel hususları açıklamaktır. 2886 sayılı Devlet İhale Kanununun “Ecrimisil ve tahliye” başlıklı 75. maddesinde;“Devletin özel mülkiyetinde veya hüküm ve tasarrufu altında bulunan taşınmaz malları, özel bütçeli idarelerin mülkiyetinde bulunan taşınmaz mallar ve Vakıflar Genel Müdürlüğü ile idare ve temsil ettiği mazbut vakıflara ait taşınmaz malların, gerçek ve tüzelkişilerce işgali üzerine, fuzuli şagilden, bu Kanunun 9 uncu maddesindeki yerlerden sorulmak suretiyle, idareden taşınmaz ve değerleme konusunda işin ehli veya uzmanı üç kişiden oluşan komisyonca tespit tarihinden geriye doğru beş yılı geçmemek üzere tespit ve takdir edilecek ecrimisil istenir. Ecrimisil talep edilebilmesi için, idarelerin işgalden dolayı bir zarara uğramış olması gerekmez ve fuzuli şagilin kusuru aranmaz. Ecrimisile itiraz edilmemesi halinde yüzde yirmi, peşin ödenmesi halinde ise ayrıca yüzde onbeş indirim uygulanır. Ecrimisil fuzuli şagil tarafından rızaen ödenmez ise, 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun hükümlerine göre tahsil olunur. Kira sözleşmesinin bitim tarihinden itibaren, işgalin devam etmesi halinde, sözleşmede hüküm varsa ona göre hareket edilir. Aksi halde ecrimisil alınır…”hükmüne yer verilmiştir. Bu madde, idari ecrimisil istenilebilmesinin yasal dayanağını oluşturur. Bu maddenin Hazine taşınmazları açısından uygulaması iseHazine Taşınmazlarının İdaresi Hakkında Yönetmeliğin 85, 86 ve 87. maddelerinde düzenlenmiştir. Ayrıca Yönetmeliğin “İşgalin devamı” başlıklı 88.maddesinde“Fuzuli şagilin işgal veya tasarruf ettiği taşınmazdan tahliyesinin herhangi bir nedenle sağlanamamış olması, aynı taşınmazdan ikinci ve müteakip defa ecrimisil istenmesine engel teşkil etmez. Ecrimisilin tahsil edilmesi, taşınmazdaki kullanımın devamı hakkını vermez.”; “Tahliye” başlıklı 89. maddesinin 1. fıkrasında“Kiraya verilen, irtifak hakkı kurulan veya kullanma izni verilen taşınmazlardan süresi dolduğu hâlde tahliye edilmeyen, sözleşmesi feshedilen veya herhangi bir sözleşmeye dayanmaksızın fuzuli olarak işgal edilen Hazine taşınmazlarının tahliyesi; hasat sezonu, iş ve hizmetlerin mevsimlik faaliyet dönemi de dikkate alınarak İdarenin talebi üzerine, bulunduğu yer mülki amirince en geç onbeş gün içinde sağlanarak, taşınmaz İdarece görevlendirilecek memurlara boş olarak teslim edilir.”kuralına yer verilmiştir. Hazine Taşınmazlarının İdaresi Hakkında Yönetmeliğin 4. maddesine göre ecrimisil; Hazine taşınmazının, İdarenin izni dışında gerçek veya tüzel kişilerce işgal veya tasarruf edilmesi sebebiyle, İdarenin bir zarara uğrayıp uğramadığına veya işgalcinin kusurlu olup olmadığına bakılmaksızın İdarece talep edilen tazminatı ifade etmektedir. Burada “Hazine taşınmazı” ifadesi ile; Hazinenin özel mülkiyetindeki taşınmazlar (tapuda Hazine adına tescilli taşınmazlar) ile Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki taşınmazlar kastedilmektedir. Hazine Taşınmazlarının İdaresi Hakkında Yönetmeliğin 4. maddesine göre Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yer; Türk Medenî Kanunu ile diğer kanunlarda Devletin hüküm ve tasarrufu altında olduğu belirtilen yerlerdir. Kusurlu olup olmadığına bakılmaksızın, Hazine taşınmazının zilyetliğini, yetkili İdarenin izni dışında eline geçiren, elinde tutan veya her ne şekilde olursa olsun bu malı kullanan veya tasarrufunda bulunduran gerçek veya tüzel kişiler ise “fuzuli şagil” olarak adlandırılmaktadır. Hazine taşınmazlarının işgali halinde idarece ecrimisil talep edilmektedir. Hazine taşınmazları açısından idare; Merkezde Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığını (Millî Emlak Genel Müdürlüğü); illerde çevre, şehircilik ve iklim değişikliği il müdürlüğünü (millî emlak dairesi başkanlığı veya millî emlak müdürlüğü) ve ilçelerde millî emlak müdürlüğünü yoksa millî emlak şefliğini…” ifade etmektedir. Yukarıda aktarılan kanun ve yönetmelik hükümleri ile ecrimisil istenilmesine ve istenilecek kişiye ilişkin koşullar belirlenmiştir. Bu kapsamda; Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan taşınmaz malların işgali nedeniyle ecrimisil alınabileceği, Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan taşınmaz malı, rıza veya muvafakata dayanmaksızın kullanan kişinin kusuru bulunup bulunmadığına bakılmaksızın fuzuli şagil sayılacağı, Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan taşınmazların işgal edilmesi halinde ilgililerden bu işgal nedeniyle ecrimisil istenilmesinin idare için yasal bir zorunluluk olduğu, ancak işgalin devamı nedeniyle ecrimisil alınmasının, yukarıda sözü edilen Yasa ve Yönetmelik hükümleri uyarınca işgalin devamına meydan verilmeden yetkililerce yasal işlemlerin öncelikle yapılmasına engel teşkil etmeyeceği de kuşkusuzdur. Ecrimisil; Hazine taşınmazının, İdarenin izni dışında gerçek veya tüzel kişilerce işgal veya tasarruf edilmesi sebebiyle, İdarenin bir zarara uğrayıp uğramadığına veya işgalcinin kusurlu olup olmadığına bakılmaksızın İdarece talep edilen tazminatı ifade ettiğine göre ecrimisilin unsurlarını şu şekilde sayabiliriz: gereklidir. Buna karşılık taşınmazın işgalinde İdarenin bir zarara uğrayıp uğramadığına veya işgalcinin kusurlu olup olmadığına bakılmamaktadır. Konu ile ilgili yargı kararları şöyledir: Danıştay 10. Dairesinin 20.01.2000 tarih ve E:1998/7432, K:2000/266 sayılı kararında“…taşınmaz malların işgali nedeniyle ecrimisil alınabilmesi mümkün olduğundan, davacının su kaynağını kullanmak için yaptığı tesislerin işgal ettiği alan tespit edilerek bulunacak m2 miktarının esas alınması suretiyle ecrimisil istenilmesi gerekirken, suyun debisine göre ecrimisil tahakkuk ettirilmesinde hukuki isabet bulunmamaktadır…”gerekçesiyle Mahkeme kararını bozmuştur. Danıştay 10. Dairesinin 30.5.2017 tarih ve E:2016/6309, K:2017/2784 sayılı kararında“… Dava konusu uyuşmazlıkta, dava dosyasında her ne kadar davacı belediye adına tahsis yapıldığına dair bir işlem bulunmamakta ise de; davaya konu taşınmazın 1/1000 ölçekli 49L2D ve 49L3A Uygulama İmar Planında Belediye Sosyal Tesis Alanı olarak gösterildiği, davacı tarafından Belediye Sosyal Tesis Alanı olarak kullanılan alanın imar planında gösterilen kapsamda kullanıldığı görüldüğünden, davanın reddi yolunda verilen İdare Mahkemesi kararında hukuki isabet bulunmamaktadır…”gerekçesiyle Mahkeme kararını bozmuştur. Danıştay 10. Dairesinin 22.3.2018 tarih ve E:2017/3913, K:2018/1204 sayılı kararında“… Dava konusu uyuşmazlıkta, imar uygulamasına göre bedelsiz olarak kamuya terk edilen ve umumi hizmetlerin yerine getirilmesi amacıyla imar planında yeşil alan olarak ayrılan uyuşmazlık konusu taşınmazın, davalı belediyenin hüküm ve tasarrufuna bırakıldığı anlaşılmaktadır. 3194 sayılı Kanun’un, 11. maddesine göre imar planında meydan, yol, su yolu, park, yeşil saha, otopark, toplu taşıma istasyonu ve terminal olarak düzenlenen taşınmazların belediyeye terk edileceği, ayrıca 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 15. ve 2886 sayılı Kanun’un 75. maddelerine istinaden belediye taşınmazı olarak kabul edilen yerlerden de belediyece ecrimisil istenebileceğinden, davalı belediyenin, kamuya terk edilen ve planda gösterilen yeşil alan için ecrimisil talep etmesinde mevzuata aykırılık bulunmamaktadır…” gerekçesiyleBölge İdare Mahkemesi İdare Dava Dairesi kararını bozmuştur. Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulunun 15.5.2019 tarih ve E:2018/3000, K:2019/2335 sayılı kararında“…Dosyanın incelenmesinden, İ… adresinde bulunan, kamuya terkli 3050 m2’lik alanın davacı tarafından otopark ve sundurma olarak işgal edildiğinden bahisle düzenlenen ecrimisil düzeltme ihbarnamesinin iptali istemiyle bakılan davanın açıldığı anlaşılmaktadır. Davalı belediyece, imar planına göre bedelsiz olarak kamuya terk edilen taşınmazlardan, bunların belediyenin hüküm ve tasarrufuna bırakıldığı tarihten itibaren, ecrimisil istenebileceğinden aksi yöndeki gerekçeyle dava konusu işlemlerin iptali yolunda verilen kararda hukuki isabet bulunmamaktadır. Bu durumda, dava konusu taşınmaz için idarece takdir edilen ecrimisil bedelinin miktar olarak 2886 Sayılı Kanun’un 74. maddesi uyarınca çıkarılan yönetmelik ve tebliğlere uygun olup olmadığının belirlenmesi amacıyla, gerekirse mahallinde yapılacak keşif ve bilirkişi incelemesi sonucu düzenlenecek rapor dikkate alınarak ecrimisil bedelinin belirlenmesi ve İdare Mahkemesince buna göre yeniden bir karar verilmesi gerektiği sonucuna varılmaktadır. Bu itibarla, uyuşmazlığa konu taşınmazın mülkiyetinin davalı idareye ait olmadığından bahisle verilen işlemin iptali yolundaki ısrar kararında hukuki isabet bulunmamaktadır…”gerekçesiyle Mahkemenin ısrar kararını bozmuştur. Danıştay 10. Dairesinin 16.6.2020 tarih ve E:2016/7431, K:2020/2007 sayılı kararında“… Davacı yanında davaya müdahale talebinde bulunan Eskişehir Orman Bölge Müdürlüğü İşletme Şefliği tarafından, davalı idare tarafından 75 m²’lik kısmı baz istasyonu yapıldığından bahisle ecrimisil talep edilen Afyonkarahisar ili, Merkez ilçesi, Susuz Kasabası, Taşlıdere mevkiinde bulunan taşınmazın, 21/12/2004 tarih ve 867 Sayılı Bakan ‘Olur’ ile kullanım izni verilen alanda kaldığı, taşınmazın bulunduğu Susuz Kasabasında tapu kadastro çalışmalarının yapıldığı ancak orman kadastro çalışmalarının henüz yapılmadığı, taşınmazın K25a18c numaralı kadastro paftasında kaldığı ve tapulama harici olduğu, taşınmazın amenajman planı, memleket haritası ve hava fotoğraflarında orman olarak göründüğü ve fiili durumunun da orman olduğu belirtilmektedir. Bu itibarla, 6831 Sayılı Orman Kanunu’nun17.maddesi uyarınca kullanılmasında kamu yararı ve zorunluluk bulunması nedeniyle 21/12/2004 tarih ve 867 Sayılı Çevre ve Orman Bakan Olur’u ile kullanım izni verilen dava konusu orman arazisi üzerinde davacının baz istasyonu kurmasına izin verildiği ve bu izne dayanılarak taşınmazın davacı tarafından kullanıldığı, yetkili idarenin izni dahilindeki kullanım nedeniyle davacının fuzuli şagil olarak kabul edilmesinin mümkün olmadığı açık olup, davacıdan ecrimisil istenilmesine ilişkin işlemde hukuka uyarlık bulunmadığı gerekçesiyle dava konusu işlemin iptaline karar verilmesi gerekirken davanın reddi yolunda verilen mahkeme kararında hukuki isabet görülmemiştir…”gerekçesiyle Mahkeme kararını bozmuştur. Danıştay 2. Dairesinin 28.4.2021 tarih ve E:2021/744, K:2021/1637 sayılı kararında“… Dava dosyasının incelenmesinden; idare elemanları tarafından imzalanan 02/03/2010 tarihli tespit tutanağında taşınmazın etrafının tel örgü çekilmek suretiyle işgal edildiğinin belirtildiği, bilirkişilerce keşif sırasında taşınmazın uzun yıllardan beri üzerinde herhangi bir ekip-biçme dahil hiç bir işlem yapılmadığı, boş arsa şeklinde olduğunun görüldüğü, idare tarafından tutulan tespit tutanağında etrafının çit ile çevrili olmasının dışında davacı tarafından ne şekilde kullanıldığı, ne fayda ve gelir elde ettiğinin belirlenmediği, keşif sırasında da tel örgünün mevcut olduğu, ancak taşınmazdan herhangi bir yarar ve menfaat sağlanmadığı, dolayısı ile taşınmazın davacı tarafından kullanılmadığı kanaatine varıldığının belirtildiği anlaşılmaktadır. Uyuşmazlıkta, dava konusu Hazine taşınmazını tel örgü ile çevirmek suretiyle zilyetliğinde bulundurduğu açık olan davacıdan ecrimisil istenilebileceği açıktır. Bu durumda, geçmişte davacı tarafından işgal edilen ve keşif sırasında bile henüz terk edilmediği görülen dava konusu Hazine taşınmazını, kusurlu olup olmadığına bakılmaksızın, parselin etrafını tel örgü ile çevirmek suretiyle zilyetliğinde bulundurduğu açık olan davacıdan ecrimisil istenilebileceği anlaşıldığından, Mahkemece gerektiğinde mahallinde yapılacak keşif ve bilirkişi incelemesi ile talep edilen ecrimisil bedelinin hukuka uygunluğunun araştırılarak neticesine göre bir karar verilmesi gerekirken, ecrimisil ihbarnamesinin belirtilen gerekçeyle iptali ve ödenen ecrimisil tutarının iadesi yolunda verilen İdare Mahkemesi kararında hukuka uyarlık bulunmamaktadır…”gerekçesiyle Mahkeme kararını bozmuştur. Danıştay 2. Dairesinin 17.3.2022 tarih ve E:2021/4853, K:2022/1353 sayılı kararında“… 1968 yılında kamu hizmetinde kullanılmak ve hava şehitliği yapılmak üzere Milli Savunma Bakanlığına tahsis edilen 39.835,00 m² yüzölçümlü taşınmazın, 2001’de ifraz edilerek … parsele ayrıldıktan sonra, alışveriş merkezi olarak kullanılan … ada, … parsel sayılı 12.160,00 m² yüzölçümlü taşınmazın Milli Savunma Bakanlığı ihtiyacı için kullanılmaması nedeniyle 2001 yılında tahsis kaldırılmış, talep edilmesine rağmen yeniden tahsis yapılmamış ve davacıdan ecrimisil talebinde bulunulmuştur. Bu durumda, davacının kullanımının protokole dayandığı ve bu protokolun halen ayakta olduğundan söz edilemeyeceğinden, davacının kullanımının hukuki dayanağı bulunmayıp, fuzuli şagil olduğu açıktır. Bu itibarla, hukuken geçerli bir sebebe dayanmaksızın Hazineye ait taşınmazın davacı tarafından alışveriş merkezi yapılmak suretiyle işgali nedeniyle ecrimisil tahakkuk ettirilmesi üzerine düzenlenen ecrimisil ihbarnamesine yapılan itiraz sonucu düzenlenen dava konusu … tarihli ve … sayılı düzeltme ihbarnamesi hukuka uygun olup, dava konusu işlemin iptali yolunda İdare Mahkemesince verilen karara karşı yapılan istinaf başvurusunun reddi yolunda verilen Bölge İdare Mahkemesi kararında hukuki isabet bulunmamaktadır…”gerekçesiyle Bölge İdare Mahkemesi İdari Dava Dairesi kararını bozmuştur. Danıştay 2. Dairesinin 24.3.2022 tarih ve E:2021/233, K:2022/1526 sayılı kararında“… Dava dosyasında yer alan bilgi ve belgelerin incelenmesinden, dava konusu taşınmazın imar planlarında her ne kadar yeşil alan/park olarak kamunun kullanımına ayrıldığı belirtilmekte ise de, kamunun kullanımına terkine dair herhangi bir belgenin dosyaya sunulmadığı gibi, Alanya Belediyesi Emlak ve İstimlak Müdürlüğünün … tarihli … sayılı yazı ile de, dava konusu taşınmazın 3194 Sayılı İmar Kanunu’nun 11. maddesi uyarınca belediyeye yeşil alan yapılması için terk edildiğine ilişkin bilgi ve belgeye rastlanılmadığının belirtildiği görülmektedir. Bu durumda, kesinleşen yargı kararı da dikkate alındığında, taşınmazın kamunun kullanımına terk edilmediği gibi davalı idarenin mülkiyetinde olmadığı, ayrıca davalı idare adına yapılmış bir tahsis ve devir de bulunmadığının sabit olduğu anlaşılmakla, davalı idarenin taşınmazın işgali nedeniyle ecrimisil isteme yetkisinin bulunmadığı açıktır…”gerekçesiyle Bölge İdare Mahkemesi İdari Dava Dairesi kararını bozmuştur. Danıştay 2. Dairesinin 23.01.2023 tarih ve E:2021/4314, K:2023/314 sayılı kararında“… Uyuşmazlıkta; davacı ile aralarında bayilik sözleşmesi olan … Petrolleri A.Ş.’nin adli yargıda açtığı kiracılık sıfatının tespiti istemli davada; Mahkemece, kiracılık ilişkisinin tespiti yönünde karar vermesi ve bu kararın da Yargıtay Hukuk Genel Kurulu … tarihinde onanmasından dolayı davacının, … Petrolleri A.Ş. ile arasında 27/07/2011 tarihli bayilik anlaşmasına dayalı olarak alt kira ilişkisi bulunduğundan söz konusu taşınmaz üzerindeki kiracılık sıfatının dava konusu işlemin tesis edildiği tarih itibariyle devam ettiği ve … Petrolleri A.Ş.’nin işgalci olmadığı yargı kararıyla tespit edildiğinden, davacıdan 2886 Sayılı Kanun’un75. maddesine istinaden ecrimisil istenemeyeceği kuşkusuzdur. Bu nedenle; Mahkemece dava konusu işlemin kısmen iptali, kısmen de davanın reddi yolunda karar verilmiş ise de, gelinen bu aşamada davacının kiracılık ilişkisinin devam ettiği görüldüğünden davacıdan ecrimisil istenebilmesinin mümkün olmadığı anlaşılmaktadır. Bu durumda, temyize konu Mahkeme kararının iptal hükmünün yukarıda belirtilen gerekçe ile onanmasına, davanın reddine ilişkin kısmın ise bozulmasına karar verilmesi gerekmektedir…”gerekçesiyle Mahkemenin davanın reddine ilişkin kısmını bozmuştur. Danıştay 2. Dairesinin 18.5.2023 tarih ve E:2021/13629, K:2023/2734 sayılı kararında“2886 sayılı Kanun’un 75. maddesine göre, fuzuli şagilden ecrimisil istenebilmesi için Devletin özel mülkiyetinde veya hüküm ve tasarrufu altında bulunan taşınmaz malların, gerçek veya tüzel kişiler tarafından herhangi bir hukuki ilişki olmaksızın işgal edilmiş olması gerekmektedir. Dava dosyasının incelenmesinden, dava konusu taşınmazın kat mülkiyeti işlemi gördüğü ve üzerinde 51 adet bağımsız bölüm bulunduğu, tapu kayıtlarından yönetim planının 22/03/2007 tarihinde şerhedildiği, imar uygulaması sonucu Hazinenin ana taşınmaz üzerinde 3057/7168 hisselendirildiği ve 26/10/2010 tarihinde tapuya tescil edildiği anlaşılmıştır. Uyuşmazlıkta, Hazinenin 26/10/2010 tarihli imar uygulaması sonucu hissedar olarak tapuya tescilinin yapıldığı dava konusu taşınmazda, bu tarihten önce üçüncü kişilerle birlikte davacının da malik olduğu dikkate alındığında, 336 sayılı Milli Emlak Tebliği’nin yukarıda açıklanan 5. maddesi 8. fıkrası uyarınca davacı, imar uygulaması öncesinde kendi kullanımında ve mülkiyetinde olan taşınmazda fuzuli şagil olarak kabul edilemeyeceğinden, davacıdan 2886 sayılı Kanun’un 75. maddesi uyarınca ecrimisil istenilmesinde hukuka uyarlık bulunmamaktadır. Bu durumda, temyize konu Mahkeme kararının iptal hükmünün yukarıda belirtilen gerekçe ile onanmasına, davanın reddine ilişkin kısmın ise bozulmasına karar verilmesi gerekmektedir…”gerekçesiyle Mahkeme kararını kısmen onamış, kısmen de bozmuştur. Danıştay 2. Dairesinin 18.5.2023 tarih ve E:2021/5514, K:2023/2759 sayılı kararında;“… Uyuşmazlıkta; davacı tarafından kullanılan alanın Denizcilik Müsteşarlığı Gemi İnşa ve Tersaneler Genel Müdürlüğü tarafından onaylanan proje kapsamında kalmakla birlikte, irtifak hakkı tesis edilen 3792 sayılı parselin dışında kaldığının bilirkişi raporuyla da ortaya konulduğu, irtifak hakkı sözleşmesinde; projede bulunan havuz, kızak, rıhtım ve iskele dışında ilave bir tesisin yapılması için Ulaştırma Bakanlığının izninin aranacağı belirtilmiş ise de, irtifak hakkı kurulan alan sınırları çevresindeki Hazineye ait veya Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerde inşaat yapılması, arazi ve doğanın görünüşünün ve doğal yapısının değiştirilmesi durumunda bu hakkın iptal edileceğinin belirtildiği; davacı şirketin projelerine yönelik olarak Ulaştırma Bakanlığı tarafından verilecek izinlerin, sadece projeye yönelik olduğu, projenin gerçekleştirileceği alanın irtifak hakkının tesis edildiği sınırları aştığında, ilgili idarenin ecrimisil isteyeceğinde ise kuşku bulunmadığı açıktır. Bu durumda, fuzulen işgal edilen alan nedeniyle istenilen ecrimisil bedelinin hukuka uygunluğu konusunda bir karar verilmesi gerekirken, davacının fuzuli şagil olmadığı gerekçesiyle dava konusu işlemin iptali yolunda verilen İdare Mahkemesi kararında hukuki isabet bulunmamaktadır…”gerekçesiyle Mahkeme kararını bozmuştur. Hazine taşınmazlarında ecrimisil belirli bir silsile dahilinde yürütülmektedir. Bu hususta Hazine Taşınmazlarının İdaresi Hakkında Yönetmelik ve 336 sayılı Milli Emlak Genel Tebliği uygulanmaktadır. Bu kapsamda öncelikle tespit, sonrasında takdir yapılmaktadır. Hazine Taşınmazlarının İdaresi Hakkında Yönetmeliğin 85. maddesinin 1. fıkrasında, “Hazine taşınmazlarının kişilerce işgale uğradığının tespit edilmesi hâlinde, tespit tarihinden itibaren onbeş gün içinde “Taşınmaz Tespit Tutanağı”na dayanılarak, ecrimisil idarece tespit edilir ve Yönetmelikte belirtilen komisyonca karara bağlanır.” hükmü yer almaktadır. Yönetmelik ve Tebliğe göre, Hazine taşınmazların tespitlerinin yılda en az bir defa yapılması esastır. Ancak, zorunlu durumlarda tespit programlarının süresi bir yıldan fazla olabilir. Fakat, tespit programları beş yıldan fazla süreli yapılamaz. Programların hazırlanmasında; taşınmazların beş yılda en az bir defa, önemli görülen taşınmazların her yıl, tarımsal amaçla kullanılan taşınmazların hasat zamanları da dikkate alınarak, belediye mücavir alanlarındaki taşınmazların her yıl (zorunlu hallerde daha uzun süreli) tespitinin yapılması hususları dikkate alınır. Hazine taşınmazlarındaki işgaller hakkında idare tarafından “taşınmaz tespit tutanağı” düzenlenmektedir. 336 sayılı Tebliğ’in 5. maddesinde, Hazine taşınmazlarının fiilî durumlarının, İdarece hazırlanan program dâhilinde mahallinde tespit edilerek “Taşınmaz Tespit Tutanağı” düzenleneceği belirtilmektedir. Taşınmaz tespit tutanağında; işgalin başlangıç tarihi, taşınmazın işgale veya kullanıma konu olan yüzölçümü, işgalcileri, kullanım amacı, ecrimisil takdirinde yararlanılabilecek bilgiler ile bilinmesinde yarar görülen diğer bilgilere yer verilmektedir. Hazine taşınmazlarının gerçek veya tüzel kişilerce işgale uğradığının tespit edilmesi hâlinde; tespit tarihinden itibaren onbeş gün içinde taşınmaz tespit tutanağına dayanılarak bedel tespit komisyonunca tespit tarihinden geriye doğru beş yılı geçmemek üzere ecrimisil takdir edilmektedir. Ecrimisilin tespit ve takdirinde; İdarenin zarara uğrayıp uğramadığına, işgalcinin kusurlu olup olmadığına ve taşınmazın işgalci tarafından kullanım şekline bakılmaksızın idarenin bu taşınmazdan işgalden önceki haliyle elde edebileceği muhtemel gelir esas alınmaktadır. Ecrimisilin tespitinde aynı yer ve mahalde bulunan emsal nitelikteki taşınmazlar için oluşmuş kira bedelleri veya ecrimisiller, varsa bunlara ilişkin kesinleşmiş yargı kararları, gerektiğinde ilgisine göre belediye, ticaret odası, sanayi odası, ziraat odası, borsa gibi kuruluşlardan veya bilirkişilerden soruşturulmak suretiyle edinilecek bilgiler ile taşınmazın değerini etkileyecek tüm unsurlar göz önünde bulundurulmaktadır. Ecrimisil tespit ve takdir edilirken, Hazine taşınmazının değerini etkileyebilecek; a) İmar durumu, b) Yüzölçümü, c) Niteliği, ç) Verimi (tarım arazilerinde), d) Alt yapı hizmetlerinden yararlanıp yararlanmadığı, e) Konumu, f) Taşınmazın kullanım şekli ve işgalden dolayı gelir elde edilip edilmediği, gibi her türlü ölçüt dikkate alınır. Ecrimisil, işgal sebebiyle kira bedeli kadar alınan bir tazminat olup ecrimisil tutarının hesaplanmasında; taşınmazın, mevkii, kullanım şekli, altyapı, ulaşım kolaylığı, elde edilen gelir ve taşınmazın kullanıcısına katkısı gibi tüm faktörlerin etkili olduğu dikkate alındığında, ecrimisilin fahiş olduğu iddiasının emsal bir taşınmaza göre değerlendirilmesi yolunun seçilmesi ve bu emsalin taşınmaza en yakın özellikleri taşıyan nitelikte olması gerekmektedir. Konu ile ilgili örnek yargı kararları şöyledir: Danıştay 10. Dairesinin 15.02.2017 tarih ve E:2016/6210, K:2017/807 sayılı kararında;“Ecrimisil bedeli, yapılan işin mahiyeti gereği işgal edilen alana duyulan ihtiyaç ve bu alanın işletmeye getirebileceği toplam katkı ile doğrudan alakalı olduğundan; öncelikle, işgal edilen taşınmazın, kullanıcısına sağlayacağı katma değerin dikkate alınması gerekmektedir. Ancak, bu hususun yalnızca işgal şekline bakılarak saptanması mümkün bulunmamaktadır. Zira; eklenti, uzantı, hizmet sunum bölgeleri vs. gibi alanları bir araya getirmek suretiyle, bir bütün halinde faaliyet gösteren ve kazanç sağlama amacıyla çalıştırılan bir işletmenin, işgalinde bulunan taşınmazdan dolayı elde ettiği yarar; yalnızca, işgale konu edilen alanların müstakil getirilerinin toplamından oluşmamaktadır. Şöyle ki; hizmet sektöründe faaliyette bulunan bir işletme, müşterilerine sunduğu imkan çeşitliliği, konfor, deniz ve kıyısına doğrudan ulaşım vb. birçok unsuru bünyesine katarak ticari yaşamını sürdürmekte, meydana gelen bu bütünlük sonucunda ortaya çıkan değer ile faaliyet gösterilen sektörde yer almaktadır. Bunu da; kısmen veya tamamen, hizmet alanına dahil etme zorunluluğu sebebiyle işgal ettiği alan ile gerçekleştirmektedir. Bakılan uyuşmazlıkta, davaya konu alan ve beton zeminin, davacı tarafından plaj ve müştemilatı olarak ticari amaçla işgal edildiği görülmektedir. Bu durumda, uyuşmazlığın çözümü için, İdare Mahkemesince, işgalli alanın bir bütün olarak değerlendirilerek, işgal edilen alanın ticari işletmeye kattığı ekonomik değer ve ecrimisile konu edilen işgal bakımından emsal oluşturabilecek yerlerin kira bedelleri ile yapılacak inceleme sonucu tespit edilen emsal bedel dikkate alınarak düzenlenecek bilirkişi raporu dayanak alınmak suretiyle bir karar verilmesi gerekmektedir. İdarece takdir ve tespit edilen ecrimisil bedelinin fahiş olup olmadığı ve istenebilecek ecrimisil bedelinin belirlenmesi için yapılan keşif ve bilirkişi incelemesi neticesinde düzenlenen bilirkişi raporunda, tam emsal olarak kabul edilebilecek herhangi bir somut dayanak ortaya konulmadan, takdiri olarak belirlenen değerler üzerinden ecrimisil hesaplandığı bu sebeplerle bilirkişi raporunda takdir ve tespit edilen bedelin, ecrimisile konu taşınmazın serbest piyasa koşullarında getirebileceği gerçek kira gelirini, dolayısıyla istenilmesi gereken ecrimisil miktarını yansıtmadığı açıktır…”gerekçesiyle Mahkeme kararını bozmuştur. Danıştay 10. Dairesinin 24.10.2019 tarih ve E:2019/10045, K:2019/7137 sayılı kararında“dava konusu taşınmaza ilişkin emsal alınabilecek ve kesinleşmiş bir Mahkeme kararı bulunduğundan, Bölge İdare Mahkemesince anılan kesinleşmiş Mahkeme kararı ile ortaya çıkan bedelin yeniden değerleme oranları uygulanarak güncellemesi suretiyle davacıdan istenebilecek ecrimisil tutarının hesaplanarak bir karar verilmesi gerekmektedir…”gerekçesiyle Ankara Bölge İdare Mahkemesi İdari Dava Dairesi kararını bozmuştur. Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulunun 11.11.2019 tarih ve E:2019/2448, K:2019/5440 sayılı kararında“Bu durumda, ecrimisil bedeli hesaplanırken dikkate alınacak emsalin, taşınmaza en yakın özellikleri taşıyan nitelikte olması gerekliliği karşısında, İdare Mahkemesince, dava konusu taşınmazın yargı kararı ile kesinleşmiş önceki dönemine ilişkin değer emsal alınarak ve bu değere yeniden değerleme oranını uygulayarak hesaplama yapılmak suretiyle, düzenlenecek bilirkişi raporu esas alınarak karar verilmesi gerekirken; davacı tarafından restaurant, çay bahçesi ve plaj tesisleri olarak işgal edilen başka bir Hazine taşınmazına ilişkin bedel dikkate alınarak düzenlenen bilirkişi raporu esas alınmak suretiyle verilen İdare Mahkemesi ısrar kararında hukuki isabet bulunmamaktadır…” gerekçesiyleMahkemenin ısrar kararını bozmuştur. Danıştay 2. Dairesinin 01.3.2021 tarih ve E:2021/13705, K:2021/353 sayılı kararında;“Bu durumda Mahkemece; önceki dönem kullanımlarına ilişkin yargı kararlarının da dikkate alınması ve yeniden değerleme oranı kullanılmak suretiyle hesaplama yapılması sonucunda bir karar verilmesi gerekmekte olup, hesaplama konusunda uzman olmayan bilirkişi tarafından ve eksik inceleme ile hazırlanan bilirkişi raporu esas alınmak suretiyle davanın reddi yolunda verilen İdare Mahkemesi kararında hukuki isabet bulunmamaktadır…”gerekçesiyle Mahkeme kararını bozmuştur. Danıştay 2. Dairesinin 24.3.2022 tarih ve E:2021/888, K:2022/1527 sayılı kararında;“İdare Mahkemesince öncelikle kıymet takdiri kararı uyarınca belirlenen bedelin uygun olup olmadığının değerlendirilmesi, bu değerlendirmenin yapılamaması ve uyuşmazlığın çözümü için bilirkişi incelemesine ihtiyaç duyulması durumunda ise aralarında bir emlakçının veya gayrimenkul değerleme uzmanının da yer aldığı bilirkişilerce davaya konu alanla benzer nitelikleri taşıyan, emsal oluşturabilecek yerlerin kira bedeli ile aynı taşınmazın bir önceki dönemi olan 15/06/2007-20/08/2009 tarihleri arasındaki dönem için düzenlenen ecrimisil ihbarnamesine karşı açılan davada, …Bölge İdare Mahkemesi’nin karar düzeltme isteminin reddi üzerine kesinleşen …İdare Mahkemesi’nin … sayılı kararı da dikkate alınarak, bu tür taşınmazın serbest piyasada kiralanması halinde rayiç kirasının ne olacağının belirlenmesi ve elde edilen yararın da göz önünde tutulması suretiyle yapılacak inceleme sonucu düzenlenecek rapor esas alınarak bir karar verilmesi gerekmektedir. Bu itibarla, ecrimisil bedeli yönünden eksik incelemeye dayalı idare mahkemesi kararında hukuki isabet bulunmamaktadır…”gerekçesiyle Mahkeme kararını bozmuştur. Danıştay 2. Dairesinin 15.12.2022 tarih ve E:2021/13977, K:2022/6576 sayılı kararında“Yukarıda incelenen mevzuat uyarınca, emsal olarak değerlendirilmesi gereken taşınmazların, dava konusu alanla benzer nitelikleri haiz olması yanında kullanım şekli, fiili ve hukuki durumu ile benzerlik göstermesi gerekmektedir. Uyuşmazlıkta, bilirkişiler tarafından dava konusu alanda davacı ile yapılan ön izin sözleşmesiyle belirlenen bedel ile farklı konumda yer alan (ön izin sözleşmesindeki bedele göre) daha az kira getirisi alan ve işgalciye sağladığı faydanın da benzer olmadığı emsalin beraber değerlendirildiği anlaşılmakla, söz konusu raporun hükme esas alınabilecek yeterlilikte olmadığı görülmüştür. Bu durumda, dava konusu taşınmaz için emsal nitelikte olan ön izin bedeli üzerinden ecrimisilin hesaplanması gerektiği açık olup, mahkemece gerekirse bilirkişilerden bu hususta ek rapor alınmak suretiyle bir karar verilmesi gerekirken, belirtilen hususlar dikkate alınmadan verilen Bölge İdare Mahkemesi kararında hukuki isabet bulunmamaktadır…”gerekçesiyle Bölge İdare Mahkemesi İdari Dava Dairesi kararını bozmuştur. Danıştay 2. Dairesinin 08.3.2023 tarih ve E:2021/563, K:2023/1025 sayılı kararında“Ecrimisilin işgal nedeniyle kira bedeli kadar alınan bir tazminat olduğu, ecrimisil tutarının hesaplanmasında; taşınmazın, mevkii, kullanım şekli, altyapı, ulaşım kolaylığı, elde edilen gelir ve taşınmazın kullanıcısına katkısı gibi tüm faktörlerin etkili olduğu, aynı yer ve mahalde bulunan emsal nitelikteki taşınmazlar için oluşmuş kira bedelleri veya ecrimisiller varsa bunlara ilişkin kesinleşmiş yargı kararlarının dikkate alınması gerektiği açıktır. Bu durumda; maddi gerçeğin ortaya konulabilmesi, davacı tarafından fuzulen işgal edilen alanla, idare tarafından yapılan tespitlerin uyumlu olup olmadığı ve davacının fahişlik iddiasının somut olarak ortaya konulabilmesi için keşif ve bilirkişi incelemesi yaptırılması zorunlu olduğundan, resen araştırma ilkesi gereği avansın davalı idareden alınmak suretiyle keşif ve bilirkişi incelemesi yaptırılarak uyuşmazlık hakkında bir karar verilmesi gerekirken, avansın mahkeme veznesine yatırılmadığı gerekçesiyle davanın reddi yolunda verilen kararda hukuki isabet görülmemiştir…”gerekçesiyle Mahkeme kararını bozmuştur. Danıştay 2. Dairesinin 17.5.2023 tarih ve E:2021/13256, K:2023/2670 sayılı kararında“Uyuşmazlığın çözümü için mahkemece yaptırılan keşif ve bilirkişi incelemesi sonucu düzenlenen raporda ise; taşınmazın önceki ve sonraki işgal dönemleri dikkate alınmamakla birlikte yeterli emsal araştırması da yapılmadan sadece kiralık ilanları emsal alınarak ve idarece belirlenen m² birim bedellerinin üzerinde olacak şekilde dava konusu taşınmazın restaurant kısmı için 2015 yılı birim kira bedeli 250,00-TL/m², plaj kısmı için 2015 yılı sezonluk kira değerinin ise 7,50-TL/m² olarak belirlendiği ve önceki yıllar için TÜİK-ÜFE endeksi uygulanarak hesaplama yapıldığı görülmektedir. Ecrimisilin işgal nedeniyle kira bedeli kadar alınan bir tazminat olduğu, ecrimisil tutarının hesaplanmasında; taşınmazın, mevkii, kullanım şekli, altyapı, ulaşım kolaylığı, elde edilen gelir ve taşınmazın kullanıcısına katkısı gibi tüm faktörlerin etkili olduğu, aynı yer ve mahalde bulunan emsal nitelikteki taşınmazlar için oluşmuş kira bedelleri veya ecrimisiller varsa bunlara ilişkin kesinleşmiş yargı kararlarının dikkate alınması gerektiği açıktır. Bu durumda; dava konusu taşınmazın diğer işgal dönemleri de dikkate alınmak suretiyle ve davalı idarenin tespit ettiği m² birim bedellerini de aşmayacak şekilde toplam ecrimisil bedelinin hesaplanarak karar verilmesi gerekirken, eksik incelemeye dayalı bilirkişi raporu hükme esas alınmak suretiyle verilen İdare Mahkemesi kararında hukuki isabet görülmemiştir…”gerekçesiyle Mahkeme kararını bozmuştur. 336 sayılı Tebliğe göre idare tarafından takdir edilen ecrimisil; az olamaz. Ecrimisil, bedel tespit komisyonunca tespit tarihinden geriye doğru beş yılı geçmemek üzere ecrimisil takdir edilmektedir. Ecrimisil istenebilmesi için öncelikle hazineye ait ya da Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki bir taşınmazın idarenin rızası ve muvafakati olmaksızın işgal edildiğinin tespit edilmesi gerektiği, ecrimisil takdirinin taşınmazın işgal edildiği tespit edilen döneme ilişkin olarak yapılabileceği, gelecek döneme ilişkin ecrimisil takdir edilmesinin hukuken mümkün olmadığı anlaşılmaktadır. Danıştay 2. Dairesinin 30.11.2022 tarih ve E:2021/13685, K:2022/6165 sayılı kararında“Dava dosyasının incelenmesinden, 07/05/2007 tarihli taşınmaz mala ait tespit ve tahmin edilen bedel hesap tutanağı ile ecrimisile konu alanın restoran ve çay bahçesi olarak işgal edildiğinin tespit edildiği, dava konusu işlemle 24/03/2004 ile 31/12/2008 tarihleri arası dönem için ecrimisil tahakkuk ettirildiği, savunma dilekçesinde 07/05/2007 tarihli tespit tutanağı haricinde başka bir tespit tutanağından bahsedilmediği, dava dosyasında da 08/05/2007 ile 31/12/2008 tarihleri arası dönemde işgalin mahallinde tespit edildiğini gösteren tespit tutanağının bulunmadığı görülmektedir. Bu durumda; dava dosyasında bulunan 07/05/2007 tarihli tespit tutanağı esas alınarak 08/05/2007 ile 31/12/2008 tarihleri arası dönem için ecrimisil takdir edilemeyeceğinden, 08/05/2007 ile 31/12/2008 tarihleri arası döneme ilişkin bir tutanak bulunup bulunmadığının saptanmasından sonra karar verilmesi gerekirken, bu husus araştırılmadan eksik incelemeye dayanılarak davanın reddi yolunda verilen mahkeme kararında hukuki isabet bulunmamaktadır”gerekçesiyle Mahkeme kararını bozmuştur. Ecrimisil bedelinin tespit ve takdirine ilişkin işlemlerin gerek yukarıda anılan 2886 sayılı Kanun’da gerekse de bu Kanun’un uygulanması mahiyetinde çıkarılan Yönetmelik uyarınca Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı, çevre, şehircilik ve iklim değişikliği il müdürlüğü ve milli emlak müdürlüğünün sorumluluğu altındadır. 336 sayılı Milli Emlak Genel Tebliği’ne göre tespit tarihinden geriye doğru beş yılı geçmemek üzere bedel tespit komisyonunca ecrimisil tespit ve takdir edilir. Komisyon eksiksiz toplanır ve kararlar çoğunlukla alınır. Takdir işlemi, tespit tarihinden itibaren en geç onbeş gün içerisinde yapılır. Danıştay 2. Dairesinin 21.3.2023 tarih ve E:2021/392, K:2023/1372 sayılı kararında;“Ecrimisil bedeline ilişkin işlemlerin millî emlak müdürlüğü tarafından yapılması gerektiğinin belirtildiği, dava konusu ecrimisil ihbarnamesinin ise Türkiye Kamu Hastaneleri Kurumu tarafından düzenlendiği anlaşılmaktadır.Bu durumda, mülkiyeti Hazineye ait ya da Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki taşınmazlara yönelik ecrimisil tespit ve takdirine ilişkin işlemlerin millî emlak müdürlüğü tarafından yapılması gerekirken, davalı idarece tesis edilen işlemde yetki yönünden hukuka ve mevzuata uygunluk bulunmadığı sonucuna ulaşıldığından dava konusu işlemde hukuka uygunluk görülmemiştir…” gerekçesiyle Mahkeme kararını bozmuştur. Danıştay 2. Dairesinin 17.5.2023 tarih ve E:2021/13433, K:2023/2663 sayılı kararında“Hazine adına tescilli ya da Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki taşınmazların işgalinden ötürü ecrimisil isteme yetkisi kural olarak Hazineye ait olmakla birlikte, bu taşınmazların diğer kamu kurum ve kuruluşlarına tahsis veya devredilmesi halinde, ecrimisil talep etme yetkisinin lehine tahsis veya devir yapılan kuruma ait olacağında duraksama bulunmamaktadır. Ancak taşınmaz üzerinde tasarruf hakkı sahibi olan kamu kurumunun üçüncü kişilerin kullanımına muvafakati bulunmadığı hallerde ilgili kurum tarafından ecrimisil talep edilmemişse, Hazinenin mülkiyet hakkından doğan ecrimisil alacağını talep etme hak ve yetkisinin bulunduğu açıktır. Uyuşmazlıkta, İdare Mahkemesince her ne kadar protokol ile dava konusu dolgu alanı üzerinde tasarruf yetkisinin on yıl süreyle belediyeye bırakıldığı, dolayısıyla belediyenin tasarrufunda bulunan bu taşınmazın işgali durumunda davalı idarenin ecrimisil isteme yetkisinin bulunmadığı gerekçesiyle dava konusu işlemin iptaline karar verilmiş ise de, buradaki tasarrufun belediyeye bırakılmasından bir mülkiyet devrinin anlaşılamayacağı, taşınmazın ”devletin hüküm ve tasarrufu” altında kalmaya devam edeceği ve dosyada taşınmazın kiralanan alan dışında kalan kısmının adı geçen Belediyenin bilgisi ve izni ile kullanıldığına ilişkin bir bilgi ve belgenin bulunmadığı da dikkate alındığında, taşınmazın kiraya verilen alan dışında kalan kısmının kullanımının fuzuli işgal olduğu ve buradan adı geçen belediyece bu işgal nedeniyle davacıdan ecrimisil istenmediği görüldüğünden davalı idarenin, Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki taşınmazı işgal eden davacıdan ecrimisil istemesinde hukuka aykırılık bulunmamaktadır. Bu durumda; işgal dönemi, işgal edilen alanın miktarı ve taşınmazın kira bedeli ile emsal nitelikteki ecrimisil bedelleri gözönüne alınarak dava konusu işlem hakkında bir karar verilmesi gerekirken, bu hususlar gözetilmeden davalı idarenin ecrimisil isteme yetkisi bulunmadığından bahisle dava konusu işlemin iptali yolunda verilen İdare Mahkemesi kararında hukuka uyarlık görülmemiştir…”gerekçesiyle Mahkeme kararını bozmuştur. Hazine Taşınmazlarının İdaresi Hakkında Yönetmeliğin 86. maddesinde, takdir edilen ecrimisilin, takdir tarihinden itibaren onbeş gün içinde ecrimisil ihbarnamesi düzenlenerek fuzuli şagile 7201 Sayılı Tebligat Kanunu hükümlerine göre öncelikle elden veya iadeli taahhütlü mektupla, bu şekilde tebliğ edilemeyenlerin diğer usullere göre tebliğ edileceği hüküm altına alınmıştır. Ecrimisil ihbarnamesine karşı ihbarnamenin tebliğ edildiği tarihten itibaren 60 günlük genel idari dava açma süresi içerisinde dava açılması gerekmektedir. Bursa 1. İdare Mahkemesi 07.11.2008 tarih ve E:2008/866 sayılı kararında;“… Olayda, ilk ecrimisil ihbarnamesinin 28.12.2007 tarihinde, ikinci ecrimisil ihbarnamesinin ise 27.2.2008 tarihinde usulüne uygun olarak davacıya tebliğ edildiği, davacının, bu tarihlerden itibaren ya 30 gün içinde idareye başvurarak düzeltme isteminde bulunması ya da 60 gün içinde dava açması gerekirken söz konusu süreler geçtikten sonra 28.8.2008 tarihinde dava açtığı anlaşıldığından davanın, süre aşımı nedeniyle esasının incelenmesi olanağı bulunmamaktadır…”gerekçesiyle davayı süreaşımı nedeniyle reddetmiştir. Hazine Taşınmazlarının İdaresi Hakkında Yönetmeliğin 86. maddesinde, ecrimisil işlemine karşı, tebliğ tarihinden itibaren otuz gün içinde ilgili idareye dilekçeyle müracaat edilerek düzeltme talebinde bulunulabileceği, düzeltme taleplerinin, talep tarihinden itibaren en geç otuz gün içinde bu amaçla oluşturulacak komisyonlarca karara bağlanacağı ve sonucun karar tarihinden itibaren en geç onbeş gün içinde düzenlenecek ecrimisil düzeltme ihbarnamesi ile ilgilisine tebliğ edileceği hükme bağlanmıştır. Yukarıda anılan Yönetmelik hükümlerinde, ecrimisil ihbarnamesine karşı yapılacak itiraz ile ilgili olarak, itiraz mercii ve itirazın tabi olacağı süre yönlerinden 2577 sayılı Kanun’dan farklı “özel” bir düzenleme getirilmiştir. Kendilerine ecrimisil ihbarnamesi tebliğ edilen kişilere, var olan dava açma haklarının yanında, bahse konu işlemin değiştirilmesi, kaldırılması veya yeni bir işlem tesis edilmesini sağlamak amacıyla itiraz (düzeltme) talebinde bulunma hakkı da tanınmıştır. Yönetmelikte öngörülen itiraz yolu, ecrimisilin kesinleşmesi için tüketilmesi gerekli zorunlu bir yol değil ise de, bu yola başvurulması durumunda tesis edilen işlemin yeni bir işlem olduğunun kabulü gerekir. Bir başka ifadeyle, idare nezdinde yapılan itirazın sonuçlandırılmasıyla, itiraza konu işlem kesinleşerek ilgilinin ödeme yükümlülüğüne yönelik yeni bir süre başlattığından, dava açma süresinin de kesin işlemin tebliğ tarihinden itibaren başlatılması gerekmektedir. Danıştay 17. Dairesinin 23.02.2015 tarih ve E:2015/465, K:2015/132 sayılı kararında;“Yönetmelikte öngörülen itiraz yolu, ecrimisilin kesinleşmesi için tüketilmesi gerekli zorunlu bir yol değil ise de; bu yola başvurulması durumunda tesis edilen işlemin yeni bir işlem olduğunun kabulü gerekir. Bir başka ifadeyle, idare nezdinde yapılan itirazın sonuçlandırılmasıyla, itiraza konu işlem kesinleşmiş olup; dava açma süresinin de kesin işlemin tebliğ tarihinden itibaren başlatılması gerekir. Dolayısıyla ecrimisil ihbarnamesine karşı yapılan düzeltme talebinin 2577 sayılı Kanun’un 11. maddesi kapsamında değerlendirilmesine olanak bulunmamaktadır. Bu itibarla, 21/07/2010 tarihinde tebliğ edilen ecrimisil düzeltme ihbarnamesinin iptali istemiyle altmış günlük dava açma süresi içerisinde 18/08/2010 tarihinde açılan davada süre aşımı bulunmadığından, uyuşmazlığın esası hakkında karar verilmek üzere Mahkeme kararının bozulması gerekmektedir…”gerekçesiyle Mahkeme kararını bozmuştur. Danıştay 2. Dairesinin 4.4.2023 tarih ve E:2021/15990, K:2023/1749 sayılı kararında“Hazine Taşınmazlarının İdaresi Hakkında Yönetmeliğin 86. maddesinde, ecrimisil işlemine karşı, tebliğ tarihinden itibaren otuz gün içinde ilgili idareye dilekçeyle müracaat edilerek düzeltme talebinde bulunulabileceği, düzeltme taleplerinin, talep tarihinden itibaren en geç otuz gün içinde bu amaçla oluşturulacak komisyonlarca karara bağlanacağı ve sonucun karar tarihinden itibaren en geç onbeş gün içinde düzenlenecek ecrimisil düzeltme ihbarnamesi ile ilgilisine tebliğ edileceği; 87. maddesinde de, ecrimisilin; ecrimisil ihbarnamesinin, düzeltme talebinde bulunulmuş ise ecrimisil düzeltme ihbarnamesinin ilgilisine tebliğ tarihinden itibaren altmış gün içinde muhasebe birimlerine ödeneceği hükme bağlanmıştır. 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 7. maddesinde, dava açma süresinin özel kanunlarında ayrı süre gösterilmeyen hallerde Danıştay’da ve idare mahkemelerinde altmış ve vergi mahkemelerinde otuz gün olduğu, bu sürelerin idari uyuşmazlıklarda yazılı bildirimin yapıldığı tarihi izleyen günden itibaren işlemeye başlayacağı hükme bağlanmıştır. İdare Mahkemesi kararında, davanın süre aşımı nedeniyle reddine karar verilmiş ise de; yukarıda sözü edilen Yönetmelik hükümlerinde, ecrimisil ihbarnamesine karşı yapılacak itiraz ile ilgili olarak, itiraz mercii ve itirazın tabi olacağı süre yönlerinden 2577 Sayılı Kanun’dan farklı “özel” bir düzenleme getirilmiştir. Kendilerine ecrimisil ihbarnamesi tebliğ edilen kişilere, var olan dava açma haklarının yanında, bahse konu işlemin değiştirilmesi, kaldırılması veya yeni bir işlem tesis edilmesini sağlamak amacıyla itiraz ( düzeltme ) talebinde bulunma hakkı da tanınmıştır. Bahse konu Yönetmelikte öngörülen itiraz yolu, ecrimisilin kesinleşmesi için tüketilmesi gerekli zorunlu bir yol değil ise de, bu yola başvurulması durumunda tesis edilen işlemin yeni bir işlem olduğunun kabulü gerekir. Bir başka ifadeyle, idare nezdinde yapılan itirazın sonuçlandırılmasıyla, itiraza konu işlem kesinleşerek ilgilinin ödeme yükümlülüğüne yönelik yeni bir süre başlattığından, dava açma süresinin de kesin işlemin tebliğ tarihinden itibaren başlatılması gerekmektedir. Dolayısıyla ecrimisil ihbarnamesine karşı yapılan düzeltme talebinin, 2577 sayılı Kanun’un 11. maddesi kapsamında değerlendirilmesine olanak bulunmadığından, davanın süre aşımı nedeniyle reddine ilişkin mahkeme kararında hukuki isabet görülmemiştir…”gerekçesiyle Mahkeme kararının süreaşımı gerekçesiyle reddine ilişkin kısmını bozmuştur. Diğer taraftan, ecrimisil ihbarnamesi üzerine itiraz yolu mutlak olarak tüketilmesi gereken bir yol olmamakla birlikte, ilgililerin bu yola başvurarak düzeltme isteminde bulunması halinde, idarenin bu istemi görüşerek karara bağlaması ve ilgiliye ecrimisil düzeltme ihbarnamesini tebliğ etmesi zorunludur. Her ne kadar idareye, düzeltme istemini görüşme ve alacağı kararı ilgilisine tebliğ etme konusunda belirli süreler tanınmış ise de, bu süreler, sürecin hızlı yürütülmesini sağlamak için getirilmiş olup, belirtilen sürelerin geçirilmesi, düzeltme isteminin zımnen reddi olarak yorumlanamaz. Zira, düzeltme isteminde bulunulan hallerde ecrimisilin kesinleşmesi, ecrimisil düzeltme ihbarnamesinin düzenlenerek ilgilisine tebliğine bağlanmıştır. Diğer bir deyişle, düzeltme isteminde bulunulan hallerde, ecrimisil düzeltme ihbarnamesi bu konudaki nihai işlem niteliği taşımaktadır. Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulunun 14.12.2017 tarih ve E:2016/10, K:2017/4317 sayılı kararında“Dava dosyasının incelenmesinden; davacıya 31/03/2010 tarihinde tebliğ edilen 11/03/2010 günlü, 300 Sayılı sayılı ecrimisil ihbarnamesine karşı davacının 16/04/2010 tarihinde itiraz yoluna başvurduğu, idarenin bu itirazı, 21/01/2011 tarihli yazı ile reddettiği, bunun üzerine davacının 22/02/2011 tarihinde dava açtığı anlaşılmaktadır. Bu durumda; davalı idare tarafından düzenlenen ve davacıdan ecrimisil istenmesine ilişkin nihai işlem olan 21/01/2011 tarihli yazının (davacıya tebliğ tarihi belli olmamakla birlikte) tebliği üzerine, altmış günlük yasal dava açma süresi içinde 22/02/2011 tarihinde açılan davada süre aşımı bulunmamaktadır…”gerekçesiyle Mahkemenin ısrar kararını bozmuştur. Danıştay 2. Dairesinin 30.9.2021 tarih ve E:2021/15019, K:2021/3037 sayılı kararında“Dava konusu işlemde, ecrimisil bedeli olarak belirlenen tutarın ödenmesi istenilmiş ise de, Hazineye ait ya da Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki taşınmazların işgali nedeniyle ecrimisil ihbarnamesi düzenlemeye yetkili makamın illerde Valiliğe bağlı Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü Milli Emlak Dairesi Başkanlığı olduğu dikkate alındığında, sözü edilen işlemin ecrimisil ihbarnamesi olarak değerlendirilemeyeceği ve 2886 sayılı Kanunda öngörülen özel itiraz usulü ve sürelerinin dava konusu olayda uygulanamayacağı açıktır. Bu itibarla, davacıdan kira sözleşmesi bulunmayan dönemlere ilişkin olarak “ecrimisil” adı altında kira bedeli ödenmesinin istenmesine dair işlemin iptali istemiyle açılan davada, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 7. ve 11. maddelerinin uygulanması suretiyle davanın süre aşımı yönünden reddine ilişkin temyize konu kararda hukuki isabetsizlik bulunmadığı sonucuna varılmıştır. Bölge İdare Mahkemelerinin nihai kararlarının temyizen bozulması, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 49. maddesinde yer alan sebeplerden birinin varlığı halinde mümkündür. Temyizen incelenen karar usul ve hukuka uygun olup, dilekçede ileri sürülen temyiz nedenleri kararın bozulmasını gerektirecek nitelikte görülmemiştir…”gerekçesiyle Bölge İdare Mahkemesi İdari Dava Dairesi kararını onamıştır. 01/08/2010 tarih ve 27659 Sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 23/7/2010 tarihli ve 6009 Sayılı Kanun’un 24. maddesiyle 2886 Sayılı Devlet İhale Kanununun 75. maddesinin 1. fıkrasındaki “13. maddesinde gösterilen komisyonca takdir ve tespit edilecek” ibaresi, “idareden taşınmaz ve değerleme konusunda işin ehli veya uzmanı üç kişiden oluşan komisyoncatespit tarihinden geriye doğru beş yılı geçmemeküzere tespit ve takdir edilecek” şeklinde 21/03/2018 tarihli değişiklikten önceki haliyle değiştirilmiştir. Yargı yerlerince, kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, her alacağın on yıllık zamanaşımına tabi olduğu yönündeki Borçlar Kanunu hükmüne dayanarak, işgalin tespit edildiği tarihten geriye doğru on yıllık bir dönem için fuzuli şagilden ecrimisil istenebileceği yolunda kararlar verilmekte iken, yukarıda sözü edilen 6009 Sayılı Kanun ile 2886 Sayılı Devlet İhale Kanunu’nda yapılan değişiklik ile tespit tarihinden geriye doğru beş yıllık bir dönem için fuzuli şagilden ecrimisil istenebileceği yolunda yasal sınırlama getirilmiştir. Bir başka ifade ile ecrimisil alacakları yönünden Kanun ile “beş yıllık zamanaşımı” süresi belirlenmiştir. Yasakoyucu tarafından, tespit tutanağı ile idarenin bilgisi dahiline giren işgalden dolayı tespit tarihinden en fazla beş yıl geriye doğru gidilerek ecrimisil istenilebileceğini, beş yılı aşan ecrimisil alacağının ise zamanaşımına uğradığı kabul edilmiştir. 2886 Sayılı Devlet İhale Kanunu’nun 75. maddesinin 2. fıkrasında, ecrimisil alacaklarının 6183 Sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun hükümlerine göre tahsil edileceği hükme bağlanmıştır. 2886 Sayılı Kanun’un atıfta bulunduğu 6183 Sayılı Kanun’un “Tahsil zamanaşımı” başlıklı 102. maddesinde, “Amme alacağı, vadesinin rasladığı takvim yılını takip eden takvim yılı başından itibaren 5 yıl içinde tahsil edilmezse zamanaşımına uğrar.” kuralı ile tahsil zamanaşımı süresi belirlenmiş ve fakat tarh zamanaşımına ilişkin bir kurala yer verilmemiştir. Ecrimisil alacağının, genel bütçeye giren vergi, resim ve harçlar gibi bir kamu alacağı olduğu hususunda duraksama bulunmamaktadır. Vergi, resim ve harçlar hakkında uygulanan 213 Sayılı Vergi Usul Kanunu’nun “Zamanaşımı süreleri” başlıklı 114. maddesinde ise, “Vergi alacağının doğduğu takvim yılını takip eden yılın başından başlıyarak beş yıl içinde tarh ve mükellefe tebliğ edilmiyen vergiler zamanaşımına uğrar.” kuralı yer almıştır. Vergi, resim ve harçlar yönünden getirilen “tarh zamanaşımının” kıyas ve evleviyet gibi temel yorum kuralları uyarınca ecrimisil alacağı yönünden de uygulanması, idari güven ve istikrar ilkesinin bir gereğidir. Yukarıda aktarılan mevzuat ve değerlendirmelere göre, tespit tutanağının düzenlendiği tarih ile işgalin, bir başka ifade ile ecrimisili doğuran olayın idarenin bilgisi dahiline girdiği, bu tarihten itibaren en fazla beş yıl (ecrimisil zamanaşımı) geriye doğru gidilerek idarece ecrimisil istenebileceği, ecrimisil alacağının beş yılı aşan kısmının zamanaşımına uğrayacağı, idarenin tespit tutanağını düzenlendiği tarihten itibaren en geç beş yıl içinde işgalden dolayı alacağı ecrimisil tutarını hesaplayıp (tarhiyat) düzenleyeceği “ecrimisil ihbarnamesi” ile fuzuli şagilden rızaen tahsili yoluna gitmesi gerektiği, aksi halde tespit tarihinden itibaren beş yıllık süre içinde düzenlenmeyen ecrimisil alacağının tarh zamanaşımına uğrayacağı sonucuna ulaşılmaktadır. Danıştay 10. Dairesinin 05.02.2019 tarih ve E:2018/1296, K:2019/1044 sayılı kararında;“Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan İstanbul ili, Eminönü ilçesi, Küçük Ayasofya Mahallesinde bulunan 90.000,00 m² yüzölçümlü taşınmazın 3.000,00 m²’lik kısmının otağ çadırı yapılmak suretiyle 16/05/1996-22/12/1998 döneminde davacı tarafından fuzulen işgal edildiğinin 16/05/1996-22/12/1998 tarihli taşınmaz mala ait tespit ve tahmin edilen bedel hesap tutanakları ile tespit edilmesi üzerine tespit tarihinden geriye doğru 2 yıl 7 ay 7 günlük ecrimisil istenmesi İdari Dava Daireleri Kurulu kararında da belirtildiği üzere mümkün olmakla beraber idarece tespit tarihinden itibaren beş yıl içinde ecrimisil ihbarnamesi düzenlenmesi gerekirken, beş yıllık süre geçtikten sonra zamanaşımına uğrayan ecrimisil alacağının tahsili yolunda düzenlenen 16/03/2007 tarihli ve 15711 sayılı ecrimisil ihbarnamesinde hukuka uygunluk görülmemiştir…”gerekçesiyle Mahkeme kararını bozmuştur. Danıştay 10. Dairesinin 11.3.2020 tarih ve E:2016/7089, K:2020/1165 sayılı kararında“Her ne kadar, taşınmaz tespit tarihinden itibaren onbeş gün içinde “Taşınmaz Tespit Tutanağı”na dayanılarak, tespit tarihinden geriye doğru beş yılı geçmemek üzere bedel tespit komisyonunca ecrimisil tespit ve takdir edilmesi ve komisyonca takdir edilen ecrimisiller için takdir tarihinden itibaren onbeş gün içinde ecrimisil ihbarnamesi düzenlenerek gönderilmesi gerekmekte ise de; idare tarafından 07/11/2008 tarihli Taşınmaz Tespit Tutanağına dayanılarak, 27/02/2014 tarihli Ecrimisil Kıymet Takdir Kararına istinaden 28/02/2014 tarihli ecrimisil ihbarnamesinin düzenlenmesi mevzuata aykırı bulunmaktadır. Buna göre, geriye doğru beş yıldan daha fazlası için ecrimisil talep edilemeyeceğinden, idare tarafından ecrimisil kıymet takdir kararının verildiği 27/02/2014 tarihinden itibaren en fazla 5 yıl için (27/02/2009) tarihine kadar ecrimisil istenilmesi mümkün olabileceğinden, bu tarihten (27/02/2009) daha önceki dönem için ecrimisil istenilmesinin hukuken mümkün olmadığı, idarenin bu tarihten sonraki dönem için ( 27/02/2009 – 26/01/2010 ) ecrimisil isteyebileceği dikkate alındığında, mahkemece davanın reddine karar verilmesinde hukuki isabet bulunmamaktadır”gerekçesiyle Mahkeme kararını bozmuştur. E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. Genel Olarak Ecrimisil Kamuya Ait Taşınmazların İşgali Halinde Ecrimisil: İdari Ecrimisil/Özel Hukuk Ecrimisili Ayrımı İdari Ecrimisil İlgili Mevzuat Kavramsal Çerçeve Ecrimisil İstenebilmesinin Koşulları Ecrimisilin Tespit, Takdir Edilmesi ve Bedelinin Belirlenmesi Ecrimisilin Tebliği Ecrimisil İhbarnamesine Karşı Dava Açma Süresi Ecrimisil Alacağının Zamanaşımına Uğraması Benzer yazılar:Yargı Kararlarıyla Tiny HouselarYargı Kararlarıyla Mühür Bozma Suçu (Mühür Fekki)Yargı Kararlarıyla 2863 Sayılı Kanuna Muhalefet (Sit Alanları Ve Koruma Alanlarında Kaçak İnşai Faaliyet)Yargı Kararlarıyla Korsan Taşımacılık (Uber, Martı Tag)", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/yargi-kararlariyla-idari-ecrimisil/"}
{"prompt": "İçindekiler Bu yazımızın konusu 1984 tarihli İmar Affı kapsamında Tapu Tahsis Belgesi verilmesi suretiyle kaçak yapıların ”izinli” yapı statüsüne girmesine olanak sağlayan uygulamadır. Okurlarımız yasanın tarihine bakıp bu makalenin tarihsel bir anlatım sunacağını düşünmesinler. Çünkü üzerinden neredeyse 40 yıl geçmesine rağmen yasa 31 Mayıs 2023 tarihi itibarıyla yürürlükten kalkacak ve kalktıktan sonra bile arkasında bıraktığı pek çok çelişik ve haksız uygulama sebebiyle etkisini sürdürmeye devam edecek. Yasa 31 Mayıs 2023 tarihinde yürürlükten kalkacağından tafsilatına girmeyeceğiz. Fakatkalan yaklaşık 1.5 aylık sürenintapu tahsis belgesi sahiplerinin bu belgenin sağladığı haklardan yararlanmak için son süre olması ve çok sayıda taşınmazı ilgilendirmesi meseleyi hala güncel tutmaktadır. Zira yürürlükten kalkma tarihine kadar tapu tahsis belgesi sahipleri talepte bulunmadıkları takdirde belgeye bağlanmış tüm haklarını, hali hazırda malik olduklarını düşünerek kullandıkları gayrimenkullerini kaybedecekler. 1984 tarihli imar affı da diğer af yasaları gibi bir seçim dönemi yasasıdır ve hazine, belediye ve Vakıflar Genel Müdürlüğünün idaresindeki arsa ve arazilerin üzerindeki kaçak yapıların sahiplerine 400 metre²’ye kadar satışını öngörmektedir. Affı düzenleyen 2981 sayılı Yasayı amaçsal yorumla değerlendirdiğimizde; dar gelirlilerin barınmak için yaptıkları kaçak yapıların meşrulaştırılmasının hedeflendiği görülmektedir. Anayasamıza göre konut ve barınma meseleleri bir ”temel hak” olarak tanımlanmıştır. Bir şeyin ”hak” olması onun, sahibi tarafından talep edilebilmesini gerektirir. Bu durumda adına ”af” dense de seçim zamanı lütuf gibi sunulsa da, daha ziyade genç Cumhuriyetin, barınma ihtiyacını karşılayamayacak kadar düşük gelirli olan vatandaşlarına bir ”özrü” niteliğindedir. Ancak seçim dönemi çıkarıldığı düşünülürse temel motivasyonunun vatandaşın anayasal haklarının yerine getirilmesi olmadığını söyleyebiliriz. Temel motivasyon anayasal hakların sağlanması değil de oy toplamak olunca seçim dönemi aceleye getirilen yasalar hayatın gerçekliğiyle tam örtüşmüyor ve çeşitli problemlere neden olarak yargıyı yıllarca meşgul edebiliyor. Nitekim tapu tahsis belgesinden kaynaklı bir çok mülkiyet sorunu hala devam ediyor. Aslında 2012 yılında 6306 sayılı Afet riskli alanların dönüşümü hakkında kanun tapu tahsis belgesini düzenleyen 2981 sayılı Kanunu yürürlükten kaldırdı. Ama geçici bir hüküm koyarak yürürlükten kaldıran maddenin 3 yıl süreyle yani 2015’e kadar yürürlüğe girmesi engellendi. Yasanın sebep olduğu mülkiyet problemleri çözülemediğinden yürürlükten kaldırma tarihi 3 yıl geçtikten sonra da uzatılmaya devam etti ve 31 Mayıs 2023’e kadar gelindi. Yani bu, aslında 11 yıl gecikmiş bir yürürlükten kaldırmadır. Aşağıda tapu tahsis belgesine dair genel bilgiler verdikten sonra kalan 1.5 aylık sürede bu belgeye bağlı olarak kullanılabilecek haklar ele alınacaktır. Bu kanun 2981 sayılı Kanunla bazı yapılara tapu tahsis belgesi verileceği ve bu belgeye bağlı olarak yapının bulunduğu arsanın mülkiyetinin talep edilebileceği öngörülmüştü. 2981 Sayılı Kanunda Tapu Tahsis Belgesinden faydalanacak yapılar ayrı başlıklarda tek tek sayıldıktan sonra kanunda bir mantık hatası yapılmış ve“ç bendinde”: ”İmar mevzuatlarına, ruhsat ve eklerine aykırı tüm yapılar”denilerek yasa kapsamındaki alanlardaki tüm kaçak yapıların yasadan faydalanacağı belirtilmiştir. Bu nedenle önceki fıkralardan bahsetmenin bir anlamı bulunmuyor. Yasa kapsamındaki alanların ne olduğuna gelince :2981 sayılı Kanun‘a göre Hazine, belediye, il özel idaresi mülkiyetinde ya da Vakıflar Genel Müdürlüğünün idare ettiği arsa veya araziler üzerinde gecekondu sahiplerince yapılmış yapılar hakkında tapu tahsis belgesi veriliyordu. Özel mülkiyete konu taşınmazlar tapu tahsis belgesi kapsamına alınmamıştır. Bugün için tapu tahsis belgesi almak mümkün değildir. Kanunda belgenin alınması için öngörülen süre çoktan geçmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla sadece tapuya dönüşmemiş tapu tahsis belgelerinin sağladığı haklara ve uygulamasına ilişkindir. Kanunda aranan şartlar yerine getirilmişse taşınmazın bulunduğu yere göre belediye veya valilikten talepte bulunularak tapu tahsis belgesinin tapuya çevrilmesi sağlanabilmektedir. Bir kişi aynı ili sınırları içerisinde birden fazla taşınmaz hakkında tapu tahsis belgesinden faydalanamaz. Tapu tahsis belgesi alındıktan sonra; yapının bulunduğu yerin hak sahibine tahsis edileceği, taşınmazın tahsisin yapıldığının tapu sicilinin beyanlar hanesinde gösterileceği ve sonrasında ilgilisine “Tapu” verileceği düzenlenmiştir. Ancak tapu tahsis belgesinin tapuya çevrilmesi için ıslah imar planı veya kadastro planı yapılması gibi başvuruculardan bağımsız kriterler getirilmiştir. Bunların beklenmesi işlemlerin gecikmesine ve tapu tahsis belgesinden kaynaklanan mülkiyet sorunlarının sürüncemede kalmasına neden olmuştur. Tapu tahsis belgesi de mülkiyet hakkı vermese de ilgili olduğu taşınmazın 400 metre kareye kadar mülkiyet hakkını talep etme imkanı veren öncül bir belgedir. Bununla birlikte Tapu tahsis belgesi sahiplerine tapularını almadan da imar planlarına ya da parselasyon planlarına karşı dava açma hakkı da verir. Kamulaştırma işlemine karşı da dava açılabileceğine karar verilmiştir. Bir kısmı Hazine arazisinde bir kısmı da özel arazide kalan yapıların sahipleri tapu tahsis belgesinden yararlanamaz.(Danıştay İDDK, 02/06/2005 tarihli ve E: 2003/704, K: 2005/2101) Boğaziçi sahil şeridi ve öngörünüm bölgelerinde tapu tahsis belgesi uygulanmaz.(Anayasa Mahkemesinin 25.06.1989 tarih E:1988/61, K:1989/28) Tapu tahsis belgesi’ne konu yapı tapu tahsis belgesi tapuya dönüşmeden yıkılmışsa tapu verilmesi isteminin reddedilmesi gerekir.(Danıştay Altıncı Dairesi, 11.06.2004 tarihli ve E: 2003/685, K: 2004/3717) Kanunda tapu tahsis belgesi alan kişilere 400 metre²’ye kadar arsa satılması düzenlendiğinden bir çok satış 400 metre² üzerinden yapılmıştır. Bununla birlikte 2981 sayılı kanunun amacının dar gelirli vatandaşların barınma ihtiyacını gidermek olduğu gerekçesiyle, tapu tahsis belgesi kapsamında olan ve büyük şehirlerde bulunan arsalarda farklı uygulamalar gerçekleştirildiği de görülmektedir. Mesela hazinenin mülkiyetinde olan araziler bu kaçak yapıların (gecekonduların) Müteahhitler tarafından yeniden inşa edilmesi durumunda ortaya çıkacak toplam konut alanları ve arazi sahibine verilecek pay dikkate alınarak 400 metrekare olarak değil 125 metrekareye kadar inebilen büyüklüklerde satılmıştır. Böylece hem hazinenin elinden çıkan toplam arsa miktarı azaltılmış hem de kanunun amacına uygun olarak tapu tahsis belgesi sahibinin sadece barınma ihtiyacını giderebilecek bir mülkiyet hakkı elde etmesi sağlanmıştır. Nitekim Danıştay bu uygulamada Milli Emlak’ı haklı bulmuştur. Belirttiğimiz gibi tapu tahsis belgesi almış olmasına rağmen henüz belgenin bağlı olduğu arsanın mülkiyetini devralmayanların 31 Mayıs 2023 tarihine kadar satın alma başvurusunda bulunmaları ya da dava açmaları gerekmektedir. Hem idari yargıda hem de adli yargıda bir dava açarak tapu tahsis belgesi tapuya döndürebilmektedir. Özetle : 1984 İmar Affı kapsamında verilmiş olan Tapu Tahsis Belgesi sahipleri bu belge ile bağ kurup taşınmazın mülkiyetini alma hakkına sahiptirler. Ancak yasa31 Mayıs 2023tarihinde yürürlükten kalkacağından bu hakkın kullanılması için yaklaşık 1.5 aylık bir süre kalmıştır. Dolayısıyla tapu tahsis belgesi sahiplerinin belgeye bağlı haklarını kaybetmemek için belirtilen tarihe kadar idari veya adli başvurularda bulunmaları büyük önem taşımaktadır. Yaklaşık 40 yıldır hem yapma tekniğinden hem de ilgili kurumların eşgüdüm içerisinde çalışamamasından kaynaklanan sorunların değerlendirilmesi müstakil ve uzun bir başka çalışmanın konusu olmaya adaydır. E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. HAZİNE, BELEDİYE VE VAKIF ARAZİLERİNİ SATIN ALMA HAKKI VERENTAPU TAHSİS BELGESİ YÜRÜRLÜKTEN KALKIYOR. TAPU TAHSİS BELGESİ Tapu tahsis belgesinin sahibine sağladığı haklar: SATIN ALMA VE DAVA SONUÇ : Benzer yazılar:Taşınmazı İhale İle Sattırmadan Hissedarı Paydaşlıktan ÇıkarmaYargı Kararlarıyla İmar Kirliliğine Neden Olma SuçuYapı Kayıt Belgesinin İptali ve Sonrasındaki SüreçYapı Kayıt Belgesinin Hukuki Niteliği Ve Sağladığı Haklar", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/tapu-tahsis-belgesi-yururlukten-kalkiyor/"}
{"prompt": "İçindekiler Mühür egemenliğin bir simgesidir. Eskiden yalnızca iktidar sahiplerinin elinde bulunan mühür günümüzde memurların kullandığı bir iktidar sembolüdür. Bir yasağın devlet iktidarı ve yasayla ilişkisini gösterir, kesinlik belirterek ilan eder. Bu yazıda mühür bozma suçuna ilişkin önemli hususlarla alakalı yargı kararlarını derledik. Kanunda ve bilimsel eserlerde bu suça ilişkin hükümleri ve açıklamalarını kolaylıkla bulabilirsiniz. Biz burada yüksek yargı organlarının bu hususları nasıl anlayıp karara bağladığına ilişkin örnekler sunmakla yetiniyoruz. Yargıtay Ceza Genel Kuruluna göresuç iki şekilde işlenebilir: 1- Yetkili makamlarca konulan mührün kaldırılması 2- Mührün konuluş amacına aykırı hareket edilmesi. E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. SUÇUN OLUŞMASI MÜHRÜN GEÇERLİLİĞİBAKIMINDAN GETİRİLMİŞ KRİTERLER MÜHÜR BOZMA SUÇUNUN FAİLİVE OLAYIN ÖZELLİKLERİBAKIMINDAN GETİRİLEN KRİTERLER MÜHÜR BOZMA SUÇUNDA“BİLME” KRİTERİ: MÜHÜR BOZMA SUÇUNUN YARGILAMASINA İLİŞKİN KRİTERLER: Benzer yazılar:Yargı Kararlarıyla Tiny HouselarYargı Kararlarıyla 2863 Sayılı Kanuna Muhalefet (Sit Alanları Ve Koruma Alanlarında Kaçak İnşai Faaliyet)Yargı Kararlarıyla Kat Malikleri Kurulunun Her Zaman İptali İstenebilecek/Hak Düşürücü Süreye Tabi Olmayan KararlarıYargı Kararlarıyla Korsan Taşımacılık (Uber, Martı Tag)", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/yargi-kararlariyla-muhur-bozma-sucu-muhur-fekki/"}
{"prompt": "İçindekiler 15.04.2024 tarihinde Yeniden Refah Partisi İstanbul Milletvekili Doğan Bekin tarafından Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne 3194 sayılıİmar Kanunu’nda Değişiklik Yapılması Hakkında bir Kanun Teklifi sunuldu. Söz konusu teklif, 2018 yılında imar barışı adı altında yürürlüğe giren ve 31 Aralık 2017’ye kadar yapılmış yapıları kapsayan uygulamayı uzatan mahiyette bir değişiklik önermektedir. Bunun yanında anılan imar barışına ilaveten yapı kayıt belgesi için başvurulacak yapının afet risklerine dirençli olması şartı eklenmiştir.Bu yazıda teklifin olduğu haliyle kabul edilmesi durumunda ne tür hukuki haklar yaratılacağını ele alacağız. 2018 tarihli İmar Barışı 31.12.2017 tarihine kadar kişinin kendi tapulu arsası, belediye arazisi veya hazine arazisi üzerine yapmış olduğu kaçak yapıları kapsamı altına almış ve bu yapılar için süresi dahilinde başvurulduğu takdirde yapı kayıt belgesi alma hakkı getirmişti. 2024 tarihli kanun değişikliği teklifi 31.12.2023 tarihine kadar yapılmış olan yapıları uygulamanın kapsamına dahil etmektedir. Böylelikle 2018 yılındaki düzenleme çerçevesinde belirtilen sürelere uygun olarak başvuruda bulunmamış olanlar ile 31.12.2017 tarihinden 31.12.2023 tarihine kadar olan sürede yapılmış olan yapılar da söz konusu imar barışı kapsamına alınmış olmaktadır. Böylece bütün bu yapılar, kendilerini kaçak olmaktan çıkarıp hukuki hale getiren yapı kayıt belgesini alabilir hale gelmektedir. 2018 yılında getirilen imar barışı çerçevesinde belediyelere ait taşınmazlar üzerine inşa edilen kaçak yapılar için yapı kayıt belgesi alınmış olması durumunda süre sınırlaması getirilmeksizin satın alma talebinde bulunulabileceği düzenlenmişti. Ancak hazineye ait taşınmazlar üzerindeki yapı kayıt belgeli yapılar için 31.12.2022 tarihine kadar satın alma talebinde bulunma şartı getirilmişti. Söz konusu değişiklik bu düzenlemede yer alan tarihi 31.12.2028’e kadar uzatmaktadır. Bunun mevcut durum açısından iki sonucu bulunmaktadır: Söz konusu teklif, yapılması planlanan değişiklik öncesinde, yani 2018 İmar Barışı uygulaması çerçevesinde yapı kayıt belgesi alıp düzenlemede belirtilen sürelere aykırılık nedeniyle belgeleri iptal edilenler hakkında af düzenlemesi anlamına gelebilecek bir hüküm öngörmektedir. Buna göre söz konusu kişiler hakkında tesis edilen yıkım ve tahsil edilmeyen imar para cezaları iptal edilecektir. Ancak ödenmiş olan idari para cezaları iade edilmeyecektir. Ayrıca bu kişiler hakkında kamu davası açılmayacak, açılmış kamu davaları düşecek ve mahkum olunan cezalar tüm sonuçlarıyla birlikte ortadan kalkacaktır. (Dolayısıyla mahkum olduğu idari para cezasını zamanında ödemeyenler bu teklif tarafından ödüllendirilirken her zamanki gibi idari para cezasını zamanında ödeyenler cezalandırılmaktadır. Neredeyse bu teklif idari para cezasını zamanında ödeyen vatandaşlara “keşke sen de ödemeseydin güzel kardeşim” diyerek benzer af düzenlemelerinde olduğu gibi hukuka uymayanların sırtını sıvazlamaktadır.) Değişiklik önerisinde başvuru süresi03.05.2024olarak belirtilmiştir. Bununla paralel olarak yapı kayıt belgesi bedelinin ödenmesi için de30.05.2024tarihi öngörülmüştür. Ne var ki teklifin olası bir kabulü çerçevesinde bu tarihlerin, kabul ve yürürlüğe giriş tarihi ile uyumlu bir şekilde değiştirileceği kesindir. Değişiklik teklifi bu yeni düzenleme çerçevesinde yapılacak başvurular için 2018 imar barışında bulunmayan yeni bir koşul aramaktadır: Afet risklerine karşı dirençli olmak. Bu koşul yeni düzenleme ile yapılacak bütün başvuruları kapsadığından yapılış tarihi farketmeksizin ve bir önceki başlıkta değindiğimiz yapı kayıt belgelerinin iptali üzerine yapılacak yeni başvurular bakımından da geçerli olacaktır. Bununla birlikte afet risklerine dirençli olmanın tanımı yapılmadığı gibi, böyle bir tespitin hangi kurum tarafından hangi kriterlere göre ve ne tür bir talep üzerine gerçekleştirileceği belirsizlik taşımaktadır. Değişiklik önerisinin olası bir kabulünde başvuru süresinin kısa tutulması durumunda bu koşulun nasıl uygulanacağı aynı şekilde belirsizdir. Bununla birlikte herhangi bir tanım ve ölçütün belirlenmemiş olması bu koşulun tümüyle kağıt üzerinde kalma tehlikesini de doğurmaktadır. Dolayısıyla, yapı kayıt belgesi alan yapılar tıpkı ruhsatlı ve iskanlı yapılar gibi yasal hale gelmektedir. Yapı Kayıt Belgesi verildikten sonra 3194 sayılı İmar Kanunu uyarınca yıkım ve para cezası kararı alınması mümkün değildir.(İstanbul Bölge İdare Mahkemesi 5. İdari Dava Dairesinin 30.04.2019 tarih ve YD İtiraz No: 2019/507 sayılı kararı) Ayrıca, Yapı Kayıt Belgesi alan yapı imar mevzuatına uygun bir yapı sayıldığı için, yapı sahibi hakkında Türk Ceza Kanunu’nun 184/5. maddesi uyarınca, imar kirliliğine neden olma suçundan açılmış ceza soruşturması varsa takipsizlik kararı verilir, kamu davası açılmaz, açılmış olan kamu davası varsa düşer, mahkûm olunan ceza bütün sonuçlarıyla ortadan kalkar.(Yargıtay 11. Ceza Dairesi, 23.12.2019 tarih ve E:2018/5966, K:2019/9877 sayılı kararı) 3194 sayılı Kanun’un İmar Barışı düzenlemesi olarak bilinen Geçici 16. maddesinin 3. fıkrasında da, yukarıdaki maddelere benzer bir hüküm getirilmiş ve Yapı Kayıt Belgesininyapının kullanımı amacına yönelik olduğu, Yapı Kayıt Belgesi alan yapılara, geçici olarak su, elektrik ve doğalgaz bağlanabileceğidüzenlenmiştir. 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanunu’nun 12. maddesine göre; kat mülkiyetinin kurulması için yapı kullanma izin belgesinin tapu müdürlüğüne sunulması gerekmektedir. 3194 sayılı İmar Kanunu’nun Geçici 16. maddesinin 5. fıkrasında da benzer şekilde; Yapı Kayıt Belgesi alan yapılarda yapı kullanma izin belgesi aranmaksızın kat mülkiyeti tesis edilebileceği düzenlenmiştir. 10.08.2005 tarih ve 25602 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan İşyeri Açma ve Çalışma Ruhsatlarına İlişkin Yönetmelik uyarınca, İşyeri Açma ve Çalışma Ruhsatı verilebilmesi için yapı kullanma izin belgesinin ilgili idareye sunulması gerekmektedir. Yapı Kayıt Belgesi Verilmesine İlişkin Usul ve Esasalar Tebliği’nin 6. maddesinin 8. fıkrasında da; Yapı Kayıt Belgesi verilen yapılarda işyeri açma ve çalışma ruhsatının yapı kullanma izin belgesi aranmaksızın verileceği düzenlenmiştir. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Alt Yapı ve Kentsel Dönüşüm Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nün E.163242 sayılı yazısında da;“İşyeri açma ve çalışma ruhsatı verilirkenyapı kayıt belgesi olan yapıların yapı kullanım izin belgesi aranmaksızın değerlendirilmesi gerektiği,ancak yapı kullanma izin belgesi dışında işyeri açma ve çalışma ruhsatı verilirken ilgili mevzuatlar gereğince aranan özel şartlar var ise bu şartların yerine getirilmesinin gerektiği”belirtilmiştir. 14.02.2020 tarih ve 7221 sayılı Kanunla İmar Kanunu’na eklenen Geçici 21. maddeye göre; yapı kayıt belgesi alınan yapılarda, ilave inşaat alanı ihdas edilmemek şartıyla, 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanununa göre güçlendirme kararı alınarak güçlendirme yapılabilmesi mümkün hale getirilmiştir. Bu yapılarda güçlendirme izni, bu Kanunda ve ilgili diğer mevzuatta öngörülen şartlara ve kısıtlamalara tabi olmaksızın, güçlendirme projesine istinaden ilgili idaresince verilir. Güçlendirilecek olan yapının üzerinde bulunduğu taşınmazın mülkiyetinin belediyeye veya Hazineye ait olması durumunda; taşınmaz satın alınmadıkça güçlendirme yapılamaz. Güçlendirilecek yapının üçüncü kişilere ait taşınmazlara tecavüzlü olması durumunda güçlendirme için taşınmazına tecavüzlü üçüncü şahısların muvafakati aranır. İmar Kanunu’nun Geçici 16. Maddesi ve Yapı Kayıt Belgesi Tebliğine göre; hazine arazileri üzerine yapılan yapılar hakkında Yapı Kayıt Belgesi alınması halinde bu taşınmazlar, öncelikle Bakanlığa tahsis edilerek Bakanlıkça Yapı Kayıt Belgesi sahibine öncelik verilerek satılacaktır. Belediye taşınmazları üzerine inşa edilen yapılar ise, belediye tarafından doğrudan satılacaktır. Düzenlemede dikkat çeken husus, söz konusu taşınmazlar hakkında Yapı Kayıt Belgesi alınması halinde taşınmazın satılması konusunda Bakanlık ve belediyelerin bağlı yetkisi olduğudur. Diğer bir deyişle hazine ve belediye mülkiyetinde olan yapılar, imar barışı düzenlemesi vesilesiyle özel mülkiyete açılmak zorundadır. Nitekim İstanbul 5. İdare Mahkemesi’nin 27.12.2019 tarih ve E:2019943, K:20192577 sayılı kararında; “7143 sayılı Yasa ile 3194 sayılı İmar Kanununa ilave edilen geçici 16. maddesinde, yapı kayıt belgesine konu yapının ve arsasının alanın bedelinin ödenmesi ve 31/12/2019 tarihine kadar başvurulması koşullarının gerçekleşmesi halinde Hazineye ait taşınmazlar üzerine inşa edilen yapıların tahsis yapılacak olan Bakanlık tarafından, belediyelere ait taşınmazlar üzerine inşa edilmiş yapılar da ise, ilgili belediyelerce yapının bulunduğu alanın ifrazı yapılarak, ifrazın mümkün olmaması durumunda hisseli olarak yapı kayıt belgesi alınan yapıların sahipleri ile bunların kanuni veya akdi haleflerine doğrudan satışının yapılması öngörülmüştür. Bu bağlamda, taşınmaz maliki idarenin, 3194 sayılı Kanunun geçici 16.maddesinde yer alan yukarıda belirtilen koşulların sağlanması halinde, yapı kayıt belgesi düzenlenemeyecek yapılar ayrıksı tutulmak kaydıyla, yapı kayıt belgesine konu edilen yapı ve arsasını kullanımında bulunduran kişilere doğrudan satma konusunda bağlı yetkisi bulunmaktadır.”gerekçesine yer verilerek, Yapı Kayıt Belgesi Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından iptal edilmediği sürece, söz konusu parselin davacının yapısının bulunduğu kısmının bedeli ödenmek koşuluyla 3194 sayılı İmar Kanununun Geçici 16.maddesi ile anılan yasa uyarınca yayımlanan Yapı Kayıt Belgesi Verilmesine İlişkin Usul Ve Esaslar’ın 7.maddesinin 2. ve 4. bendi hükümleri uyarınca yapının bulunduğu alanın ifrazı yapılarak, ifrazın mümkün olmaması durumunda hisseli satışının yapılması gerektiğine karar verilmiştir. 26 Aralık 2019 tarih ve 30990 sayılı Resmî Gazetede Yayımlanarak yürürlüğe giren 396 sayılı Milli Emlak Genel Tebliği ile de; Yapı Kayıt Belgesi alınan yapıların bulunduğu Hazineye ait taşınmazların, Yapı Kayıt Belgesi sahiplerine satışına ilişkin usul ve esasları belirlenmiştir. E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. KAÇAK YAPILAR İÇİN YAPI KAYIT BELGESİ ALMA HAKKI SATIN ALMA SÜRESİNİN UZATILMASI 2018 SONRASI ALINAN YAPI KAYIT BELGELERİNİN İPTALİNE YÖNELİK DÜZENLEMELER BAŞVURU SÜRELERİ 2018 İMAR BARIŞINA EK OLARAK GETİRİLEN AFET RİSKLERİNE KARŞI DAYANIKLI OLMA KOŞULU YAPI KAYIT BELGESİNİN BAŞVURU SAHİBİNE SAĞLADIĞI HAKLAR Benzer yazılar:Tapu Tahsis Belgesi Yürürlükten KalkıyorYapı Kayıt Belgesinin İptali ve Sonrasındaki SüreçYapı Kayıt Belgesinin Kısmen İptaliYapı Kayıt Belgesinin İptali Davalarında Anayasaya Aykırılık İddiası", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/meclisteki-imar-barisi-teklifinin-sartlari/"}
{"prompt": "İçindekiler Basına yansıyan haberlerle Tiny House olarak adlandırılan mobil evlerin Edirne İl Özel İdaresi kararıyla yıkıma konu edildiklerini öğrenmiş bulunuyoruz. Söz konusu mobil evler Karayolları Trafik Yönetmeliği kapsamında ‘tip onay belgesi’ bulunan, plakalı ve ruhsatlı olarak yasal bakımdan “Çekme Karavan” ile aynı niteliktedir. Bununla birlikte şikâyete ya da denetime konu olduklarında bu mobil evlerin Yapı Tatil Tutanağına konu edilerek “yapı” sayıldığını haklarında yıkım kararı alındığını ancak bazılarının“yıkıldığını”bazılarının da“yediemin otoparklarına götürüldüğünü”görmekteyiz. Edirne İl Özel İdaresinden yapılan açıklamada şu ifadeler kullanılmıştır:“Tiny House adı verilen yapıların römork oldukları ve araç niteliğinde sayılmaları gerektiği, 3194 sayılı İmar Kanunu uyarınca yıkım kararı alınamayacağı yönünde bir algı oluşturulmaya çalışılmaktadır.” Açıklamadan anlaşıldığı kadarıyla Edirne İl Özel İdaresi ‘Tiny House’ların Araç Niteliğinde olmadıkları konusunda hiçbir şüphe taşımamakta, bu yöndeki beyanları “algı oluşturmak” şeklinde nitelemektedir. Ne yazık ki mevcut yasal durum bu kadar açık ve basit değildir. Zira, öncelikle bu araçlar yetkili birimlerce verilen plakaya ve tip onay belgelerine sahiptirler. Ayrıca bu yeni bir durum da değildir. Onlarca yıldır özellikle tatil beldelerinde hayatın bir parçası haline gelen ekseriyetle beyaz renkli çekme karavanlar aynı şekilde tip onay belgesiyle ruhsatlandırılmaktadır. Temelde çekme karavanlarla aynı işleve sahip ‘Tiny House’ların hangi sınır aşıldıktan sonra yapı sayılacağına karar vermek o kadar da açık değildir. Bunun yanında Tiny House’lar da çok yeni uygulamalar değildir. Uzun süredir hukuki bir engelle karşılaşmadan kullanılan bu araçların birdenbire araç niteliğinden idari kararla hedef alınması idarenin işleyişi bakımından kaygı vericidir. Son olarak bu araçların yasal izinler ve ruhsatlar çerçevesinde üretilmeye ve satılmaya devam ettiği de unutulmamalıdır. Bu soruyu cevaplamak için ruhsatların veriliş amaçlarına bakmak gerekmektedir.18 Ocak tarihli Resmi Gazete’deTurizm Tesislerinin Niteliklerine İlişkin Yönetmeliğe yapılan ekleme ile“mobil evler”:“ilgili mevzuata uygun şekilde O2 sınıfı tip onay belgesine sahip, bir motorlu araç tarafından çekilmek üzere tasarlanmış, konaklama birimi şeklinde düzenlenmiş, içinde yaşam alanı, yatak ile banyo-tuvalet bulunan 13/10/1983 tarihli ve 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanununa tabi araç” olarak tanımlanmış bulunuyor. Bu tanıma rağmen Belediyelere ve İl Özel İdarelerine göre“mobil evlerin”yalnızca kara yolunda bulunmalarına izin verilmektedir. Peki mutfağı, banyosu, yatak odası bulunan ve yönetmelikte “konaklama birimi” olarak tanımlanan bir araç sadece karayolunda gezdirilmek amacıyla imal edilmiş olabilir mi? Aynı tutumun çekme karavanlar için de gösterilmesi gerekmez mi? Dolayısıyla herhangi bir römork, çekme karavan veya herhangi bir araç bakımından yasak olmayan bir “park etme” durumu hangi hukuki gerekçe ile mobil evler için yasaklanacaktır? Mevcut yasal düzenlemelere göre mobil evlerin bulundurulamayacağı, duramayacağı, park edemeyeceği tek yer araç park etmenin yasak olduğu yerlerdir. Anlaşıldığı kadarıyla mobil evler imar mevzuatını dolanmanın bir aracı olarak görülmeye başlanmıştır. Bu durumda yetkili makamlar mobil ev uygulamasını imkânsız hale getirmek için bu araçların imar mevzuatına tabi bir yapı sayma yoluna gitmektedirler. Böylece imar mevzuatına uygun bir şekilde inşa edilmiş bir yapı olmadıklarından bahisle bu araçlar hakkında yapı tatil tutanağı tutulmakta, buna bağlı olarak da yıkım kararı alınmaktadır. Ancak sahibi tarafından araç muayenesine götürülüp muayeneden geçebilecek olan bir aracın “yapı” sayılmasını izah etmek hayli zordur. Üstelik uygulamada yıkım kararı verildikten sonra söz konusu araçların yediemin otoparkına götürülmesi bu uygulamanın tuhaflığını bir kez daha göstermektedir. Zira bir yapının “otoparka” çekilmesini anlamak zordur. Mobil evlerin imar mevzuatını dolanmak için kullanılıp kullanılmadığı bambaşka bir meseledir. Eğer böyle bir tespit ve bu tespitin gerektirdiği düşünülen önlemler söz konusuysa yasal düzenlemeler marifetiyle çeşitli sınırlamalar yahut yasaklar getirmek mümkündür. Ancak şuandaki sorun idarenin yetkili makamlarınca ruhsatlandırılmış araçların herhangi bir açık ihlal olmamasına rağmen mevcut mevzuatın ve mantık kurallarının zorlanarak mevcut hak sahiplerinin hukuki ve maddi zarara uğratılmasından ibarettir. Eğer belediyelerin ve il özel idarelerinin bu tutumu istikrar kazanacak olursa konuyla ilgili sorunların gereksiz bir karmaşa yaratacağını öngörmek hiç de zor değil. Eğer mobil evlerin fiilen kullanımıyla ilgili bazı sorunlar varsa bu sorunlu alanlar dikkatle tespit edilip genel ve dayanaksız bir yasaktan ziyade tutarlı ve yapıcı bir düzenleme ortaya çıkarılmalıdır. Zira mevcut durumda bir mobil ev sahibinin mobil evini herhangi bir vasıftaki boş arazisine koyması bile mümkün değilmiş gibi duruyor. Dolayısıyla farklı vasıflardaki araziler için farklı düzenlemelerin süratle yapılması gerekiyor. Mobil evlerin taşınabilirliği göz önünde tutularak kalıcı yapılara oranla daha hoşgörülü yaklaşılması gerekiyor. Bunun yanında mobil evlerin kişisel kullanım kapsamında mı kaldığı yoksa işletme amacıyla mı bulundurulduğu dikkate alınmak zorunda. Ancak yine geçicilikleri dikkate alınarak işletmelerin çevreye verdiği olası zarar değerlendirilirken mobil evlerin kalıcı yapılara nispetle daha çevreci olabileceğini unutmamak gerekiyor. Kesinlikle gözden kaçırılmaması gereken husus mevcut mobil evlerin Karayolları Trafik Kanununa tabi araçlar olarak ruhsatlandırılmış olmasıdır. On binlerce mobil ev üretilmiş ruhsatlandırılmış, satılmış ve kullanılmaktayken herhangi bir yasal dayanağı olmaksızın idarenin bu araçlara fiili bir yasak getirmesi, yıkımlarına karar vermesi, kullanımını engellemesi hukuki öngörülebilirliği tümüyle ortadan kaldırmaktadır. Bu belirsizlik ve hukuki dayanaksızlık ortamında idarenin bu tasarrufları anlamsız bir maddi kayba yol açmaktadır. Konuyla ilgili özel ve kapsamlı bir düzenleme ihtiyacı olduğu açıktır. Ancak bu ihtiyaç bahane edilerek hukuka aykırı bir şekilde yurttaşların malvarlıklarına zarar vermek savunulamaz. E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. RUHSATLI BİR “ARACA” RUHSATSIZ BİR “YAPI” MUAMELESİ YAPILABİLİR Mİ? SONUÇ Benzer yazılar:Yargı Kararlarıyla İmar Para CezalarıSit Alanı, Kıyı, Orman Gibi Özel Kanunlara Tabi Alanlardaki Yapı Kayıt Belgesi Bulunan Yapılar Hakkında Yıkım Ve Para Cezası Karar Alınabilir Mi?Kaçak İnşaat SorunuKaçak Yapıları “Karar Almadan” Yıkma Yetkisi Veren 775 Sayılı Gecekondu Kanunu Madde 18’in İptaline Dair Anayasa Mahkemesi Kararı", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/tiny-house-mobil-evlerin-yikilmasi-sorunu/"}
{"prompt": "İçindekiler 2981 sayılı İmar Affı Kanunundan sonra ikinci büyük imar affı, 3194 sayılı İmar Kanunu’na eklenen Geçici 16. maddeyle getirilmiştir. İmar Barışı olarak bilinen bu imkândan faydalanan yapılar için“Yapı Kayıt Belgesi”verilmiştir. 2981 sayılı Kanun uyarınca, hazine ve belediye arazileri üzerinde bulunan yapılar için “Tapu Tahsis Belgesi” verilmekteydi. Tapu tahsis belgesi, ileride tapu almaya esas bir belge yerine geçmekte ve aynı zamanda gecekondunun yıkımına da engel olmaktaydı. Özel mülkiyette bulunan ruhsatsız veya ruhsata aykırı yapılar için ise Ruhsat, Yapı Kullanma İzin Belgesi veya Ruhsat ve Yapı Kullanmaz İzin Belgesi birlikte verilmekteydi. Ayrıca, imar yoluna tecavüzlü yapılar için de 5 yıllık Geçici Ruhsat verilebileceği düzenlenmişti. İmar barışı kapsamında ise, bu şekilde üçlü bir ayrıma gidilmeden tüm yapılar için Yapı Kayıt Belgesinin düzenleneceği öngörülmüştür. Ancak uygulamada, Yapı Kayıt Belgesinin niteliğinin ne olduğu, ruhsat veya yapı kullanma izin belgesi niteliğinde olup olmadığı, özel kanunlar karşısında durumunun ne olduğu gibi sorunlar ortaya çıkmıştır. Bu yazımızda, belli bir tanımlama yapmak yerine, yapı kayıt belgesinin imar mevzuatı açısından sağladığı haklar esas alınarak hukuki niteliği incelenecektir. Sit alanı ve kıyı gibi özel kanunlara tabi olan alanlardaki yapılar için düzenlenen yapı kayıt belgesinin sağladığı haklar ve bu kanunlara muhalefet etme suçları nedeniyle açılan ceza davalarına etkisi ise ayrı bir yazıda incelenecektir. İmar Barışı düzenlemesinin yasal dayanağı olan 3194 sayılı İmar Kanunu’nun Geçici 16. maddesinin 4. fıkrasında; Yapı Kayıt Belgesi verilen yapılarla ilgili İmar Kanunu ve 2960 sayılı Boğaziçi Kanunu uyarınca alınmış yıkım kararları ile tahsil edilemeyen idari para cezalarının iptal edileceği düzenlenmiştir. Dolayısıyla, yapı kayıt belgesi alan yapılar tıpkı ruhsatlı ve iskanlı yapılar gibi yasal hale gelmektedir. Yapı Kayıt Belgesi verildikten sonra 3194 sayılı İmar Kanunu uyarınca yıkım ve para cezası kararı alınması mümkün değildir.(İstanbul Bölge İdare Mahkemesi 5. İdari Dava Dairesinin 30.04.2019 tarih ve YD İtiraz No: 2019/507 sayılı kararı) Yapı Kayıt Belgesi Tebliğinin 6. maddesine göre, yapı sahibi tarafından yapı kayıt belgesinin belediyeye veya il özel idaresine sunulması gerekir. 3194 sayılı İmar Kanunu’nun Geçici 16/4. maddesindeki“Yapı Kayıt Belgesi verilen yapılarla ilgili bu Kanun ve 2960 sayılı Kanun uyarınca alınmış yıkım kararları ile tahsil edilemeyen idari para cezaları iptal edilir.”hükmü ve usul ve yetkide paralellik ilkesi uyarınca, yıkım ve para cezasının, belediye veya il daimi encümeni tarafından iptal edilmesi gerekir. Diğer bir ifadeyle, yapı kayıt belgesi alınmadan önce verilen yıkım ve para cezaları hakkında açılan davalarda, sırf yapı kayı belgesi alındığı gerekçesiyle iptal kararı verilemez. (Danıştay 14. Dairesi, 27.02.2019 tarih ve E:2018/279, K:2019/1435 sayılı kararı) Yıkım ve para cezalarıyla ilgili devam eden davalarda, yapı kayıt belgesinin ilgili idareye sunulması üzerine, yıkım ve para cezasının ilgili idarece iptal edilirse, konusu kalmayan dava hakkında karar verilmesine yer olmadığına karar verilir.(Danıştay 14. Dairesi, 24.01.2019 tarih ve E:2018/4539, K:2019/507 sayılı kararı) Ayrıca, Yapı Kayıt Belgesi alan yapı imar mevzuatına uygun bir yapı sayıldığı için, yapı sahibi hakkında Türk Ceza Kanunu’nun 184/5. maddesi uyarınca, imar kirliliğine neden olma suçundan açılmış ceza soruşturması varsa takipsizlik kararı verilir, kamu davası açılmaz, açılmış olan kamu davası varsa düşer, mahkûm olunan ceza bütün sonuçlarıyla ortadan kalkar.(Yargıtay 11. Ceza Dairesi, 23.12.2019 tarih ve E:2018/5966, K:2019/9877 sayılı kararı) Fakat Yapı Kayıt Belgesi alındığı gerekçesiyle, Türk Ceza Kanunu’nun 203. maddesinde düzenlenen mühür bozma suçu yönünden davanın düşmesine karar verilemez. Zira, Yargıtay içtihatlarında;“sanığın, mühürleme işlemine rağmen inşaata devam etmesinin suç işleme kastını ortaya koyduğu ve suçun oluştuğu, sonradan ruhsat almasının suç kastını ortadan kaldırmayacağı”kabul edilmektedir.(Yargıtay 11. Ceza Dairesinin, 16.01.2019 tarih ve E:2017/6412, K:2019/548 sayılı kararı)Bu içtihat doğrultusunda, yapı kayıt belgesi alarak imar mevzuatına uygun hale gelen yapı hakkında sadece imar kirliliğine neden olma suçu yönünden düşme karar verileceği, mühür bozma suçu yönünden ise suçun unsurları oluşmuşsa mahkûmiyet kararı verileceği kabul edilmektedir.(Ankara BAM, 6. Ceza Dairesi, 22.03.2019 tarih ve E:2019/1335, K:2019/754 sayılı kararı) 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 30. maddesinde; yapının kullanılabilmesi yapı kullanma izin belgesinin alınmasının mecburi olduğu, 31. maddesinde ise; kullanma izni verilmeyen ve alınmayan yapıların izin alınıncaya kadar elektrik, su ve kanalizasyon hizmetlerinden ve tesislerinden faydalandırılmayacakları belirtilmiştir. 03.07.2017 tarih ve 30113 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan Planlı Alanlar İmar Yönetmeliği’nin “Tanımlar” başlıklı 4. maddesinde Yapı kullanma izin belgesi:“Yapının ruhsat eki projelerine uygun olarak tamamlandığını gösteren, yapının kullanımına izin veren onaylı belgeyi ifade eder.”şeklinde tanımlanmıştır. 3194 sayılı Kanun’un İmar Barışı düzenlemesi olarak bilinen Geçici 16. maddesinin 3. fıkrasında da, yukarıdaki maddelere benzer bir hüküm getirilmiş ve Yapı Kayıt Belgesininyapının kullanımı amacına yönelik olduğu, Yapı Kayıt Belgesi alan yapılara, geçici olarak su, elektrik ve doğalgaz bağlanabileceğidüzenlenmiştir. 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanunu’nun 12. maddesine göre; kat mülkiyetinin kurulması için yapı kullanma izin belgesinin tapu müdürlüğüne sunulması gerekmektedir. 3194 sayılı İmar Kanunu’nun Geçici 16. maddesinin 5. fıkrasında da benzer şekilde; Yapı Kayıt Belgesi alan yapılarda yapı kullanma izin belgesi aranmaksızın kat mülkiyeti tesis edilebileceği düzenlenmiştir. 10.08.2005 tarih ve 25602 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan İşyeri Açma ve Çalışma Ruhsatlarına İlişkin Yönetmelik uyarınca, İşyeri Açma ve Çalışma Ruhsatı verilebilmesi için yapı kullanma izin belgesinin ilgili idareye sunulması gerekmektedir. Yapı Kayıt Belgesi Verilmesine İlişkin Usul ve Esasalar Tebliği’nin 6. maddesinin 8. fıkrasında da; Yapı Kayıt Belgesi verilen yapılarda işyeri açma ve çalışma ruhsatının yapı kullanma izin belgesi aranmaksızın verileceği düzenlenmiştir. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Alt Yapı ve Kentsel Dönüşüm Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nün E.163242 sayılı yazısında da;“İşyeri açma ve çalışma ruhsatı verilirkenyapı kayıt belgesi olan yapıların yapı kullanım izin belgesi aranmaksızın değerlendirilmesi gerektiği,ancak yapı kullanma izin belgesi dışında işyeri açma ve çalışma ruhsatı verilirken ilgili mevzuatlar gereğince aranan özel şartlar var ise bu şartların yerine getirilmesinin gerektiği”belirtilmiştir. 14.02.2020 tarih ve 7221 sayılı Kanunla İmar Kanunu’na eklenen Geçici 21. maddeye göre; yapı kayıt belgesi alınan yapılarda, ilave inşaat alanı ihdas edilmemek şartıyla, 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanununa göre güçlendirme kararı alınarak güçlendirme yapılabilmesi mümkün hale getirilmiştir. Bu yapılarda güçlendirme izni, bu Kanunda ve ilgili diğer mevzuatta öngörülen şartlara ve kısıtlamalara tabi olmaksızın, güçlendirme projesine istinaden ilgili idaresince verilir. Güçlendirilecek olan yapının üzerinde bulunduğu taşınmazın mülkiyetinin belediyeye veya Hazineye ait olması durumunda; taşınmaz satın alınmadıkça güçlendirme yapılamaz. Güçlendirilecek yapının üçüncü kişilere ait taşınmazlara tecavüzlü olması durumunda güçlendirme için taşınmazına tecavüzlü üçüncü şahısların muvafakati aranır. İmar Kanunu’nun Geçici 16. Maddesi ve Yapı Kayıt Belgesi Tebliğine göre; hazine arazileri üzerine yapılan yapılar hakkında Yapı Kayıt Belgesi alınması halinde bu taşınmazlar, öncelikle Bakanlığa tahsis edilerek Bakanlıkça Yapı Kayıt Belgesi sahibine öncelik verilerek satılacaktır. Belediye taşınmazları üzerine inşa edilen yapılar ise, belediye tarafından doğrudan satılacaktır. Düzenlemede dikkat çeken husus, söz konusu taşınmazlar hakkında Yapı Kayıt Belgesi alınması halinde taşınmazın satılması konusunda Bakanlık ve belediyelerin bağlı yetkisi olduğudur. Diğer bir deyişle hazine ve belediye mülkiyetinde olan yapılar, imar barışı düzenlemesi vesilesiyle özel mülkiyete açılmak zorundadır. Nitekim İstanbul 5. İdare Mahkemesi’nin 27.12.2019 tarih ve E:2019943, K:20192577 sayılı kararında; “7143 sayılı Yasa ile 3194 sayılı İmar Kanununa ilave edilen geçici 16. maddesinde, yapı kayıt belgesine konu yapının ve arsasının alanın bedelinin ödenmesi ve 31/12/2019 tarihine kadar başvurulması koşullarının gerçekleşmesi halinde Hazineye ait taşınmazlar üzerine inşa edilen yapıların tahsis yapılacak olan Bakanlık tarafından, belediyelere ait taşınmazlar üzerine inşa edilmiş yapılar da ise, ilgili belediyelerce yapının bulunduğu alanın ifrazı yapılarak, ifrazın mümkün olmaması durumunda hisseli olarak yapı kayıt belgesi alınan yapıların sahipleri ile bunların kanuni veya akdi haleflerine doğrudan satışının yapılması öngörülmüştür. Bu bağlamda, taşınmaz maliki idarenin, 3194 sayılı Kanunun geçici 16.maddesinde yer alan yukarıda belirtilen koşulların sağlanması halinde, yapı kayıt belgesi düzenlenemeyecek yapılar ayrıksı tutulmak kaydıyla, yapı kayıt belgesine konu edilen yapı ve arsasını kullanımında bulunduran kişilere doğrudan satma konusunda bağlı yetkisi bulunmaktadır.”gerekçesine yer verilerek, Yapı Kayıt Belgesi Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından iptal edilmediği sürece, söz konusu parselin davacının yapısının bulunduğu kısmının bedeli ödenmek koşuluyla 3194 sayılı İmar Kanununun Geçici 16.maddesi ile anılan yasa uyarınca yayımlanan Yapı Kayıt Belgesi Verilmesine İlişkin Usul Ve Esaslar’ın 7.maddesinin 2. ve 4. bendi hükümleri uyarınca yapının bulunduğu alanın ifrazı yapılarak, ifrazın mümkün olmaması durumunda hisseli satışının yapılması gerektiğine karar verilmiştir. 26 Aralık 2019 tarih ve 30990 sayılı Resmî Gazetede Yayımlanarak yürürlüğe giren 396 sayılı Milli Emlak Genel Tebliği ile de; Yapı Kayıt Belgesi alınan yapıların bulunduğu Hazineye ait taşınmazların, Yapı Kayıt Belgesi sahiplerine satışına ilişkin usul ve esasları belirlenmiştir. Görüldüğü üzere; İmar Barışından faydalanan yapılar için verilen “Yapı Kayıt Belgesi” yapıyı imar mevzuatı açısından ruhsatlı bir yapı gibi yasal hale getirdiği gibi, yapı kullanma izin belgesi bulunan bir yapının sağladığı tüm hakları da sağlamaktadır. Nitekim, İstanbul Bölge İdare Mahkemesi 5. İdari Dava Dairesinin 30.04.2019 tarih ve YD İtiraz No: 2019/507 sayılı kararında da;“Yukarıda yer verilen mevzuat hükmü uyarınca, “yapı kayıt belgesi”; yapının kullanım amacına yönelik belgeler olup İmar Kanunu ve diğer imar mevzuat hükümlerine aykırı dahi olsa belli şartların varlığı halinde söz konusu yapıların kullanımına izin verilmekte, bu doğrultuda yapılara elektrik, su, doğalgaz aboneliği bağlanabilmesi imkanı tanınmakta, hatta cins değişikliği ve kat mülkiyeti kurulabilmesi mümkün kılınmaktadır.Bu itibarla, “yapı kayıt belgesi” verilmiş ve yapı kullanma izni bulunmayan yapılara, mezkur belge ile “yapı kullanma izni” verilmiş yapılara tanınmış haklar tanınmaktadır.”gerekçesine yer verilmiştir. E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. GİRİŞ 1- Yapı Kayıt Belgesi, Yapıyı Ruhsatlı ve İskanlı Bir Yapı Gibi Yasal Hale Getirmektedir 2- Yapı Kayıt Belgesi, İmar Kirliliğine Neden Olma Suçundan Ceza Verilmesini Engeller 3- Yapı Kayıt Belgesi, Yapı Kullanma İzin Belgesi Gibi Yapının Kullanım Hakkını Vermektedir 4- Yapı Kayıt Belgesi, Kat Mülkiyeti Tesisi İçin Gerekli Olan “Yapı Kullanma İzin Belgesi” Bulunması Şartını Sağlamaktadır 5- Yapı Kayıt Belgesi, İşyeri Açma ve Çalışma Ruhsatı İçin Aranan “Yapı Kullanma İzin Belgesi” Bulunması Şartını Sağlamaktadır 6- Yapı Kayıt Belgesi Alan Yapılarda Güçlendirme Yapmak Mümkündür 7- Yapı Kayıt Belgesi Alan Gecekondu Sahiplerine, Hazine ve Belediye Arazilerini Doğrudan Satın Alma Hakkı Tanınmıştır SONUÇ Benzer yazılar:Tapu Tahsis Belgesi Yürürlükten KalkıyorTaşınmazı İhale İle Sattırmadan Hissedarı Paydaşlıktan ÇıkarmaYapı Kayıt Belgesinin İptali ve Sonrasındaki SüreçYargı Kararlarıyla İmar Kirliliğine Neden Olma Suçu", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/yapi-kayit-belgesinin-hukuki-niteligi-ve-sagladigi-haklar/"}
{"prompt": "İçindekiler İmar mevzuatımız ruhsatsız veya ruhsat projesine aykırı yapıların ortadan kaldırılmasını ve bu yapıları yapanlara imar para cezası verilmesini düzenler. Bunun yanında, 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 42. maddesi, şu durumlarda imar para cezası uygulanması öngörülmüştür: Anayasa Mahkemesinin aşağıda açıklayacağımız 15.5.1997 tarihli, E:1996/72, K:1997/51 sayılı kararında imar para cezalarına yapılacak itirazların idari yargı kurallarına tabi olduğu ve yargılamanın idare mahkemelerinde yapılacağı belirtilmiştir. Bu nedenle imar para cezalarına idari yargıda dava açılmaktadır. 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 2. maddesinin (1/a) bendi uyarınca idari işlemler;yetki, şekil, sebep, konuveamaçyönlerinden yargısal denetime tabi tutulmaktadır. Bu çalışmada genel olarak imar para cezalarının niteliğine ve uygulanmasına yönelik yargı kararları ile bu cezaların yetki, şekil, sebep, konu, amaç unsurları bakımından idari yargı perspektifinden nasıl ele alındığını yine yargı kararlarıyla ele alacağız. Aslında Kabahatler Kanunu’nun 16. maddesine göre, idari para cezaları Kabahatler Kanununa tabidir. İmar para cezaları 5326 sayılı Kabahatler Kanunu’nun 16. maddesinde belirtilen idari yaptırım türlerinden biridir(Danıştay 14. Dairesi E:2012/4890 K:2013/1996 21.03.2013).Bu kapsamda, önceleri imar para cezaları da kabahatler kanunu kapsamında değerlendiriliyordu. Yıkım kararına karşı idare mahkemesine, para cezasına karşı ise, para cezası Kabahatler Kanununa tabi sayıldığından cezanın tebliğinden itibaren yedi gün içinde sulh ceza mahkemesine müracaat edilmesi gerekiyordu. Ancak Anayasa Mahkemesinin15.5.1997 tarihli, E: 1996/72, K: 1997/51 sayılı kararı ile imar para cezalarına yapılacak itirazların idari yargı kurallarına tabi olduğuna ve yargılamanın idare mahkemelerinde yapılacağına hükmedilmiştir.Bu karar Kabahatler Kanunu kurallarının idari yargıda uygulanması ve imar para cezalarının idari yargı usulüne göre yargılanması neticesini doğurmuştur. Bununla birlikte para cezalarının zaman aşımı süresi bakımından“özel kanun”niteliğinde olan ve daha sonra yürürlüğe giren 5326 sayılı Kabahatler Kanununda yer alan zamanaşımı sürelerinin esas alınması gerekir. Zamanaşımı süresi, kabahate ilişkin tanımdaki fiilin işlenmesiyle veya neticenin gerçekleşmesiyle işlemeye başlar. Kabahati oluşturan fiilin aynı zamanda suç oluşturması halinde suça ilişkin dava zamanaşımı hükümleri uygulanır(İstanbul Bölge İdare Mahkemesi, 5. İDD, E:2017/193 K:2017/722, 23.5.2017). 3194 sayılı Kanun, 1608 sayılı Kanun ile Kabahatler Kanunu’na göre verilen para cezaları başta olmak üzere belediyece verilen para cezalarınagecikme zammı veya gecikme faizi uygulanamaz(Yerel Yönetimler Genel Müdürlüğü’nün 13/12/2021 tarihli ve e-14399437-622.02-2439664 sayılı görüş yazısı). Para cezası uygulanırken tespit tarihindeki bedeller esas alınmalıdır. Encümen kararının alındığı tarihte farklı bir bedel uygulanıyor olsa bile encümen tespitin yapıldığı tarihe göre hesaplama yapmalıdır(Danıştay 6. Dairesi, 25.12.2006, E:2005/27, K:2006/6616). İmar Kanunu madde 42/3’teki maktu para cezasının verilebilmesi için ön koşul bir aylık süre tanınmasıdır. Tespit tarihinden itibaren bir aylık süre geçmeden verilen para cezalarının iptali gerekir(Danıştay 14. Dairesi, 16.06.2016, E:2014/8675, K:2016/5013). İdari işlemin yetki unsurundan; idari işlemi yapmaya kimin yetkili olduğunu anlıyoruz. İmar para cezasının yetkili kamu idaresi tarafından verilmesi gerekir. Yetkisiz kamu idaresi tarafından verilen para cezasının iptali gerekir. İmar para cezalarında, belediye ve mücavir alan sınırlarında belediyeler yetkili idaredir. Bu alanların/sınırların dışında yetkili idare il özel idaresidir. Kanunda belediye ve mücavir alan sınırları dışında valiliklerin yetkili olduğu yazmaktadır. İl Özel İdaresi Kanununun yürürlüğe girdiği 2005 yılından bu yana belediye ve mücavir alan sınırları dışında imar ile ilgili yetkiler il özel idarelerine geçtiği için yıkım ve para cezası gibi işlemler de il özel idareleri tarafından yerine getirilir. Genel olarak büyükşehirlerde imar para cezası uygulamaya ilçe belediyeleri yetkilidir. Ama 5216 sayılı Kanun madde 11’e göre büyükşehir belediyesi tüm şehir çapında denetim yapmaya yetkilidir. İmara aykırı yapılar tespit edilirse ilgili ilçe belediyesine bildirilir. İlçe belediyesi 3 ay içinde işlem yapmazsa büyükşehir belediyesi yıkım ve para cezası uygulamaya yetkilidir. Danıştay’ın bir kararında, imara aykırı imalatlar ile ilgili olarak işlem tesis etme yetkisinin ilçe belediyesine ait olduğu, bu nedenle davalı idarece, tespit edilen aykırılığın, Büyükşehir Belediyesi tarafından 5216 sayılı yasanın yukarıda aktarılan 11. maddesi hükmü uyarınca gerekli işlem yapılmak üzere ilçe belediyesine bildirilerek, giderilmesi için adı geçen belediyeye üç ayı geçmemek üzere süre verilmesi ve bu süre zarfında bahse konu aykırılığın giderilmediğinin tespit edilmesi halinde, ancak o zaman 3194 sayılı İmar Kanununun 32. ve 42. maddelerinde belirtilen yetkilerin kullanılması gerekirken, belirtilen bu yasal prosedür işletilmeksizin, ilçe belediyesinin yetkili olduğu aşamada, 3194 sayılı Kanunun 42. maddesinde belirtilen yetkinin doğrudan kullanılması suretiyle para cezası uygulanması yönünde tesis edilen işlemdeyetki unsuruyönünden hukuka uyarlık görülmediği sonucuna varılmıştır(Danıştay 6. Dairesi, 10.3.2022, E: 2019/13725 K:2022/2928). Sit alanlarında yapılacak yapılar hakkında yıkım kararı alma konusunda belediye ve mücavir alan sınırları içinde belediyelerin yetkili olduğu anlaşılmış olup, idare mahkemesince, uyuşmazlığın esasının incelenmesi suretiyle bir karar verilmesi gerekirken, davalı belediyenin sit alanında imara ilişkin olarak yetkisinin bulunmadığından bahisle dava konusu işlemin iptali yolundaki idare mahkemesi kararında hukuki isabet görülmemiştir(Danıştay 14. Dairesi, 21.4.2016, E: 2014/2945, K: 2016/3182). Yeni kurulan belediyenin sınırları içerisinde kalan yapıları önceki belediye tarafından uygulanan ve henüz tahsil edilmemiş imar para cezalarının idarenin devamlılığı ilkesi gereği yeni kurulan belediye tarafından tahsil edilmesi gerekir(Danıştay 6. Dairesi, 04.02.1992, E: 1991/2055, K: 1992/430). İmar para cezası uygulamaya belediye ve mücavir alanlarda belediye encümeni, bu alanlar dışında il özel idareleri bünyesinde il encümeni karar verir(Danıştay 14. Dairesi e:2012/4962 k:2012/6897 10.10.2012). Kıyılarda imara aykırı yapı belediye ve mücavir alan sınırı içindeyse belediye encümeni, bunun dışındaki kıyılarda il encümeni yetkilidir(Danıştay 14. Hukuk dairesi 05.03.2014 e:2012/6054 k:2014/3063). 3194 sayılı Kanunun 42. maddesi uyarınca belediye ve mücavir alan sınırları içerisinde yapılan ruhsatsız inşaatı yapan yapı sahibine para cezası verilmesine karar vermeye ilgili belediye encümeni yetkili olduğundan, usulde ve yetkide paralellik ilkesi gereğince, belediye encümeninin bu işlemlerin kaldırılması veya geri alınması yolundaki başvurular hakkında da karar vermeye yetkilidir. Bu nedenle para cezası uygulanan kişi tarafından para cezasına ilişkin yapı sınıfının gözden geçirilerek yeniden hesaplanması, bu suretle ilk cezanın kaldırılması ve ödenen tutarın iadesi istemiyle yapılan başvurunun belediye encümenine sunularak encümence bir karar verilmesi gerekirken, belediye başkanlığı başkanlık makamınca bu yöndeki başvurunun reddedilmesinde hukuka uygunluk bulunmadığından, dava konusu işlemin yalnızcayetki unsuru yönündenincelenerek karar verilmesi gerekirken süre aşımı yönünden davanın reddi yolunda verilen bölge idare mahkemesi kararında hukuki isabet görülmemiştir.(Danıştay 6. Dairesi, E: 2019/14667 K: 2022/3202, 17.3.2022) Yani, para cezası ile ilgili karar vermeye yetkili belediye encümeninin aynı konu ile ilgili itirazlar hakkında da karar almaya yetkili olduğu, davacı tarafından hakkında verilen para cezasına yapılan itirazın konu ile ilgili yetkisi bulunmayan imar ve şehircilik müdürlüğü tarafından 16.02.2012 günlü işlemle cevaplandırılmış olmasında yetki unsuru bakımından hukuka uygunluk bulunmadığı gerekçesiyle dava konusu işlemin iptaline…(Danıştay 14. Dairesi, E: 2013/9819 K: 2015/2704, 08.04.2015) Para cezası uygulanması sürecinin en baştan itibaren bir silsile yoluyla yürümesi gerekir. Bütün bu hazırlık konuları usulüne uygun yapılmazsa para cezasının iptali gerekebilir. Sağlıklı bir tespit, ölçümler, aykırılıktan etkilenen alan, etkilenmeyen alan gibi hususlarda sağlıklı tespitler yapılması işlemin geçerliliği için zarurettir. “Oysa idarî işlemin şekil unsuru, hukuk düzeninde değişiklik meydana getirmeye yönelik iradenin kendisiyle açıklandığı şeydir. Şekil, bu iradenin maddî âlemdeki görüntüsüdür. Başka bir anlatımla, şekil denildiği zaman, hukukî işlemin içeriği değil, bu işlemin içinde yer aldığı şey, yani bu işlemin maddî varlığı anlaşılır. Şekil, hukukî işlemin taşıyıcısına, onun içinde yer aldığı belgeye, kendisiyle ifade edildiği söze, harekete işaret etmektedir (Gözler, Kemal, İdare Hukuku, Cilt 1, 2019, Bursa, s. 938). Görüldüğü üzere, idarî işlemin şekil unsuru ile işlemin içeriği farklı hususlardır. İşlemin içeriğini oluşturan unsurlar o işlemin yazılı şekilde yapılması, bir irade açıklamasının ürünü olması, irade açıklamasını yansıtan imza unsurunu taşıması gibi şekil şartlarından bağımsızdır. Bu kapsamda, her bir direk ve/veya armatür için ayrı ayrı tespit tutanağı düzenlenmemesi işlemin dış görünümünü oluşturanşekil unsurunuda sakatlayıcı nitelikte değildir(Danıştay 13. Dairesi, 27.4.2021, E: 2020/2566, K: 2021/1575). Ruhsat ve eklerine aykırı yapılmış yapılar nedeniyle para cezası verilmesine karar verilebilmesi için, il olarak idarece yapı hangi aşamada olursa olsun yapı tatil tutanağı düzenlenmesi gerekmekte olup, verilecek para cezasının ruhsata aykırılıkların durumuna, niteliğine ve sınıfına, yerleşmeye ve çevreye etkisine, can ve mal emniyetini tehdit edip etmediğine ve aykırılığı büyüklüğüne göre mevzuata aykırılığı her bir metrekaresi için hesaplanacak dikkate alındığında söz konusu tutanakta ruhsatsız ya da ruhsata aykırı yapının durumunun, niteliğinin, yerleşmeye ve çevreye etkisinin, can ve mal emniyetini tehdit edip etmediğinin ve metrekaresinin somut ve ayrıntılı olarak belirtilmesi gerekmektedir(Danıştay 14. Dairesi, E:2011/12887, K:2012/8667). 47 ayrı taşınmazın her biri için ayrı ayrı yapı tatil tutanağı düzenlenmesi ve tutanaklarda yapı ile ilgili tüm bilgilere yer verilmesi ruhsatsız, ruhsata aykırı kısımların ayrıntılı bir şekilde metrekareleri, krokisiyle, çizimleriyle gösterilmesi, teknik bilgilerin tutanağa işlenilmiş olması bakımından asgari düzeyde aranılması ve bulunması gereken saptamalar olmalıdır. İdare bunları bu şekilde yapmayıp toptancı bir yöntemle tek bir tutanakla tespitleri belirleme yoluna gitmiştir. Bu durum yıkım kararının özensiz tespit içerikli tutanakla tesis olunduğundanşekil unsuru sakatlığıoluşturmuştur. Şekil unsuru sakatlığı, bu haliyle esasa müteallik bir duruma yol açtığından, giderek konu ve sebep unsuru sakatlığını da tetikleyecek içeriktedir(Danıştay İDDK, 24.1.2019, E: 2017/4088, K: 2019/166). Bu anlamda belediyeler tarafından idari para cezası verilebilmesi için öncelikle belediyeye kanunlarla yetki verilmiş olması, daha sonra cezayı gerektiren fiilin şüpheye yer vermeyecek şekilde ortaya konulmuş olması ve cezanın ceza vermeye yetkili organ tarafından tesis edilmesi gerekmektedir. Bu şartlardan herhangi birinin eksik olması durumunda işlemşekil unsuruaçısında hukuka aykırı olacaktır. Yukarıda yer verilen mevzuat hükmünde de belediyeler tarafından verilecek idari para cezalarının kanunlarda belirtilmiş olması gerektiğini açıkça belirtmiştir. Bunun yanında, her ne kadar dava dosyasına tutanak ve fotoğraflar eklenmişse de, bu bilgi ve belgeler dava konusu işlemin sebebi olan ….yolu bozulması fiilinin davacı tarafından gerçekleştirildiğini ispatlamaya yeterli görülmemiştir.(İstanbul Bölge İdare Mahkemesi, 6. İDD, 22.3.2017, E: 2017/139, K: 2017/95) Kanunda yapı tatil tutanağı tutulduktan sonra on iş günü içerisinde encümen kararı alınacağı yazsa da, on iş günü geçtikten sonra para cezasına ilişkin karar alınması para cezasının iptali sebebi değildir(Konya BİM, 2. İdari Dava Dairesi, E: 2017/2779 K: 2018/805, 25.4.2018). Her idari işlemde olduğu gibi imar para cezalarında da amaç kamu yararıdır. Şahsi nedenlerle veya kin, garez gibi sebeplerle idari işlem tesis edilmesi mevzuata aykırılık teşkil edecektir. İmar Kanunu 42. maddede Kanunun hangi maddesindeki yükümlülüklerin yerine getirilmemesi halinde para cezası kesileceği, madde numaraları da yazılmak suretiyle belirtilmiştir. Burada yazmayan maddelere göre ya da başka mevzuatlarda belirtilen yükümlülüklerin ihlali halinde İmar Kanunu 42. maddeye göre para cezası verilemez(Danıştay 6. Dairesi, 12.04.2006, E:2004/1434, K:2006/1891). İmar para cezalarının en önemli sebepleri; ruhsatsız yapı yapmak ile ruhsat ve eklerine aykırı yapı yapmaktır. Yazının başında bahsedilen kanunda belirtilen diğer zorunluluklara uymamak da imar cezasının sebeplerindendir. Başka bir ifadeyle yaptırıma konu fiil ve bu fiile ilişkin tespitler imar para cezalarının sebep unsurunu oluşturur. Sebep unsuru idareyi o işlemi yapmaya iten, idarenin işlemine gerekçe oluşturan somut olay, olgu veya hukuki işlemleri ifade eder. Ruhsata aykırılıktan etkilenen alana göre oran ve miktar itibariyle hesaplama içeren imar para cezasına ilişkin encümen kararının dayanağı yapı tatil tutanağındaki hatalı belirlemeler nedeniyle sebep unsuru yönünden sakatlanan dava konusu işlemde hukuka uyarlık bulunmadığı gerekçesiyle dava konusu işlemin iptaline…(İstanbul Bölge İdare Mahkemesi, 4.1.2017, 5. İDD, E: 2016/527 K: 2017/22). İzinsiz olarak imalatına başlanan yapı hakkında tutanak tutulmasından sonra inşaata devam edilmesi halinde tespit edilen her yeni aykırılık için ayrı ayrı birden çok para cezası verilebilir(Danıştay 6. Dairesi, 20.02.2004, E:2002/6535 K:2004/934). Kanun, para cezalarının uygulanması açısından parseli değil, yapıyı esas almaktadır. Bu nedenle, aynı parselde birden fazla yapı varsa her bir yapı için ayrı ayrı para cezası tespit edilir.(Danıştay 6. Dairesi, 05.05.2004, E:2003/84, K:2004/2853).Keza birden fazla parsele yayılmış tek bir yapı için tek para cezası tespit edilmelidir(Danıştay 6. Dairesi, 20.02.2006, E:2004/4776, K:2006/659). Belediyenin sehven verdiği ruhsata uygun olarak bitirilen bir yapı için, ruhsatın sehven verildiği ve yapının imar mevzuatına aykırı olduğu gerekçesiyle imar para cezası verilemez(Danıştay 6. Dairesi, 17.09.2007, E:2005/3064, K:2007/4899). Ruhsatlı bir yapıya ruhsata aykırı olarak ilave kat yapıldığı tespit edilirse, sadece ruhsata aykırı kısım için para cezası belirlenmelidir. Yapının tümü esas alınarak para cezası verilemez(Danıştay 6. Dairesi 14.04.2006, E:2005/7550, K:2006/1946). İmar Kanunu madde 42/6’ya göre imar mevzuatına aykırı fiilin tekrar ettiği tespit edilirse para cezası bir kat arttırılarak uygulanır. Ancak bunun için ilk olarak belirlenen aykırılıklar nedeniyle para cezası verilmiş olması gerekir. İlk tespitten sonra inşaata devam edildiği tespit edilse de ilk tespit edilen aykırılık için para cezası verilmeden tekerrür hükümleri uygulanarak para cezası bir kat arttırılıp uygulanamaz. İlk tespitten sonra ceza uygulanmadan ikinci tespit yapılıp doğrudan bir kat arttırılarak uygulanan para cezasının iptali gerekir(Danıştay 14. Dairesi, 08.01.2014, E: 2013/2967 K:2014/620). İmar mevzuatına aykırı yapının tespit edilmesinden sonra ilgilisine yapıyı ruhsatlandırması, bu mümkün değilse yıkması için süre verilmesi, imar para cezası verilmesine engel değildir.(Danıştay 6. Daire, 20.10.2006, E:2004/3982, K:2006/4919) Ruhsat süresi dolduktan sonra; yapılan kısımda ruhsata aykırılık bulunmuyorsa ve inşaata devam edilmemişse, ruhsat süresinin dolduğu gerekçesiyle imar para cezası verilemez(Danıştay 6. Daire E:2003/281, K:2004/3882 16.06.2004). Alan kazanımı sağlamayan imalatlar (bina içinde duvar yıkma, duvar örme, pencere açma gibi) binanın statiğini etkilemiyorlarsa 42/b uyarınca imalatın maliyetinin %20’si tutarında ceza belirlenir. Statiği etkiliyorsa alan üzerinden ceza belirlenir(Danıştay 14. Dairesi, 28.01.2015, E:2014/7423, K:2015/500) Fabrika bacasından çıkan dumanın hava ve çevre kirliliğine neden olması sebebiyle Çevre Kanunu uyarınca ceza verilmesi İmar Kanunu uyarınca para cezası verilmesine engel değildir.(Danıştay 6. Daire, 02.06.2003, E:2002/2363, K:2003/3420) 1 nolu yapı tatil tutanağında, yapının oturmaya hazır halde olup olmadığı ve dış cephe kaplamasının tamamlanıp tamamlanmadığı hususunda bir bilgi yer almaması ve dolayısıyla yapının bu açılardan hangi durumda olduğu belirlenmemiş olması nedeniyle 2 nolu yapı tatil tutanağında yapının oturmaya hazır hale getirildiği ve dış cephe kaplamasının yapıldığının belirtilmesi, davacılar tarafından ruhsata aykırı inşai faaliyetin tekrarlandığının kabul edilmesi için yeterli olmadığından, dava konusu işlemdesebep unsuruyönünden hukuka uyarlılık bulunmadığı gerekçesiyle işlemin iptaline…(Danıştay 14. Dairesi, 31.1.2013, E: 2012/3938 K: 2013/538). İmar para cezası verilmesine ilişkin encümen kararlarının iptali yolunda hüküm kurulduğunun anlaşıldığı, dava konusu işlemin dayanağını oluşturan işlemlerin iptaline karar verilmesi nedeniyle, para cezası işleminin uygulanabilirliğinin ortadan kalktığı ve dolayısıyla, kamu alacağının tahsili bakımından gerekli olan kamu alacağının kesinleşmiş olması şartının gerçekleşmediği anlaşıldığından,sebep unsuruortadan kalkan dava konusu ödeme emrinde hukuka uyarlık görülmediği gerekçesiyle iptaline…(Danıştay 14. Dairesi, 4.3.2015, E: 2013/2812 K: 2015/1630). Olayda, yıkım ve para cezası verilmesine ilişkin kararın dayanağı olan yapı tatil zaptının iptaline karar verildiğinden, dava konusu kararın yasal dayanağı ortadan kalkmış bulunmaktadır. Bu durumda, iptal edilen yapı tatil zaptına dayalı olarak tesis edildiği anlaşılan dava konusu 10/07/2012 günlü, 1999 sayılı belediye encümen kararındasebep unsuruyönünden hukuka uyarlık bulunmadığından…(Danıştay 14. Dairesi, 21.4.2015, E: 2015/60 K: 2015/3174). Ruhsat ve eklerine aykırı tadilatlar nedeniyle tadilat ruhsatı alındığı anlaşıldığından, yıkıma ilişkin işleminneden unsurununortadan kalkması nedeniyle bu kısım hakkında karar verilmesine yer olmadığına, para cezasına gelince; objektif kriterler esas alınmadan para cezası miktarının belirlendiği anlaşıldığından hukuka uyarlık bulunmadığı gerekçesiyle işlemin bu kısmının iptaline…(Danıştay 6. Dairesi, 08.06.2009, E: 2007/1957, K: 2009/6958). Dava konusu encümen kararının dayanağı olan yapı tatil tutanağının fiili durumla örtüşmekle birlikte etkilenen alanların yanlış belirlendiği ve alana ilişkin hesaplama ve ölçümlendirmenin mevcut olmadığına ilişkin tespitlere yer verildiği, bu kapsamda para cezası hesaplaması yönüyle dava konusu işlemin sebep unsurunun sakatlandığı, bu durumda, ruhsata aykırılıktan etkilenen alana göre oran ve miktar itibariyle hesaplama içeren imar para cezasına ilişkin encümen kararının dayanağı yapı tatil tutanağındaki hatalı belirlemeler nedeniyle sebep unsuru yönünden sakatlanan dava konusu işlemde hukuka uyarlık bulunmadığı..(İstanbul Bölge İdare Mahkemesi, 5. İDD, 4.1.2017, E: 2016/527, K:2017/22) Dava konusu ödeme emrinin, dayanağı olan alacağın/idari para cezasının hukuka aykırılığı ortaya konulmakla dayanağı kalmadığı anlaşıldığından, dava konusu işlemde “sebep unsuru “ yönünden hukuka uyarlık bulunmadığı gerekçesiyle,dava konusu işlemin iptaline…(İzmir Bölge İdare Mahkemesi, 4. İDD, 26.11.2020, E: 2020/1907 K: 2020/1562). Mevzuatta öngörülen yaptırımlar ve bu yaptırımların kime ve nasıl uygulanacağı imar para cezalarının konu unsurunu oluşturur.Konu unsuru,idari işlemin doğurduğu (olaydaki para cezası gibi) hukuki sonucu ifade etmektedir. İmar para cezaları hem gerçek hem de tüzel kişiler adına tahakkuk ettirilebilir(Danıştay 6. Dairesi E:2019/6945, K:2019/13215).Bununla birlikte,ceza sorumluluğunun şahsî olduğunun belirtildiği, kabahat nedeniyle hakkında idarî yaptırım uygulanacak kişinin, söz konusu kabahati işleyen gerçek veya tüzel kişi olması gerektiği, fail dışında bir kişiye ceza verilmesi hâlinde işlemin konu unsuru bakımından hukuka aykırı olacağı(Danıştay İDDK, 28.12.2016, E: 2015/2716 K: 2016/3917)unutulmamalıdır. Ceza sorumluluğunun şahsiliği nedeniyle, işleme konu aykırılığı yapan kişi vefat etmişse mirasçılar adına para cezası verilemez ve idari yargıda da cezaların şahsiliği ilkesi bulunduğundan vefat eden kişiye verilen para cezası mirasçılardan tahsil edilemez(Danıştay 14. Dairesi 14.09.2012, E:2011/7236 K:2012/5409). Ancak, farklı mevzuat hükümlerinde öngörülen yaptırımların (konu unsuru) uygulanabilmesi, sebep (fiil) unsurunun hukuki nitelemesi yönünden yapılacak farklı bir değerlendirmeyi gerektiriyorsa; yani genel hükümler kapsamında yaptırım öngörülen bir fiil, bir başka kanun da konu ya da sebep unsurununstatüsündeki farklılaşmaya bağlı özel bir yaptırıma tabi tutuluyorsa, uygulanması gereken yaptırımın “genel hüküm-özel hüküm” ayrımına göre belirlenmesi zorunludur.Böyle bir durumda; ilgiliye sadece özel hüküm niteliğindeki kanunda belirlenen yaptırımın uygulanması gerektiği, hele ki özel kanunun uygulanacağı bir durum için genel hükümlerin uygulanmasını engelleyen açık emredici yasal düzenlemeler bulunduğu halde, özel kanunda öngörülmeyen yaptırımların genel kanunda yer aldığından bahisle olaya uygulanmasının, anayasanın 38. Maddesinde öngörülen“kanunilik “ ilkesiyle bağdaşmayacağı açıktır (İstanbul Bölge İdare Mahkemesi, 15.3.2018, 5. İDD, E: 2017/2737 K: 2018/593). Yapı sahibi, taşınmaz maliki ile her zaman aynı kişi olmayabilir. Ruhsatsız yapıyı yapan kişinin taşınmaz malikinden farklı bir kişi olduğunun anlaşılması durumunda, taşınmaz maliki adına değil, yapıyı yapan kişi adına para cezası verilir. İzinsiz yapıyı yapan kişi taşınmazı daha sonra başkasına satsa da, para cezası yapıyı yapana verilir(Danıştay 6. Dairesi, 27.04.2007, E:2005/1084 K:2007/2323). Projeye aykırılığın idarece tespitinden önce müteahhidi uyaran ve durumu idareye bildiren taşınmaz sahibi hakkında imar para cezası uygulanmaması gerekir.(Danıştay 6. Dairesi, 31.10.2003, E:2002/2166, K:2003/5294) Kat mülkiyeti kanununa tabi bir binada ortak alanında yapılan izinsiz imalatlar için tüm kat malikleri sorumlu tutulamaz. Cezaların şahsiliği ilkesi gereği kim kusurluysa ona para cezası verilmesi gerekir. İzinsiz yapılaşmaya katılımı ve rızası bulunmayanlar da bu eylemin mağduru durumundadır(Danıştay 6. Dairesi, 22.12.2003, E: 2002/3435 K:2003/7049). Kira sözleşmesinde mal sahibinin muvafakati olmadan tadilat yapılamayacağı belirtilmesine rağmen kiracı tarafından izinsiz olarak yapılan tadilatlar nedeniyle mülk sahibine para cezası verilemez.(Danıştay 6. Dairesi, 18.10.2004, E:2003/1196, K:2004/4987) Taşınmaz malikinin kendi taşınmazında ruhsatsız yapı yapması ile başka birinin yapmasına muvafakatinin bulunması arasında bir fark bulunmaz. Bu durumda para cezası taşınmaz malikine uygulanır(Danıştay 14. Dairesi, 14.10.2014, E:2013/3172 K:2014/8280). İmar Kanunu madde 42’ye göre imar para cezası: yapı sahibine, yapı müteahhidine, ve aykırılığı 6 işgünü içerisinde idareye bildirmeyen fenni mesullere verilebilir. Şantiye şefi bunlar arasında sayılmadığı için imar para cezasının muhatabı değildir. Fenni mesullere para cezası verilebilmesi için aykırılığın kendi uzmanlık alanlarıyla ilgili olması ve aykırılığı 6 iş günü içerisinde idareye bildirmediklerine ilişkin somut tespitler bulunması gerekir(Danıştay 14. Dairesi, 27.03.2018, E:2015/1185 K: 2018/1934). Bir idari işlemin hukuk alemindeki varlığına idari yoldan söz edebilmek için öncelikle; ilk işlemin hukuki etkilerinintereddütsüzbir şekilde geçmişe ya da geleceğe etkili olarak ortadan kaldırılması gerektiğinden, bu niteliğe sahip olmayan idari işlemlerin tashih (düzeltme) işlemi şeklinde adlandırılması da ilk işlemden ayrı hukuki sonuçlar doğuran farklı bir işlem olduğu gerçeğini değiştirmeyecektir. Böyle bir durumda“konu “unsuru aynı olmayacağından, ilk işlem hakkında açılmış ve görülmekte olan davanın, daha sonra tesis edilen işleme karşı açılacak dava yönünden “derdestlik “ sebebi olarak kabul edilmesi mümkün değildir. Somut olayda ise; ilk encümen kararıyla davacı adına para cezası tahakkuk ettirilirken, bu cezanın geçmişe ya da geleceğe etkili bir şekilde hukuk alemindeki varlığına son verildiğine dair bir ibareye yer verilmeksizin alınan ikinci encümen kararında da davacı adına tahakkuk ettirilen para cezasından tekrar söz edildiği anlaşılmaktadır. Bu durumda; davacıya kesilen aynı miktardaki para cezasına ilişkin iki ayrı encümen kararı nedeniyle davacı aleyhine mükerrer cezalandırma söz konusu olabileceğinden, davanın bu yönden değerlendirilmesi suretiyle bir karar verilmesi gerekirken, davanın derdestlik nedeniyle incelenmeksizin reddi yolundaki ilk derece mahkemesi kararında hukuki isabet bulunmamaktadır.(İstanbul Bölge İdare Mahkemesi, 5. İDD, 30.3.2018, E: 2018/1044 K: 2018/717). E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. İMAR PARA CEZALARININ NİTELİĞİ ve AÇILACAK DAVALARDA GÖREVLİ YARGI YETKİ UNSURU ŞEKİL UNSURU AMAÇ UNSURU SEBEP UNSURU KONU UNSURU Benzer yazılar:Sit Alanı, Kıyı, Orman Gibi Özel Kanunlara Tabi Alanlardaki Yapı Kayıt Belgesi Bulunan Yapılar Hakkında Yıkım Ve Para Cezası Karar Alınabilir Mi?Kaçak İnşaat Sorunu", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/yargi-kararlariyla-imar-para-cezalari/"}
{"prompt": "İmar Kanunu’nun 42. maddesi çeşitli durumlarda verilecek imar para cezalarını düzenlemektedir. 2020 tarihinde 42. maddenin 2. fıkrasına eklenen (ç) bendi yeni bir ceza daha öngörmüştür. Söz konusu (ç) bendi kanunda öngörülen temel para cezasına yeni bir formülle bulunacak bir bedelin ayrıca ilave edileceğini öngörmekte ancak bir ay içerisinde aykırılığın giderilerek yapının mevzuata uygun hale getirilmesi durumunda bu ilave cezanın tahsil edilmeyeceğini öngörmektedir. Bunun yanında aynı maddenin 3. fıkrasında öngörülen ceza çerçevesinde bu fıkra da atıf yapılan 32. Maddeye aykırılık durumunda uygulanacak bir imar para cezası bulunmaktadır. Atıf yapılan 32. madde bir ay içerisinde eski hale getirmeyi öngördüğünden bu 3. fıkranın 32. madde bakımından öngördüğü ceza bir ay içerisinde eski hale getirmeme durumunda uygulanmaktadır. Nitekim uygulamada mahalli idareler sıklıkla bu 3. fıkraya dayanarak imar para cezası uygulamaktadırlar. Daha önce kaleme aldığımız bir yazıda bahsi geçen (ç) bendi ile 3. fıkrayı “bir ay içerisinde eski hale getirmeme” eylemi verilen cezalar olarak değerlendirmiş ve bunun “aynı eylem için birden fazla ceza verilemeyeceği” ilkesine aykırılık oluşturduğundan Anayasa’ya da aykırı olduğunu savunmuştuk. Ancak geçen süre içerisinde yaptığımız değerlendirmeler sonucunda (ç) bendiyle ilgili olarak Anayasa’ya aykırılık durumunun gerçekten var olduğunu fakat farklı bir hükümle örtüşerek tekerrür yaratmasından kaynaklı olduğu kanaatine vardık. Bu yeni değerlendirmemizde vardığımız sonuç; söz konusu (ç) bendinin öngördüğü ilave cezanın aynı maddedeki 2. fıkranın ceza tatbik ettiği eyleme ilişkin olduğu yönündedir. Gerçekten de (ç) bendinin lafzına baktığımız takdirde cezanın verilmesine ilişkin farklı bir neden sunulmadan 2. fıkra kapsamında tespit edilen miktara ilave edilecek yeni bir ceza miktarının formülü verilmekte, arkasından da aykırılık bir ay içerisinde giderildiği takdirde bu ilave miktarın tahsil edilmeyeceği ifade edilmektedir. Dolayısıyla (ç) bendi daha önce başka bir hükümle kendisine para cezası verilen bir eylem için ilave bir ceza getirmekten başka birşey yapmamaktadır. 3194 sayılı Kanunun 42. Maddesinin ikinci fıkrasında:Ruhsat alınmaksızın veya ruhsata, ruhsat eki etüt ve projelere ve imar mevzuatına aykırı olarak yapılan ya da 27. madde kapsamında ruhsat alınmadan yapılabilen yapılardan aynı maddede belirtilen koşullar sağlanmadan yapılanlarla ilgili uygulanacak imar para cezaları düzenlenmiştir. Bu çerçevede idari para cezasının yapılarda hangi tür aykırılıklar için kimlere verileceği, cezanın belirlenmesinde dikkate alınacak kriterler tespit edilmiştir. Fıkranın (a) bendinde: Yapı inşaat alanı esas alınarak imar mevzuatına aykırılıklara verilecek idari para cezalarının hesaplanmasına ilişkin esaslar, (b) bendinde ise:yapı inşaat alanı üzerinden hesaplanması mümkün olmayan söz konusu aykırılıklara verilecek idari para cezalarına ilişkin esaslar belirlenmiştir. Fıkranın (a) bendine göre:idari para cezası, Bakanlıkça belirlenen yapı sınıfı ve grupları esas alınarak belirlenen birim ceza, yapının mevzuata aykırı kısmının her bir metrekaresine uygulanarak tespit edilecektir. (c) bendinde ise:(a) ve (b) bentlerine göre hesaplanan idari para cezasına, fıkrada sayılan her bir ölçüt için belirlenen oranlarda ayrı ayrı ekleme yapılmak suretiyle, asıl para cezasının hesaplanacağı açıklanmıştır. 7226 sayılı Kanun’un 39. maddesiyle 42. madde ikinci fıkraya eklenen (ç) bendi ile;yapı sınıfı, grubu ve aykırılığa konu alan üzerinden hesaplanan temel para cezası ve bu cezaya artırımlar uygulanmak suretiyle yapılan klasik imar para cezası hesabında bir değişikliğe gidilmemiş, ayrıca aykırılığa konu alanın metrekaresi ile arsa veya arazinin emlak vergisine esas asgari metrekare birim değerinin çarpımı ile bulunan bedel kadar idari para cezası klasik imar para cezasına ek olarak getirilmiştir. Dolayısıyla aynı aykırılık sebebiyle ilgililer yapı sınıfı, grubu ve aykırılığa konu alan üzerinden hesaplanan bir idari para cezasının yanı sıra aykırılığa konu alanın metrekaresi ile arsa veya arazinin emlak vergisine esas asgari metrekare birim değerinin çarpımı ile bulunan bedel kadar bir cezayı ödemek durumunda bırakılmıştır. Anayasa Mahkemesi 26.1.2022 tarihli ve 2020/95 E. 2022/3 K. sayılı norm denetimi kararında 42. madde ikinci fıkranın (ç) bendinin anayasaya aykırılığı meselesini itiraz yolu ile incelemiştir. İtiraz yoluna başvuran mahkeme, idari para cezasının ölçülü olmadığı, idari para cezasının taşınmazın emlak vergisi değeri esas alınarak hesaplanmasının aynı durumda bulunan kişiler için farklı muamelelere yol açacağı vb. sebeplerle kuralın iptalini istemiştir. AYM de yaptığı incelemede söz konusu düzenlemenin 42. maddesinin ikinci fıkrasının {a), (b) ve (c) bentleri uyarınca hesaplanacak olan para cezasına ilave yapılması suretiyle nihai olarak verilecek idari para cezasının tutarının artırılmasını öngörmekte olduğunu söylemiş, kuralın ölçülü olup ilave para cezasının objektif ve ölçülü şekilde tespitine ilişkin kuralların yasada yer aldığı, emlak vergisi değerinin esas alınmasının eşitlik ilkesi açısından bir aykırılık içermediği belirtilip kuralın Anayasanın 2. ve 10. Maddelerine aykırı olmadığına karar vermiş, Anayasanın 35. maddesi yönünden ayrıca incelenmesine gerek görmemiştir. Ancak AYM itiraz davasına konu kuralda anayasallık denetimi açısından ortaya çıkan bir diğer sorunu incelememiştir. Bu sorun isenon bis idemolarak adlandırılan aynı suçtan birden fazla kez yargılanmama ve cezalandırmama ilkesi açısından 42. maddenin ikinci fıkrasının (ç) bendinin durumudur. Kaldı ki AYM söz konusu kararında Anayasanın suç ve cezalara ilişkin ilkeleri içeren 38. maddesi kapsamında bir inceleme yapma gereği dahi duymamıştır. AYM’ninnon bis idemilkesini değerlendirdiği önceki kararlarına baktığımıza, bu ilke açısından gerçekte ilgili bendin anayasaya aykırı olduğu değerlendirilmektedir. ÖncelikleAYM bir kişinin aynı fiilinin farklı hukuk disiplinleri kapsamında farklı şekillerde mütalaa edilerek, her bir hukuk alanının öngördüğü yaptırıma, cezaya maruz bırakılmasında bir sorun görmemiştir. Zira AYM’ye göre korunan hukuki yarar, suçun unsurları, yaptırımın amacı ve neticesi her iki hukuk disiplininde farklılık arz etmektedir. Bu kapsamda bir kişiye aynı fiil nedeniyle hem idari para cezası hem de adli ceza uygulanmış olmasınon bis idemilkesi açısından bir sorun oluşturmaz.“Bu nedenle almış oldukları 1.00 promilin üzerindeki alkolün etkisiyle emniyetli bir şekilde araç sevk ve idare edemeyecek hâlde olmalarına rağmen araç kullanan sürücülerin, idari para cezası yanında, ayrıca ceza yaptırımıyla da cezalandırılmalarını öngören kuralın Anayasa’ya aykırı bir yönü bulunmamaktadır.” (AYM 5.3.2015, 2014/124 E., 2015/24 K.). Dolayısıyla 3194 sayılı Kanunun 42. maddesinin ikinci fıkrasında öngörülen yaptırımların her ikisinin de idari para cezası kapsamında olması sebebiyle, yani ayrı hukuk disiplinlerine ait ceza niteliğinde olmamasından dolayı,non bis idemkuralına uygun hareket edildiği iddia edilemez. İkinci olarakAYM, farklı eylemlere farklı cezalar öngörüldüğünde de non bis idem ilkesi açısından anayasaya bir aykırılık görmemektedir. Bazen iptali istenen kuralı AYM önüne getiren makamlar, cezanın hangi eyleme bağlı olarak verildiğini değerlendirmede hataya düşebilmekte, aynı eylemin farklı hukuki menfaatleri ihlal ettiğini görememektedir. Bu hatayı tespit eden AYM de hukuk düzeninin koruduğu farklı hukuki menfaatlerin varlığını tespit edip aynı eylem bağlamında farklı cezalar getiren kuralın Anayasaya uygun olduğuna karar vermektedir. “İtiraz konusu kuralda, zorlama hapsi yaptırımına bağlanan eylem, tedbir kararına uymama eylemi olup tedbir kararına aykırı davranan kişi kamu otoritesi tarafından verilen bir karara aykırı davrandığı için zorlama hapsi yaptırımı ile karşılaşmaktadır. Kişinin tedbir kararına aykırı davranışı, aynı zamanda bir suç oluşturuyor ise bu durum, hukuk düzeninin koruduğu farklı hukuksal menfaatlerin ihlali sonucunu doğuracağından mükerrer cezalandırmadan söz edilemez.” (AYM 28.11.2013, 2013/119 E. 2013/141 K.). Bir başka kararında AYM 42. Maddenin ikinci ve üçüncü fıkraları kapsamında uygulanan yaptırımları incelemiş ve bunların farklı eylemleri cezalandırdığını ifade etmiştir. AYM’ye göre 42. madde “ikinci fıkrada imar mevzuatına aykırı yapı yapılması cezalandırıldığı hâlde, üçüncü fıkrada verilen süre içerisinde saptanan aykırılığın giderilmemesi cezalandırılmaktadır”. Zira “Kanun’un 42. maddesinin ikinci fıkrasında, ruhsat alınmaksızın veya ruhsata, ruhsat eki etüt ve projelere ya da imar mevzuatına aykırı olarak yapılan yapı” ile ilgili ilgililere “yapının mülkiyet durumuna, bulunduğu alanın özelliğine, durumuna, niteliğine ve sınıfına, yerleşmeye ve çevreye etkisine, can ve mal emniyetini tehdit edip etmediğine ve aykırılığın büyüklüğüne göre nispi olarak idari yaptırım öngörülmektedir. Aynı maddenin üçüncü fıkrasında ise bu fıkradan farklı olarak verilen süre içerisinde yükümlülüklerini yerine getirmeyenler için maktu para cezası öngörülmektedir” (AYM, 29.12.2011, 2011/36 E. 2011/181 K.). Bu çerçevede 3194 sayılı Kanunun 42. maddesinin ikinci fıkrasında öngörülen yaptırımların tamamı, “Ruhsat alınmaksızın veya ruhsata, ruhsat eki etüt ve projelere ve imar mevzuatına aykırı olarak yapılan ya da 27 nci madde kapsamında ruhsat alınmadan yapılabilen yapılardan aynı maddede belirtilen koşullar sağlanmadan yapılan” yapılar sebebiyle uygulanan yaptırımlardır. Bir başka ifadeyle yukarıda aktarılan kararlardaki aslında korunan hukuki menfaat ve cezalandırılan yaptırım farklı değildir. Dolayısıyla AYM’ninnon bis idemilkesi yönünden bir anayasaya aykırılık görmediği yukarıdaki kararlardan tamamen farklı bir kural ile karşı karşıya kalınmaktadır. Sonuç olarakilgililerin imar mevzuatına aykırı yapı nedeniyle ilgililere, aykırı yapının sınıfı, grubu ve aykırılığa konu alan üzerinden hesaplanan temel para cezası ve bu cezaya artırımlar uygulanmak suretiyle tespit edilen bir imar para cezası varken aynı eylem sebebiyle aykırılığa konu alanın metrekaresi ile arsa veya arazinin emlak vergisine esas asgari metrekare birim değerinin çarpımı ile bulunan bedel kadar idari para cezası uygulanmasınon bis idemilkesine aykırılık oluşturur. Bir başka ifadeyle 42. madde ikinci fıkrada sayılan aynı hukuka aykırı eylem nedeniyle iki farklı hesaplama yöntemi kullanılarak ilgililere iki kez ceza kesilmesi non bis idem ilkesine aykırılık oluşturur. Burada dikkat edilmesi gereken husus, ceza tespitinde farklı yöntemlerin kullanılmasının hukuka aykırı eylemin de farklı olduğu anlamına gelmediğidir. Zira birinde aykırı yapının sınıfı, grubu ve aykırılığa konu alan üzerinden bir hesaplama yapılırken diğerinde ise aykırılığa konu alanın metrekaresi ile arsa veya arazinin emlak vergisine esas asgari metrekare birim değerinin çarpımı suretiyle bir hesaplama yapılmaktadır. Kaldı ki bu iki farklı idari para cezasının birbirine eklenmek suretiyle hesaplanıp tek bir para cezası gibi takdim edilmesi, aynı eylem sebebiyle iki farklı idari para cezası uygulanmış olması gerçeğini değiştirmez. Anayasa Mahkemesi 26.1.2022 tarihli ve 2020/95 E. 2022/3 K. sayılı norm denetimi kararında42. madde ikinci fıkranın (ç) bendinin anayasaya aykırılığını itiraz yolu ile incelemiştir. İtiraz yoluna başvuran mahkeme, idari para cezasının ölçülü olmadığı, idari para cezasının taşınmazın emlak vergisi değeri esas alınarak hesaplanmasının aynı durumda bulunan kişiler için farklı muamelelere yol açacağı vb. sebeplerle kuralın iptalini istemiştir. AYM de yaptığı incelemede söz konusu düzenlemenin 42. maddesinin ikinci fıkrasının (a), (b) ve (c) bentleri uyarınca hesaplanacak olan para cezasına ilave yapılması suretiyle nihai olarak verilecek idari para cezasının tutarının artırılmasını öngörmekte olduğunu söylemiş, kuralın ölçülü olup ilave para cezasının objektif ve orantılı şekilde tespitine ilişkin kuralların yasada yer aldığı, emlak vergisi değerinin esas alınmasının eşitlik ilkesi açısından bir aykırılık içermediği belirtilip kuralın Anayasanın 2. ve 10. maddelerine aykırı olmadığına karar vermiş, konuyu Anayasanın 35. maddesi yönünden ayrıca incelenmesine gerek görmemiştir. Ancak AYM itiraz davasına konu kuralda anayasallık denetimi açısından ortaya çıkan bir diğer ve hatta en önemli sorunu görmezden gelmiştir. Bu sorun isenon bis in idemolarak adlandırılan aynı suçtan birden fazla kez yargılanmama ve cezalandırmama ilkesi açısından, yani Anayasanın 38. maddesi bağlamında, 42. maddenin ikinci fıkrasının (ç) bendinin incelenmesidir. AYM tarafından bahse konu kuralın anayasaya aykırı olmadığı kararı, itiraz başvurusu neticesinde verildiğinden bu kuralın Anayasaya aykırılığı iddiası ile AYM önünde taşınabilmesi on yıllık inceleme yasağı sebebiyle yakın dönemde mümkün değildir. Ancak bu durum ise, kuralın AYM tarafından yapılan incelemede tespit ettiğinden farklı yönlerinin bulunduğu ve zaman içinde ortaya çıkan bu yönlerin kuralı anayasaya aykırı hale getirebileceği gerçeği karşısında, içtihat değişiminin önünü tıkamaktadır. On yıllık yasak nedeniyle kural, ortaya çıkan yeni ve farklı yönleri olan somut uyuşmazlıklar bağlamında anayasallık açısından değerlendirilemeyecektir. Öte yandan “toplumsal hayatın dinamizmi dikkate alındığında hukukta istikrar kadar değişimin ve bunun yargısal kararlara yansımasının da son derece önemli olduğu bilinmektedir”.Bu nedenle AYM’nin tespit ettiği gibi “On yıl gibi uzun bir süre boyunca aynı konuda Anayasa Mahkemesinin aynı hükümle ilgili karar verememesi, mahkeme içtihatlarında atalete, yeni gelişmelere uygun karar verememesine sebep olabilir” (Bkz. AYM, E.2023/177, K.2024/30, 01/02/2024). Eldeki dosya bunun en açık örneği olarak karşımıza çıkmaktadır. Neticede3194 sayılı Yasanın 42. Maddesinin ikinci fıkrasının (ç) bendinin anayasaya aykırılığının itiraz başvurusu ile incelemesinde; AYM’nin kuralın en açık anayasal aykırılık yönünü (non bis in idem kuralı yönünden) itiraz yoluna giden mahkemenin dile getirmemesi veya kendisinin hukuki imkânı olmasına rağmen bunu aykırılığı görüp resen incelememesi nedenleriyle kural on yıl boyunca açık anayasaya aykırılık itirazlarına rağmen uygulanmaya devam edilecektir. Oysa hukukun üstünlüğü ilkesi anayasaya aykırı normların hukuk düzeninden ayıklanmasını gerektirir. Dolayısıyla AYM’nin itiraz yolu ile gelen işlerde on yıllık süre yasağını sadece kuralı bir önceki kararında hangi anayasaya aykırılık iddiaları ile incelemişse onunla sınırlı tutması daha uygun olacaktır. E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. Benzer yazılar:Yargı Kararlarıyla İmar Para CezalarıSit Alanı, Kıyı, Orman Gibi Özel Kanunlara Tabi Alanlardaki Yapı Kayıt Belgesi Bulunan Yapılar Hakkında Yıkım Ve Para Cezası Karar Alınabilir Mi?Kaçak İnşaat SorunuKaçak Yapıları “Karar Almadan” Yıkma Yetkisi Veren 775 Sayılı Gecekondu Kanunu Madde 18’in İptaline Dair Anayasa Mahkemesi Kararı", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/milyonluk-imar-para-cezalari-anayasaya-aykiri-olabilir-mi/"}
{"prompt": "İçindekiler Hobi bahçeciliği, kent hayatının stresinden toprakla uğraşarak uzaklaşmak ve bunun yanında tarımsal ürünleri yetiştirmek üzere kurulan bahçeleri tanımlamak için kullanılan bir kavramdır. Bu uygulamaya Türkiye’de ilk kez 1980’li yıllarda rastlıyoruz. Büyükşehirlerde başlayan bu trend zamanla tarımla iç içe olan illerimiz dahil neredeyse tüm yurda yayılmıştır. Yoğun talep ile karşılaşan yerel yönetimler, yasal bir düzenleme olmamasına rağmen bu yapılaşmaya başta uzun süre göz yummuştur Daha sonra imara aykırı yapılan bu hobi bahçelerinin bir bölümü İmar Barışıyla yasal hale getirilmiştir. Gelinen aşamada yaratılan rant ve yaşanan sorulardaki artış nedeniyle, konu hakkında yasal düzenleme yapılmak zorunda kalınmıştır. Bu itibarla, çalışmamızda hobi bahçelerinin yapılaşmasına ilişkin yasal çerçeve ve bahçe sahiplerinin uygulamada karşılaştıkları sorunlar irdelenecek ve çözüm önerileri sunulmaya çalışılacaktır. Hobi bahçeleri, özel şahıslar veya belediyeler tarafından, 5393 sayılı Kanunun 14 ve 75. maddesi kapsamında tarımsal ve sosyal aktivite amaçlı olarak, şehir planında yeşil alan olarak ayrılan bölgelerde nihai kullanım hakkı, sahibinde kalacak şekilde süreli olarak farklı ölçeklerde kurulmakta ve kullanıcılara sunulmaktadır. Bununla birlikte anılan yerlerdeki yapılaşmalar; plan, fen, sağlık ve çevre şartlarına uygunluk bakımından 3194 sayılı İmar Kanuna ve korunması gerekli taşınır ve taşınmaz kültür ve tabiat varlıkları ile ilgili uygulamalar yönünden 2863 sayılı Kültür Ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu hükümlerine tabi olmaya devem edecektir. Bu bağlamda hem hobi bahçelerinin kurulması hem de konteyner evlerin ve diğer tarımsal yapıların konumlandırılması için öncelikle yapı izni alınması ve yanı sıra diğer yasal gereklilikler ve sonuçları aşağıda değerlendirilmiştir. Genel olarak, bu kanun toprak ve arazi varlığı belirlenerek, tarım arazilerinin sınıflandırılması, geliştirilmesi, zorunlu haller dışında kullanımına izin verilmemesi, toprak koruma plan ve projelerinin hazırlanması ve toprak koruma projeleriyle, toprağın doğal veya insan faaliyetleri sonucu yok olmasını, bozulmasını veya zarar görmesini önlemek ve sürekli üretken kalmasını sağlanmayı amaçlamaktadır. Buna göre, tarım arazileri toprak ve diğer arazi özellikleri incelenerek, arazinin ülke tarımındaki önemine göre, mutlak tarım arazileri, özel ürün arazileri, dikili tarım arazileri ve marjinal tarım arazileri olarak sınıflandırılmaktadır. 5403 Sayılı Kanunun 21. Maddesi 28.10.2020 tarihinde 7225 numaralı Kanunun 25. maddesi gereğince değişikliklere uğramıştır. Söz konusu değişiklikler genel itibariyle; mevcut cezaların artırılması ve uygulanmasına yönelik düzenlemeler ile izin ve denetime yönelik düzenlemelere ilişkindir. a)Cezalar arttırılmıştır. – Değişiklikten önce metrekare başına ”Bir TL” olan ceza tutarı ”On TL”ye çıkarılmış ve verilecek cezanın Bin TL’den az olamayacağı düzenlenmiştir. – Büyük ova koruma alanlarında cezanın ”iki kat” – Valilik tarafından verilen azami iki aylık sürede aykırılığın giderilmemesi halinde ”üç kat” ceza belirleneceği düzenlenmiştir. 3194 sayılı İmar Kanunu’nun amacı: Yerleşme yerlerindeki yapılaşmaların plan, fen, sağlık ve çevre şartlarına uygun gerçekleşmesini sağlamak olduğu, belediye ve mücavir alan sınırları içinde ve dışında kalan yerlerde yapılacak resmi ve özel bütün yapıların İmar Kanunu hükümlerine tabi olduğu, Kanunun 4. maddesinde istisnaların sayıldığı, bu maddede bu Kanunun özel kanunlara aykırı olmayan hükümlerinin uygulanacağının belirtildiği, 5403 sayılı Kanunda, 3194 sayılı Kanun hükümlerinin uygulanmasına istisna teşkil edecek herhangi bir hükmün bulunmadığı hususları dikkate alındığında; Hobi bahçesinin bulunduğu arazinin tarım arazisi vasfında olmasının 3194 sayılı İmar Kanunundan doğan yetkilerin kullanılmasına engel olmadığı kabul edilmektedir. Nitekim 5403 sayılı Kanun uyarınca, tarımsal amaçlı yapı yapmak için valilik izni aranmasının, bu yapıların imar mevzuatı açısından ruhsatsız ve izinsiz yapılabileceği sonucunu doğurmadığı, her iki Kanundaki izinlerin içeriğinin farklı olduğu yargı kararlatıyla da kabul edilmektedir.(Danıştay 14.D. E-2013/5506, K-2015/1505) Tarım arazilerinde valilik izni ile yapılabilecek yapıların nitelikleri ve limitleri 1/100.000’lik İl Çevre Düzeni Planında belirlenmektedir. Gerekli müracaatlar yapılarak alınan izin neticesinde inşa edilen yapı, ”izinli” yapı statüsünde olacağından İmar Kanunu kapsamında herhangibir yaptırıma maruz kalması söz konusu olmayacaktır. Ancak buna ilave olarak yapılan her imalat İmar Kanunu kapsamında değerlendirilecektir. Eğer izin alınmadan gerçekleştirilen imalat ruhsat gerektirmeyen ”basit tadilat” niteliğindeyse yaptırım gündeme gelmeyecektir. Buna pergola ve subasman seviyesini aşmayan zemin terası örnek gösterilebilir. Ancak izin almadan gerçekleştirilen imalat ”esaslı tadilat” niteliğindeyse İmar Kanununda öngörülen yıkım ve para cezası yaptırımları uygulanabilecektir. Hobi bahçelerinde gerçekleştirilen imalatların; – Binanın Taşıyıcı unsurlarını etkilemesi veya – Alan kazanma niteliğini taşıması durumunda Türk Ceza Kanunu Madde 184’te yer alan ”İmar Kirliliğine Neden Olma Suçu” ile ilgili işlem yapılabilecektir. Sit alanlarında ve diğer koruma alanlarında yapılan izinsiz inşai müdahaleler için 2863 Sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanununun 65. maddesi kapsamında bir değerlendirme yapılacaktır. Eğer imalat ruhsat gerektiren esaslı tadilat niteliğindeyse 65/1 hükümleri uygulanacak ve 2 ile 5 yıl arasında hapis cezası yaptırımıyla karşılaşılabilecektir. Şayet daha basit nitelikte bir imalat sözkonusu ise tabi olacağı hüküm anılan kanunun 65/4 maddesi olup uygulanacak yaptırım 6 ay ile 3 yıl arasında hapis cezasıdır. 5403 sayılı Kanun’da idari para cezasına itiraz konusunda görevli mahkeme gösterilmediğinden, Kabahatler Kanunu’nun 27. maddesinin (1) numaralı bendi uyarınca idarî yaptırım kararına karşı, kararın tebliği veya tefhimi tarihinden itibaren en geç onbeş gün içinde, yetkili sulh ceza mahkemesine başvurulabilir.(Uyuşmazlık Mahkemesi/Hukuk-Bölümü E. 2019/451, K. 2019/411, T. 08.07.2019) Hobi bahçeleri modern toplumun yarattığı sorunlarla bunalan insanlar için yaşamsal bir ihtiyaç olarak karşımıza çıkmaktadır. Bununla birlikte uygulamada, tarım arazilerinin amacı dışında kullanılmasına ve toprağın doğal veya insan faaliyetleri sonucu yok olarak bozulmasına veya zarar görmesine sebebiyet veren türde hobi bahçelerinin kurulduğuna ve kullanıldığına sıklıkla rastlamaktayız. Bu çalışmayla günümüzün ve geleceğin toplumunda da önemli bir ihtiyaç olmaya devam edecek olan hobi bahçeleri ile ilgili yaşanan ve karşılaşılması olası sorunlara işaret etmek ve bu konuda yapılacak yasal düzenlemelere ve araştırmalara katkı sağlanması amaçlanmıştır. E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. GİRİŞ HOBİ BAHÇELERİNİN HUKUKİ ÇERÇEVESİ SONUÇ Benzer yazılar:Tapu Tahsis Belgesi Yürürlükten KalkıyorYapı Kayıt Belgesinin İptali ve Sonrasındaki SüreçYargı Kararlarıyla Yürütmenin DurdurulmasıLüks Çadır Tesisleri Nitelikler Yönetmeliği Hakkında Hukuki Değerlendirme", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/hobi-bahceleri-ve-uygulamada-karsilasilan-hukuki-sorunlar/"}
{"prompt": "Kurumlara, kurum kimliğini ve ciddiyetini bahşeden şey kendi işleyişlerini düzenleyen yönetmeliklere riayet etmeleridir. Bir kurumun herhangi bir konuda nasıl hareket edeceği daima kendisini de bağlayan kurallarca belirlenir. Bir kurum kendini var eden düzenlemelere kendisi riayet etmiyorsa, bir kurum kendi ilan ettiği prosedürlere kendisi uymuyorsa o kurumun kendi kurumsal kimliğini ilga ettiğini söyleyebilir. Geçtiğimiz günlerde bir kurumun kurumsal intiharına şahit olduk ve hala da bu kurumun kendi kurumsallığını hiçe saymasını izlemeye devam ediyoruz. Mevzuata göre TÜRKPATENT tarafından 2 yılda bir yapılması gereken Patent Vekilliği ve Marka Vekilliği Sınavı öngörülen sürenin üzerinden 6 ay geçtikten sonra 11 Mayıs 2024 tarihinde yapıldı. Patent Vekilliği ve Marka Vekilliği Sınav, Sicil, Disiplin Yönetmeliği’nin 11. maddesinin 1. fıkrası gereği “Sınav sonuçları, 10 uncu maddede belirtilen sürelerin bitiminden itibaren en geç on beş gün içinde Kurumun internet sitesinde ilan edilir.” hükmüne göre en geç 20 Haziran 2024 tarihinde sınav sonuçlarının kurum internet sitesinden ilan edilmesi gerekirken sınav sonuçları bu tarih üzerinden 1 ay geçmiş olmasına rağmen hâlâ ilan edilmemiştir. Sınav sonuçlarını öğrenmeye çalışan kişiler, telefonla ulaşamadıkları kurumun sosyal medya hesaplarında paylaştığı gönderilerin altına yorumlar yaparak seslerini duyurmaya uğraşmaktadırlar. Fakat çoktan kurumsal kimliğine halel gelen kurumun yetkililerinden hiç ses çıkmamaktadır. Kurumun sitesine girildiğinde Manisa Mesir Macunu’nun son dönemdeki başarılarından, Antep’in Menengiç Kahvesi’nin ününden bahseden içerikler görülse de açıklanması için öngörülen sürenin üzerinden 1 ay geçmiş olmasına rağmen sınav sonuçları hakkında hiçbir bilgi bulunmamaktadır. Sınav sonuçlarını öğrenmeye çalışan mağdurlara neticeyi ilan edemeyen kurum yetkilileri, her halde insanları Manisa Mesir Macununun son dönemdeki başarıları veya Antep’in Menengiç Kahvesinin ünüyle teselli edeceklerine inanmaktadırlar. Kurumsal ciddiyetini kaybeden bir kurumun gayriciddiliği bazen böyle kara mizah şaheserlerine imza atar. Şu an mesleki yeterlilik belgesi beklediği kurum hakkında “Görevi Kötüye Kullanmaktan” suç duyurusunda bulunmaya hazırlanan çok sayıda avukat bulunmaktadır. Bir avukat savcılığa sınav sonucunu öğrenmek için gitmemelidir. Ayrıca hiçbir kurum da kendi yaptığı sınavın sonuçlarının mahkeme yoluyla duyurulması zorunda kalmamalıdır. Çünkü böyle bir durum bir kurumun acziyetinin mahkeme kararıyla onaylanması anlamına gelir. Devletin kurumları böyle bir görüntü vermemelidir. Kanunlardan aldığı yetkiyle sınai mülkiyet tescili yapıp her şeye bir meşruiyet kazandıran Türk Patent Kurumu, kendi kurumsal sayfasında ilan ettiği kuralları yine kendisi hiçe sayarak kendi kurumsal meşruiyetini yine kendisi sakatlamıştır. Yani bir nevi kurumsal intiharla karşı karşıyayız. Kişilerin mesleki yeterliliklerini belgelemek için müracaat edilen bir kurumun, kendi kurumsal işleyişi nedeniyle kendi kurumsal yeterliliğini tartışılır hale getirdiği bir durumda artık kimin veya neyin yeterli olup olmadığını belirlemek imkansız hale gelir. Belki de o yüzden söz konusu sınavda kazanan avukatların ilk işi Türk Patent Enstitüsüne beceriksizlik tescili ya da yetersizlik patenti vermek olmalıdır. Kurumun sitesinde, bir kurum sitesinin olmazsa olmazı etik komisyon ve etik sözleşmesi vb. etik vurgusu dikkat çekmektedir. Kurum kendi ilan ettiği etik sözleşmeye göre halkın günlük yaşamını kolaylaştırmak, ihtiyaçlarını en etkin, hızlı ve verimli biçimde karşılamak, hizmet kalitesini yükseltmek ve toplumun memnuniyetini arttırmak için çalışmak kurumun öncelikli hedefleridir. Oysa fiili durum Kurumun kendi öncelikli hedeflerinin dahi çok uzağına düştüğünü göstermektedir. Kendi duyurduğu tarihte sınav yapamayan ve geç yaptığı sınavın sonuçlarını yine kendi duyurduğu tarihte ilan edemeyen bir kurum her şeyden evvel kendi ilan ettiği etik sözleşmeye aykırı davranıyor demektir. Kurumun gayriciddiliğinin bir başka göstergesi de mağdurların kendilerine bir muhatap bulamamalarından anlaşılmaktadır. Mesela kurumun sitesinde ilan edilen etik komisyonda kimlerin yer aldığı hakkında kurumun kendisininde bir fikri yoktur. Kurum muhayyel bir etik sözleşmeden, muhayyel bir etik komisyondan bahsetmekte ama o etik sözleşmeye öncelikle kendisi riayet etmemekte ve etik komisyonda yer alan kişilerin isimlerini kendisi bilmemektedir. Etik sözleşme ve etik komisyonun adı vardır fakat kendisi yoktur. Bir kurumun etik kaygılarının olup olmadığı aslında sayfasında ilan ettiği sözleşmeler ve komisyonlar üzerinden değil işleyişi üzerinden anlaşılır. Bu da sınavı duyurduğu tarihte yapmayı ve sınav sonuçlarını belirttiği tarihte ilan etmeyi gerektirir. Bu işleyişde yaşanabilecek öngörülemeyen herhangi bir aksaklıkta ise gerçekten etik kaygıları olan bir kurumun yapacağı şey sınavın belirtilen tarihten daha geç bir tarihte yapılmasının ve sınav sonuçlarının belirtilen tarihte ilan edilememesinin nedenlerini kamuoyuyla derhal paylaşmaktır. Kurumların kendi kurumsal ciddiyetlerini dinamitledikleri ve baroların da bunu sorun etmediği bu aktüel durum akla Yılmaz Erdoğan’ın “Cebimde Kelimeler” isimli gösterisinde anlattığı tren hikayesini getirmektedir. Bu hikayede Hakkari’den Ankara’ya bir tren yolculuğu yapan Erdoğan, seyahat esnasında trenin yavaşlayıp durduğunu ve bir uzun süre sonra yeniden hareket ettiğini anlatır. Bu tam bir Türkiye hikayesidir. Çünkü hiçbir yetkili trenin niye durduğunu, bozkırın ortasında neden saatlerce beklenildiğini, artık her neyse yaşanan sıkıntının nasıl çözüldüğünü yolculara anlatma yükümlülüğü hissetmez. Kurumlar kurumsal ciddiyetlerini muhataplarına açıklama yapmadıkları için değil aksine açıklama yapma zorunluluğu hissettikleri için kazanırlar. Bunu bir gazete haberi olarak okuyanlar belki de oturdukları yerden “Aman canım sınav o gün değil de bir ay sonra olmuş, sonuçlarda bir ay sonra ilan edilmişse ne olmuş” diyebilirler. Keşke hayatlarının bir iki senesini bu sınava ayırarak bütün gelecek planlarını bu sınavın sonuçlarına göre inşa edecek olan insanlar da böyle rahat olabilseydi. Fakat gerçek hayatta hiçbir şey uzaktan göründüğü kadar basit değildir. İşin içinde hayaller, işsizlikler, hastalıklar ve bizim durduğumuz yerden öngöremeyeceğimiz daha pek çok kişisel trajediler olabilir. Buradan bakıldığında bir kurumun asli vazifesi ve varoluş sebebi insan hayatını kolaylaştırmaktır; yoksa insanlara eziyet etmek değil. E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. Benzer yazılar:Tapu Tahsis Belgesi Yürürlükten KalkıyorTaşınmazı İhale İle Sattırmadan Hissedarı Paydaşlıktan ÇıkarmaYargı Kararlarıyla Yıkım (775 Sayılı Gecekondu Kanunu’na Göre)Lüks Çadır Tesisleri Nitelikler Yönetmeliği Hakkında Hukuki Değerlendirme", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/turkiyede-bir-sinav-skandali-daha-turk-patent-enstitusunun-ozensizligi-ve-keyfiligi-tescillendi/"}
{"prompt": "İçindekiler Av. Gökhan BİLGİN&Av. Volkan ERKAN Muhdesat, sözlük anlamıyla sonradan yapılmış; sonradan meydana gelmiş şeyler; yeni şeyler demektir. 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun “Takyitler, sınırlı ayni haklar ve muhdesat” başlıklı 19. maddesinin 2. fıkrasında; “Taşınmaz mal üzerinde malikinden başka bir kimseye veya paydaşlarından birine ait muhdesat mevcut ise bunun sahibi, cinsi, ihdas tarihi ve iktisap sebebi belirtilerek tutanağın ve kütüğün beyanlar hanesinde gösterilir.” hükmüne yer verilmiştir. Tapulama ve Kadastro Paftalarını Yenileme Yönetmeliği’nin “Tanımlar” başlıklı 4. maddesinde de muhdesat, “Arsa ve arazi üzerinde malikinden başka bir kimse veya paydaşlardan birisi tarafından yapılan yapı, tesis veya dikilen şeyler…” olarak tanımlanmıştır. Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulunun 22.12.1995 tarih ve E:1994/1, K:1995/3 sayılı kararında;“… Bir taşınmaz üzerine bina yapılması veya ağaç dikilmesinin muhdesat sayılması gerektiği tartışmasızdır. …yabani ağaçların ( delicelik ve menengiçlerin ) aşılanması suretiyle meyveli hale dönüştürülmesi durumunda, bunları muhdesat kabul etmek gerekir. İçtihat aykırılığının bu şekilde giderilmesi uygun bulunmuştur…”gerekçesiyle yabani ağaçların (Deliçelik ve Menengiçlerin) aşılanarak meyve ağacı haline dönüştürülmesi durumunda, bunun 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 19/2. maddesinde öngörülen ve tutanağın ve kütüğün beyanlar hanesinde gösterilmesi gereken bir “muhdesat” olarak kabul edilmesi gerektiğine karar vermiş ve söz konusu bu karar bu konuda dayanak ve yol gösterici olmuştur. Muhdesat; yeniden meydana getirilmiş şey demektir. Diğer bir anlatımla, tesbiti yapılan taşınmaz üzerinde malikten başka bir kimseye veya paydaşlardan birine ait olan yapı ve tesisler ile bağ ve bahçe gibi dikilen şeyleri ifade eder.(Yargıtay 7. Hukuk Dairesi 01.12.1995 tarih ve E:1995/5481, K:1995/13805 sayılı kararı) Yargıtay 8. Hukuk Dairesi 30.5.2011 tarih ve E:2016/16596, K:2016/14831 sayılı kararında;“… aidiyetinin tespiti istenen demir direk ve tel örgünün bütünleyici parça niteliğinde olmayıp her zaman için sökülüp götürülebilen ve taşınmazdan ayrılması mümkün olan eşya ( teferruat ) niteliğinde oldukları kuşkusuzdur. Dosya arasında bulunan davaya konu yere dair fotoğraflardan da tespiti istenen demir direk ve tel örgünün muhdesat niteliğinde olmadığı…”gerekçesiyle hükmün ilgili kısmını bozmuştur. Yargıtay 8. Hukuk Dairesi 29.6.2021 tarih ve E:2020/1280, K:2021/5612 sayılı kararında;“… dosyaya ibraz edilen bilirkişi raporuna göre; tespiti istenen sulama sistemi, hareketli küpeşte, cam balkon, tel çit, elektrik direği, parke taşları, sökülüp götürülebilir olması nedeniyle dolgu ve stabilize serilmesi, dolgu ve stabilizenin makine ile sıkıştırılması ise iyileştirici ve tamamlayıcı mahiyette olması nedeniyle muhdesat niteliğinde değildir…”gerekçesiyle Bölge Adliye Mahkemesi kararını bozmuştur. Yargıtay 7. Hukuk Dairesi 24.10.2022 tarih ve E:2021/5716, K:2022/6164 sayılı kararında;“…dava konusu kavak ağaçlarının niteliği itibariyle, belli bir süre arz üzerinde kaldıktan ve belli bir büyüme süresine geldikten sonra kesilecek ağaç türlerinden olması, ticari maksatla dikilen ve olgunlaştığında yani bir süre sonra kesilip yararlanılmak üzere dikilen kavak ve söğüt gibi ağaçların taşınmazın mütemmim cüz’i yani tamamlayıcı parçası niteliğinde kabul edilmemesi, kavak ve söğüt gibi ağaçların ise muhdesat niteliğinde olmaması, taşınır hükümlerine tabi mal niteliğinde olması nedeniyle, mahkemece, talebe konu kavak ağaçları yönünden, davanın reddine dair karar verilmesi gerekirken, kavak ağaçları ile ilgili kabul kararı verilmesi de usul ve yasaya aykırıdır…”gerekçesiyle hükmün bu kısmını bozmuştur. 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun “Beyanlar” başlıklı 1012/2, 3. maddesine göre, taşınmaz mülkiyetine ilişkin kamu hukuku kısıtlamalarının beyanlar sütununa yazılması ve bu sütuna yazılabilecek diğer hususlar tüzükle belirlenir. Özel kanun hükümleri saklıdır. Tapu Sicili Tüzüğü’nün 60. maddesine göre de, kütüğün beyanlar sütununa, mevzuatın yazılmasını öngördüğü hususlar tarih ve yevmiye numarası belirtilerek yazılır. Söz konusu yasal düzenlemelere göre, her beyanın tapu kütüğünün beyanlar sütununda gösterebilmesi mümkün değildir. Bunun için, Türk Medeni Kanunu’nda ya da özel kanunlarda bu konuda bir hükme yer verilmiş olması veya Tapu Sicil Tüzüğü’nde bir düzenleme yapılmış olması gerekir. Mevzuatın yazılmasına izin vermediği bir belirtme kütüğün beyanlar sütununda gösterilemez. Türk Medeni Kanunu’nda düzenlenen, taşınmazın heyelan bölgesinde kalması ( mad. 710 ), geçit hakkı ( mad. 748 ), toprağın iyileştirilmesi ( mad. 755 ), eklentiler ( mad. 1012/1 ) ile özel yasalar arasındaki 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanunu’nun 41. maddesi, 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’nun değişik 7. maddesi, 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 11. maddesi, 3621 sayılı Kıyı Kanunu’nun 12. maddesi, 6361 sayılı … Kiralama, … ve … Şirketleri Kanunu’nun 22. maddesi, 2981 sayılı İmar ve Gecekondu Mevzuatına Aykırı Yapılara Uygulanacak Bazı İşlemleri Düzenleyen Yasa uyarınca hak sahibine tahsis beyanları,1163 Sayılı Kooperatifler Kanunu’nun 15. maddesi, 2924 sayılı Orman Köylüsünün Desteklenmesine Dair Kanun’un 7. maddesi ve 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 19/II. maddesi tapunun beyanlar sütununa şerh verilmesine imkan veren yasal düzenlemelerden bir kısmıdır.(Yargıtay 8. Hukuk Dairesi 04.10.2021 tarih ve E:2021/4908, K:2021/9978 sayılı kararı) 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun “Takyitler, sınırlı ayni haklar ve muhdesat” başlıklı 19. maddesinin 2. fıkrasında; “Taşınmaz mal üzerinde malikinden başka bir kimseye veya paydaşlarından birine ait muhdesat mevcut ise bunun sahibi, cinsi, ihdas tarihi ve iktisap sebebi belirtilerek tutanağın ve kütüğün beyanlar hanesinde gösterilir.” hükmüne yer verilmiştir. Tapulama ve Kadastro Paftalarını Yenileme Yönetmeliği’nin “Tanımlar” başlıklı 4. maddesinde de muhdesat, “Arsa ve arazi üzerinde malikinden başka bir kimse veya paydaşlardan birisi tarafından yapılan yapı, tesis veya dikilen şeyler…” olarak tanımlanmıştır. Tespit davası, kendine özgü davalardan olup dava sonucunda istihsal edilecek ilamın icra ve infaz kabiliyeti bulunmamaktadır. Bunun doğal sonucu olarak da bu davaların uygulama alanı sınırlıdır. Yukarıda anılan 22.12.1995 tarihli ve 1/3 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme kararında da vurgulandığı üzere Eşya Hukukunda “muhdesat” kavramından bir arazi üzerindeki arz malikinden başkasına veya bir paydaşa ait yapı ve tesisler ile bağ ve bahçe şeklinde dikilen ağaçları anlamak gerekir. Muhdesat, sahibine arazi mülkiyetinden ayrı bağımsız bir mülkiyet ya da sınırlı bir ayni hak sağlamaz. Mahkemenin kabul ettiğinin aksine muhdesat sahibinin hakkı sadece kişisel bir haktır. Bu hakkın hukuki mahiyeti ve nasıl kullanılacağı ise Türk Medeni Kanununun 722, 723, 724 ve 729. maddelerinde açıklanmıştır. Bir kişi lehine muhdesatın tespitine ve bunun kütüğün beyanlar hanesine yazılmasına 3402 sayılı Kadastro Kanununun 19. maddesinin 2. fıkrası olanak sağlamaktadır. Gerçekten, anılan hüküm uyarınca; “taşınmaz mal üzerinde malikinden başka bir kimseye veya paydaşlardan birine ait muhdesat mevcut ise bunun sahibi, cinsi, ihdas tarihi ve iktisap sebebi belirtilerek tutanağın ve kütüğü beyanlar hanesinde gösterilir.” Bu tür bir hakkın zemin üzerindeki binanın veya ağaçların yok olması gibi bazı nedenlerle ortadan kalkacağı kuşkusuzdur. Diğer taraftan, Türk Medeni Kanununun 1012. maddesi hükmü gereğince de kaydın terkini kütükte hak sahibi görünen bütün ilgililerin rızaları ile mümkündür. Muhdesat belirtmesi, Türk Medeni Kanununun 684. maddesine sınırlama getirerek muhdesat konusu ile arazinin bütünleşmesine engel olduğundan, arazi sahibinin mülkiyet hakkını ileri sürmek suretiyle ve muhdesat bedelinin hak sahibine ödenmesi koşuluyla mahkemeden terkin talebinde bulunulması da olanaklıdır.(Yargıtay 14. Hukuk Dairesi 04.5.2011 tarih ve E:2011/4632, K:2011/6060 sayılı kararı) Dava konusu zeytin ağaçları, kadastro tespiti sırasında 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 19. maddesi hükmü gözönünde tutularak beyanlar hanesinde gösterilmiştir. Beyanlar hanesinde gösterilen muhdesata ilişkin bu hak, kişisel hak niteliğinde olmakla birlikte, lehine kurulan kişi yönünden yararlanma hakkı sağlar.(Yargıtay 8. Hukuk Dairesi 08.5.2008 tarih ve E:2008/1994, K:2008/2553 sayılı kararı) Taşınmaz üzerindeki kalıcı yapı, ağaç gibi bütünleyici parça niteliğindeki muhdesatların taşınmazın arzından ayrı bir mülkiyetinin varlığından söz edilemez. Açıklanan bu ilke ve esaslara göre, kural olarak muhdesatın arz malikinden başkasına aidiyetinin tespiti istenemez.(Yargıtay 8. Hukuk Dairesi 09.3.2020 tarih ve E:2016/12318, K:2020/2289 sayılı kararı) Genel olarak, muhdesatın beyanlar hanesinde gösterilmesi hususu kişiye herhangi bir hak vermez. Sadece eylemli (fiili) durumun belirtilmesi demek olup muhdesat sahibi yararına sürekli ve ayni bir hak meydana getirmez. Muhdesatı meydana getiren ile arz sahibi arasında doğabilecek çekişmede, muhdesat sahibinin hakkını kaybetmemesi bakımından, onu güvenceye almak olduğu hususunda uygulama ve öğreti görüş birliği içerisindedir. Bir başka söyleyişle bu beyan sadece aleniyet ve kanıtlama kolaylığı sağlar. Bilindiği üzere ve kural olarak; tespit davalarında tespit davası açanın hukuki yararının varlığı gerekir. 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun 106. maddesinin 2. fıkrasında “tespit davası açanın, kanunlarda belirtilen istisnai durumlar dışında, bu davayı açmakta hukuken korunmaya değer güncel bir yararı bulunmalıdır.” denilmektedir. 6100 sayılı Kanununun 114. maddesinin (h) bendine göre, davacının, dava açmakta hukuki yararının bulunması dava şartıdır. Aynı Kanunun 115. maddesi uyarınca mahkeme, dava şartlarının mevcut olup olmadığını davanın her aşamasında kendiliğinden araştırır ve dava şartı noksanlığının tespiti halinde davanın usulden reddine karar verir. Öğretide ve Yargıtay’ın devamlılık gösteren uygulamalarında, taşınmaz hakkında derdest ortaklığın giderilmesi davasının, kentsel dönüşüm uygulamasının ya da kamulaştırma işleminin bulunması gibi istisnai durumlarda muhdesatın tespiti davasının açılmasında güncel hukuki yararın bulunduğu kabul edilmektedir.(Yargıtay 7. Hukuk Dairesi 10.11.2022 tarih ve E:2021/6460, K:2022/6813 sayılı kararı) Ayrıca, tespit davaları eda davalarının öncüsüdür, bu nedenle eda davası açılmasının mümkün olduğu hallerde, tespit davası açılmasında hukuki yararın bulunmadığı kabul edilmektedir. Hukuki yararın bulunması dava şartı olup, yargılamanın her aşamasında taraflarca ileri sürülebileceği gibi, hakim tarafından da re’sen gözetilir. Hukuki yararın bulunmadığının tespiti halinde davanın, dava şartı yokluğu gerekçesiyle usulden reddine karar verilmelidir. (HMK 114/1-h, 115 m. ) Başka bir deyişle; tespit davası ile istenen hukuki koruma eda davası ile tamamen elde edilebilecekse, o zaman davacının ayrı bir tespit davası açmakta hukuki yararı olamaz. Tespit davalarının dinlenebilmeleri için genel dava koşullarından başka tespit davalarının kendine özgü koşulları olarak nitelendirilen iki özel koşula daha ihtiyaç bulunduğu kabul edilmektedir. Biri hukuki ilişki diğeri hukuki yarar olup, bu da yakın bir tehlikenin var olmasını, tehlikenin zarar meydana getirebilecek nitelikte bulunmasını ve tespit hükmünün bu tehlikeyi ortadan kaldıracak nitelikte olmasını içerir.(Yargıtay 7. Hukuk Dairesi 21.9.2021 tarih ve E:2021/3401, K:2021/934 sayılı kararı) Konya Bölge Adliye Mahkemesi 5. Hukuk Dairesi 02.5.2019 tarih ve E:2019/270, K:2019/299 sayılı kararında;“…somut olay incelendiğinde dava konusu taşınmaz malikleri arasında halen derdest bir ortaklığın giderilmesi davası olmadığı gibi, kentsel dönüşüm veya kamulaştırma uygulaması bulunduğuna dair bir iddia veya delil de ileri sürülmediği anlaşılmaktadır. Dava konusu taşınmazda hissedar olan davalılardan İ. E. hakkında icra takibinin olmasının eldeki davayı ikamede hukuki yararın bulunduğu anlamına gelmez. Davacının, eda davası açma imkanı var iken tespit davası açmakta, 6100 sayılı Kanunun 114/ (1)-h maddesine göre dava şartlarından olan ve aynı Kanunun 115. maddesi uyarınca resen gözetilmesi gereken hukuki yarar şartının bulunmadığı anlaşılmaktadır…”gerekçesiyle Mahkeme ilamını kaldırmış ve davayı usulden reddetmiştir. Sakarya Bölge Adliye Mahkemesi 5. Hukuk Dairesi 09.01.2020 tarih ve E:2019/822, K:2020/37 sayılı kararında;“… davacı dava konusu 122 ada 118 parsel sayılı taşınmazda tapu kayıt maliki değildir. Yine, dava konusu taşınmaza ilişkin, derdest ortaklığın giderilmesi davası, kentsel dönüşüm uygulaması ya da kamulaştırma işlemi bulunmamaktadır. Dava konusu taşınmazda davalı borçlu hakkında icra takibinin olmasının da eldeki davayı ikamede hukuki yararın bulunduğu anlamına gelmez…” gerekçesiyle istinaf başvurusunun reddine karar vermiştir. Yargıtay 8. Hukuk Dairesi 03.3.2020 tarih ve E:2016/13090, K:2020/2096 sayılı kararında;“…derdest ortaklığın giderilmesi davası, kentsel dönüşüm uygulaması veya kamulaştırma işlemi bulunmadığına göre davacının muhdesatın tespiti istemi bakımından hukuki yararının bulunmadığı…”gerekçesiyle hükmü bozmuştur. Yargıtay 7. Hukuk Dairesi 06.4.2022 tarih ve E:2021/4216, K:2022/2603 sayılı kararında; “…dava konusu 28292 ada 10 parsel sayılı taşınmazda davalı borçlu …, … ile 1/2’şer paylı malik olup alacaklının 2004 sayılı İcra ve İflas Kanununun121.maddesi uyarınca borçluya ait hisse hakkında ortaklığın giderilmesi davası açmasında hukuki yarar bulunmamaktadır. Yukarıda belirtildiği üzere ortaklığın giderilmesi davası açmasında hukuki yararı olmayan davacının evleviyetle muhdesatın aidiyetinin tespitini istemesinde de hukuki yararının bulunduğu kabul edilemez…”gerekçesiyle hükmü bozmuştur. Yargıtay 7. Hukuk Dairesi 09.01.2023 tarih ve E:2021/7658, K:2023/17 sayılı kararında;“…Vasiyetnamenin tenfizi davası, muhdesat aidiyetinin tespiti davası açabilmek için gerekli güncel hukuki yararın bulunduğu istisnai hâller arasında sayılmamıştır…”gerekçesiyle hükmü bozmuştur. Yargıtay 7. Hukuk Dairesi 22.11.2023 tarih ve E:2022/5109, K:2023/5622 sayılı kararında; “…tenkis davalarında murisin terekesinin aktif ve pasif varlıklarıyla bir bütün olarak tespit edilmesi; net tereke belirlenip … tenkis oranının saptanması gerekmektedir. Davacının muhdesatın aidiyeti tespiti yönünde mahkemece verilen yetki üzerine eldeki davayı açtığı da nazara alındığında davacının dava açmakta hukuki yararı bulunduğu açıktır…”gerekçesiyle Bölge İdare Mahkemesi kararını kaldırarak ilk derece mahkemesi kararını bozmuştur. Diğer taraftan, hukuki yararın davanın açıldığı tarih itibariyle mevcut olması yeterli olmayıp dava sonuçlanıncaya ve karar kesinleşinceye kadar hukuki yararın devamı gerekir. Yargıtay 7. Hukuk Dairesi 15.02.2022 tarih ve E:2021/4749, K:2022/1096 sayılı kararında;“… dava konusu 2823 ada 10 parsel sayılı taşınmazın güncel tapu kaydına göre, davacı ve davalının paylarını 29.04.2021 tarihinde, dava dışı A… Turizm Sanayi Ticaret Anonim Şirketi’ne sattıkları anlaşılmıştır. Taraflar artık taşınmazda paydaş olmadıkları gibi, açılan ortaklığın giderilmesi davasında da taraf sıfatları kalmamıştır…”gerekçesiyle Bölge Adliye Mahkemesi Hukuk Dairesi kararını bozmuştur. Yargıtay 7.HUKUK DAİRESİ Esas:2022-5892 Karar:2023-5969 05.12.2023tarihli kararında: “Muhdesat iddiası hakkında daha öncesinde beyanda bulunma fırsatı verilmeyen ve ilk defa ileri sürüldüğü 19.03.2021 tarihli oturumdabu iddiaya karşı da çıkmayan davalı…’in hem yasal süresindeki kabul beyanı, hem de ortaklığın giderilmesi dava dilekçesinde taşınmaz üzerinedavacının iki adet bina yaptığını ikrar etmesine göre dava açılmasına neden olmadığı, Davalının harç ve yargılama giderinden sorumlu tutulamayacağı, Muhdesat iddiasının ortaklığın giderilmesi davasında kabul edilmesi ile eldeki davada hukuki yararın kalmadığı, Hal böyleyken dava şartı yokluğu nedeniyle davanın reddine karar verilip harç ve giderlerin davacı üzerinde bırakılması gerekirken yazılı şekilde karar verilmesinin hatalı olduğu gerekçesiyle davalı vekilinin istinaf başvurusunun kabulüne, İlk Derece Mahkemesi kararının kaldırılmasına ve davanın usulden reddine karar verilmiştir.” Muhdesatın aidiyetinin tespiti davası açısından mevzuatımızda genel bir hak düşürücü süre öngörülmemiştir. Yani, muhdesatın aidiyetinin tespiti davası açma hakkı herhangi bir süreyle sınırlandırılmamıştır. Ancak, kadastro tespitinden önce oluşturulmuş bir muhdesat var ise buna yönelik tespit davası açılması halinde3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun12/3 maddesi gereğince 10 yıllık hak düşürücü süre söz konusu olmaktadır. Yargıtay 7. Hukuk Dairesi 22.6.2010 tarih ve E:2010/1499, K:2010/3990 sayılı kararında;“…dava konusu muhdesatların kadastro tespitinden önce meydana getirildikleri ve muhdesatların üzerinde bulunduğu 89 ada 15 parsel sayılı taşınmazın tespitinin kesinleştiği gün ile davanın açıldığı gün arasında 3402 sayılı Kadastro Kanununun 12/3. maddesi hükmünde sözü edilen kamu düzenine ilişkin, 10 yıllık hak düşürücü sürenin geçtiği anlaşılmaktadır…”gerekçesiyle hükmü bozmuştur. Yargıtay 14. Hukuk Dairesi 27.3.2017 tarih ve E:2015/9817, K:2017/2374 sayılı kararında;“… davalılardan biri 12.02.2015 tarihli celsede taşınmaz üzerinde evinin bulunduğunu beyan etmiştir. Bu durumda muhdesatın kime ait olduğu hususunda paydaşların beyanı alınarak bu hususta bütün paydaşlar ittifak etmiyor ise, yukarda açıklandığı şekilde öncelikle bu uyuşmazlığın giderilmesi için o muhdesatta hak iddia eden paydaşa görevli mahkemede dava açmak üzere uygun bir süre verilmesi, verilen süre içerisinde dava açıldığı takdirde sonucunun beklenmesi, açılmadığı takdirde o konuda uyuşmazlık yokmuş gibi davaya devam edilmesi…”gerekçesiyle hükmü bozmuştur. Ankara Bölge Adliye Mahkemesi 12. Hukuk Dairesi 22.5.2019 tarih ve E:2018/2575, K:2019/455 sayılı kararında;“… Aynı taşınmaz üzerinde bulunan armut ve fındık ağaçlarına gelince; armut ve fındık ağaçlarının 1992 yılında veya daha öncesinde dikilmiş olduğunun kabulü gerekir. Esasen davacı bizzat kendisi keşif sırasında fındık ağaçlarını 1987-1988 yıllarında diktiğini beyan etmiştir. O halde, 125 ada 9 parselin kadastro tespitinin 06.12.1993 tarihinde yapıldığı dikkate alındığında, armut ve fındık ağaçları bakımından davacının talebinin 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 19/II. maddesi kapsamında kaldığı, ne var ki, 125 ada 9 parselin kadastro tespitinin kesinleştiği 28.08.1997 tarihinden, eldeki davanın açıldığı 12.10.2016 tarihine kadar 3402 Sayılı Kadastro Kanunu’nun 12/3. maddesi gereğince 10 yıllık hak düşürücü sürenin geçtiği görülmektedir…”gerekçesiyle istinaf başvurusunu kısmen kabul ederek davanın bu kısmı yönünden dava şartı yokluğundan reddine karar vermiştir. Muhdesat aidiyetinin tespiti davalarında ispat yükü davacı taraf üzerinde olup davacı taraf muhdesatı kendi adına ve hesabına meydana getirdiğini her türlü delille kanıtlayabilir. Yargıtay 8. Hukuk Dairesi 16.3.2020 tarih ve E:2016/10109, K:2020/2635 sayılı kararında;“…Davacı, taşınmaz üzerinde bulunan su kuyusu ve kuyu içindeki dalgıç pompanın aidiyetini de talep etmiş ise de, yargılama sırasında dinlenen davacı tanıkları …,…., taşınmaz üzerinde bulunan kuyuyu kimin açtırdığını bilmediklerini beyan etmiş, diğer davacı tanıkları ise kuyu hakkında herhangi bir bilgi vermemiştir. Dosya içeriğinden ve toplanan delillerden dava konusu taşınmazda yer alan kuyunun davacı tarafından yapıldığına dair her türlü şüpheden uzak somut bir delil yer almamakla birlikte davacı tanıkları da bu hususu ispatlayacak herhangi bir beyanda bulunmamıştır…”gerekçesiyle hükmü bozmuştur. Yargıtay 7. Hukuk Dairesi 03.10.2022 tarih ve E:2022/2295, K:2022/5745 sayılı kararında;“…davacı dava konusu taşınmaz üzerinde bulunan yapının kendisi tarafından meydana getirildiği iddiasını ispatlamak için tapu kaydı, muhdesatın yapımına ilişkin belgeler, ortaklığın giderilmesi dosyası, taşınmazın satışına ilişkin yazılı sözleşme, tanık, bilirkişi, yapının yapımı sırasında satılan taşınmazlara ait kayıtlar, yemin vs. delile dayanmıştır. Mahkemece, davacı tarafın bildirdiği delillerin tamamı toplanmadan, özellikle davacının yapının yapımı sırasında sattığını veya yapıyı yapan müteahhide temlik ettiğini ileri sürdüğü taşınmazlara ait kayıtlar eksiksiz bir şekilde getirtilmeden ve davacı dava dilekçesinde yemin deliline dayandığı halde davacının yemin teklif etme hakkı olduğu hatırlatılmadan karar verilmiştir…” gerekçesiyle hükmü bozmuştur. Yargıtay 7. Hukuk Dairesi 22.5.2023 tarih ve E:2022/847, K:2023/2751 sayılı kararında;“… davacının ise murise binanın kendi adına yapımı için para gönderdiğine ilişkin iddiasını somut bilgi ve tarihe dayanmayan tanık beyanları dışında ispatlayamadığı ve böylece dava konusu muhdesatın hiçbir şüpheye yer verilmeyecek şekilde davacı tarafından meydana getirildiğinin tespit edilemediği…”gerekçesiyle Bölge Adliye Mahkemesi kararını kaldırarak ilk derece Mahkemesi kararını bozmuştur. Yargıtay 7. Hukuk Dairesi 07.6.2023 tarih ve E:2023/404, K:2023/3156 sayılı kararında;“…Toplanan deliller ve dinlenen tanık beyanlarından davacılar ile davalı … ve diğer davalıların murisi H. tarafından dava konusu muhdesatın yapılmasında emek ve ekonomik katkısının bulunduğu ancak yapılan katkı sebebiyle tazminat talebi de bulunmadığı, bu hususun bu davaya konu edilemeyeceği bu yönden sebepsiz zenginleşme gereğince eda davasının açılabileceği, taşınmaz üzerinde bulunan muhdesatın fiili kullanım şeklinin uzun zamandan beri süregeliyor olması muhdesatın davacılar tarafından meydana getirildiği sonucunu doğurmayacağı gibi davaya konu taşınmaz üzerindeki muhdesatın davacılar tarafından kendi nam ve hesabına ve kendi kazancı ile yapıldığının da ispatlanamadığı anlaşılmaktadır…”gerekçesiyle hükmü bozmuştur. Yargıtay 14. Hukuk Dairesi 28.01.1993 tarih ve E:1992/4670, K:1993/603 sayılı kararında;“… krokide ( B ) harfi ile gösterilen kırmızı renkli kalemle boyalı kuyu olarak kullanılan, kuyunun muhdesat sayılamayacağı nedeni ile tapunun iptaline dair isteğin reddine karar vermek gerekirken, kabulüne karar verilmesi de doğru görülmemiştir…”gerekçesiyle hükmü bu gerekçeyle de bozmuştur. Yargıtay 7. Hukuk Dairesi 01.12.1995 tarih ve E:1995/5481, K:1995/13805 sayılı kararında;“…Dava konusu palamut ağaçlarının davacı tarafından yetiştirilmediği, kendiliğinden yetiştiği dosya içeriğinden anlaşılmaktadır…”gerekçesiyle hükmü bozmuştur. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 27.12.1995 tarih ve E:1994/450, K:1995/1156 sayılı kararında;“…Somut olayda 125 parsel sayılı taşınmaz üzerinde bulunan menengiç ağaçlarının 5-8 sene önce davalı tarafından aşılama yapılarak fıstık ağacı haline dönüştürüldüğü saptanmış durumdadır…”gerekçesiyle direnme kararını bozmuştur. Yargıtay 6. Hukuk Dairesi 27.5.2002 tarih ve E:2002/3515, K:2002/3688 sayılı kararında;“… Olayımızda: Davaya konu taşınmazlar üzerinde bulunan elma ağaçlarının davacı K. ile davalı H. E.’ye ait olduğuna dair tapu da şerh olmadığı gibi taraflar arasında da ittifak bulunmamaktadır. Bu durumda taşınmazın muhdesatla birlikte satışına ve satış bedelinin paydaşlara payları nisbetinde verilmesi gerekirken yazılı şekilde hüküm tesisi hatalı olmuştur…”gerekçesiyle hükmü bozmuştur. Yargıtay 7. Hukuk Dairesi 01.3.2004 tarih ve E:2004/293, K:2004/629 sayılı kararında;“…tespiti istenen muhdesatın üzerinde bulunduğu 587 parselde kayıtlı taşınmazın Karayollarınca kamulaştırma işlemine tabi tutulduğu dosya kapsamı ile belirlendiğinden davacının dava açmakta hukuki yararı bulunduğu kuşkusuzdur. Bu nedenle temyiz itirazları yerinde ise de, 587 parsel sayılı taşınmazın orman niteliği ile Hazine adına kayıtlı bulunduğu, ormanlar üzerindeki işgal ve faydalanmanın konusu itibariyle suç teşkil ettiği, bu nedenle taşınmaz üzerine yapılan yapılar ve dikilen ağaçlar için muhdesat tespiti istenilemeyeceği …”gerekçesiyle davacının temyiz istemini reddederek sonucu itibariyle hükmü onamıştır. Yargıtay 7. Hukuk Dairesi 07.02.2005 tarih ve E:2005/142, K:2005/255 sayılı kararında;“…Aidiyetinin tesbiti istenen muhdesatların üzerinde bulunduğu taşınmazın türü kumluk olarak belirlenmiştir. Esasen bu olgu tarafların kabulünde olduğu gibi dosya içeriğiyle de belirlenmiştir. Davacının aidiyetinin tespitini istediği kavak ağaçlan kibrit sanayiinde kullanıldığından belli bir süre içerisinde kesilmesi zorunludur. Bu nedenlerle kavak ağaçlarının muhdesat olarak kütüğün beyanlar hanesinde gösterilmesine yasal olanak yoktur. Gerçekten bu olgu Yüksek Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun kararlarında da benimsenmiştir. Kural olarak kumluk niteliğindeki taşınmazlar kamunun yararlanmasına terk ve tahsis olunan bu nedenlerle özel mülkiyete konu olamayacak yerlerdendir. Öte yandan bu nitelikteki taşınmazlar üzerinde bulunan muhdesatların aidiyetinin tespiti istenemeyeceği gibi dava da açılamaz…”gerekçesiyle hükmü bozmuştur. Yargıtay 7. Hukuk Dairesi 23.02.2006 tarih ve E:2006/463, K:2006/459 sayılı kararında;“…Dava ve temyize konu üçüncü katın yapımına başlandığı tarihte, davacının, henüz 14-15 yaşlarında bulunduğu, henüz ergin olmayan bu yaştaki çocuğun müstakil ya da bağımsız iş yapıp gelir elde etmesi dava ve temyize konu muhdesatları kendi adına tek başına meydana getirmesi hayatın olağan akışına aykırı olduğu gibi davacının 29.04.2004 günlü keşif tutanağına geçirilen usulün 151. maddesi hükmü ile belgelendirilen bu nedenle kendisini kayıtsız koşulsuz bağlayan beyanı karşısında, üçüncü katın miras bırakan babası adına ve ona ait gelirlerle yaptırıldığının “meydana getirildiğinin” kabulü gerekir …”gerekçesiyle hükmü bozmuştur. Yargıtay 7. Hukuk Dairesi 30.5.2008 tarih ve E:2008/2525, K:2008/2391 sayılı kararında;“…dava ve temyize konu binanın kadastro tesbit gününde taşınmaz üzerinde bulunduğu davacı tarafın eski yığma taş yapının zemin ve taşıyıcısı sistemini aynen koruyup ahşap bölümlerini yıkarak mevcut bina üzerine hasır beton atıp üzerine ikinci bir kat yaptığı, üzerini de oluklu çatıyla kapatarak mevcut binanın şeklini de değiştirip iyileştirici giderler yaptığı, yeni bir muhtesat meydana getirmeyip binanın yeni yapılan bölümleri ile eskiden yapılan alt kısmının ayrı ayrı kullanılan bölümler olmayıp tek haneden ibaret olduğu anlaşılmaktadır…”gerekçesiyle hükmü bu kısım yönünden bozmuştur. Yargıtay 14. Hukuk Dairesi 30.5.2011 tarih ve E:2011/5110, K:2011/6987 sayılı kararında;“…Dava konusu 833 parsel sayılı taşınmazın tapu kaydı incelendiğinde taşınmazın 4.4.2002 tarihinde davalı tarafından satın alındığı anlaşılmaktadır. Davalı davaya konu ağaçların dikildiği ve kuyunun açıldığı tarihten çok sonra taşınmazı temlik ettiğinden muhdesat bedelinin davalıdan istenilmesi mümkün değildir…”gerekçesiyle hükmü bozmuştur. Yargıtay 7. Hukuk Dairesi 20.6.2013 tarih ve E:2013/3743, K:2013/11640 sayılı kararında;“…muhdesat aidiyetinin tespitine dair davalarda muhtesatın kaçak yapı olup olmamasının sonuca etkisi bulunmadığının kabulü gerekir. Öte yandan davaya konu muhdesatın 3. katının davacı tarafından kendi nam ve hesabına meydana getirildiği dosyada toplanan delillerle belirlenmiştir. Hal böyle olunca; taraflar arasında derdest ortaklığın giderilmesi davasının bulunduğu ve dolayısıyla davacı tarafın görülen davayı açmakta hukuki yararının olduğu, yine toplanan delillerle 38866 ada 13 parsel sayılı taşınmaz üzerindeki muhdesatın davaya konu 3. katının davacı tarafından meydana getirildiğinin kanıtlanmış olduğu…”gerekçesiyle hükmü bozmuştur. Yargıtay 14. Hukuk Dairesi 22.3.2018 tarih ve E:2016/1815, K:2018/2165 sayılı kararında;“… Somut olayda; 6360 sayılı Kanun’un 1/1. maddesiyle … Belediyesi’nin Büyükşehir Belediyesi olduğu, 1/3. maddesiyle köylerin mahalle olarak bağlı bulundukları ilçenin belediyesine katıldıkları anlaşıldığından, mahkemece davaya konu taşınmazda aynen taksimin mümkün olup olmadığının ilgili belediyeden sorularak, gelen cevabi yazı sonucuna göre hüküm verilmesi gerekirken, bu hususun üzerinde durulmadığı anlaşılmaktadır. Kabule göre de, 1. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2012/297 Esas, 2014/144 Karar sayılı dosyasında, 926 parsel sayılı taşınmazda bulunan 6.518,00 TL.’lik yapının …’e ait olduğunun tespitine karar verildiği anlaşıldığına göre, yukarda açıklanan ilkeler doğrultusunda oranlama yapılmak suretiyle muhdesata isabet eden kısım muhdesat sahibi paydaşa, geri kalan bedelin ise payları oranında paydaşlara dağtılımasına karar verilmesi…”gerekçesiyle hükmü bozmuştur. Yargıtay 8. Hukuk Dairesi 16.3.2020 tarih ve E:2016/13948, K:2020/5282 sayılı kararında;“…Aidiyetinin tespiti istenen ve Mahkemece kabulüne karar verilen tel örgü sisteminin taşınmazın bütünleyici parçası niteliğinde olmayıp ( mütememim cüz ) her zaman için sökülüp götürülebilen ve taşınmazdan ayrılması mümkün olan eşya ( teferruat ) niteliğinde oldukları kuşkusuzdur…”gerekçesiyle hükmü bozmuştur. Yargıtay 8. Hukuk Dairesi 14.4.2021 tarih ve E:2019/1369, K:2021/3522 sayılı kararında;“…muhdesatın tespiti davalarında Yargıtayın ve Dairemizin kökleşmiş içtihatlarına göre muhdesatın pay gösterilmek suretiyle yapıldığından bahisle hüküm kurulması mümkün olmayıp muhdesatın tamamının davacı tarafça yapıldığı ispatlanamadığından davacının eda davası açması gerekirken tespit davası açmakta hukuki yarar bulunmadığından davanın reddine karar verilmesi gerekmektedir. Ayrıca davayı kabul edenler yönünden ise ortaklığın giderilmesi davasında satış aşamasında bu kabul beyanlarının gözetilmesi gerekecektir… “gerekçesiyle Bölge Adliye Mahkemesi Hukuk Dairesi kararını bozmuştur. Yargıtay 8. Hukuk Dairesi 16.6.2021 tarih ve E:2021/443, K:2021/5191 sayılı kararında;“…Mahkemece, kamulaştırmaya ilişkin evraklar ve kroki de eklenerek, dava konusu muhdesatların yer aldığı taşınmazların kamulaştırmaya konu olup olmadığının belirlenmesi, fen bilirkişi tarafından düzenlenen bilirkişi raporu ve krokisindeki muhdesatlar, kamulaştırma krokisi ile çakıştırılarak, muhdesatların bulunduğu bölümün kamulaştırılıp kamulaştrılmadığının tespit edilmesi ve bu hususları gösterir teknik bilirkişiye uygulama ve denetime elverişli basit kroki düzenlettirilmesi, ondan sonra tüm deliller birlikte değerlendirilerek elde edilecek sonuca göre dava konusu taşınmazlar üzerinde bulunan muhdesatlar ile ilgili infazda kuşku oluşturmayacak şekilde karar verilmesi…”gerekçesiyle karar düzeltme talebini kabul ederek daire kararını kaldırıp Mahkeme hükmünü bozmuştur. Yargıtay 8. Hukuk Dairesi 04.10.2021 tarih ve E:2021/4908, K:2021/9978 sayılı kararında;“…mahallinde yapılan keşif sonucunda dosyaya ibraz edilen bilirkişi raporlarına göre, seranın, sökülebilir nitelikte yapı olması nedeniyle muhdesat niteliği yoktur…”gerekçesiyle Bölge Adliye Mahkemesi kararını düzelterek onamıştır. Yargıtay 7. Hukuk Dairesi 06.9.2022 tarih ve E:2022/615, K:2022/4886 sayılı kararında;“… Bütünleyici parça niteliğinde olmayıp her zaman için ana taşınmazdan sökülüp götürülebilen ve taşınmazdan ayrılması mümkün olan eşyalar teferruat niteliğinde olup, bu nitelikteki eşyalar yönünden muhdesat aidiyeti davası açılamayacağı önceki bozma ilamında belirtilmiş olmakla birlikte, çardağın sökülebilir olduğu yönündeki davalıların iddiası incelenmeyip eksik araştırmayla karar verilmesi doğru görülmemiş, bozmayı gerektirmiştir…”gerekçesiyle hükmü kısmen bozmuştur. Yargıtay 7. Hukuk Dairesi 11.4.2023 tarih ve E:2023/1515, K:2023/2112 sayılı kararında;“…her ne kadar Mahkemece, dava konusu 387 ada 133 parsel sayılı taşınmazın kamulaştırma kapsamında kalmasına rağmen üzerinde davacılar tarafından meydana getirilen ekonomik değere sahip bir muhdesat bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş ise de, dava tarihi itibarıyla var olan ağaç ve yapıların yargılama aşamasında ortadan kaldırıldığı görülmektedir.4. Her dava açıldığı tarihteki koşullara göre değerlendirilmelidir (28.11.1956 tarih 15/15 Sayılı İ.B.K ).5. Taraflar arasındaki ihtilafın dava tarihindeki şartlara göre çözümlenmesi gerekir 6. Hâl böyle olunca iddia ve savunma çerçevesinde, dava konusu (ve hakkında kamulaştırma bedelin tespiti ve tescil davası açılan ) 387 ada 133 parsel üzeride ( dava tarihi itibarıyla ) var olan ağaç ve yapılar hakkında dosya kapsamına uygun bir karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde karar verilmesi doğru görülmemiş bu sebeple hüküm bozulmuştur…”gerekçesiyle ilgili bentler bakımından hükmü bozmuştur. Yargıtay 7. Hukuk Dairesi 11.5.2023 tarih ve E:2022/6098, K:2023/2530 sayılı kararında;“…taşınmaz üzerindeki muhdesata konu yapının harabe nitelinde olması sebebiyle davacı tarafından onun “yaşanabilir hale getirilmesine” ilişkin faaliyetini, bir iyileştirme faaliyetinden ziyade yapının tekrar inşası şeklinde nitelendirmek yanlış olmayacaktır…”gerekçesiyle Mahkeme kararını bozmuştur. Yargıtay 7. Hukuk Dairesi 11.5.2023 tarih ve E:2022/1287, K:2023/2537 sayılı kararında;“…istinat duvarının yapı niteliğinde olup muhdesat tespitine konu olabileceği düşünülerek sonucuna göre muhdesat aidiyeti istemi yönünden bir verilmesi …”gerekçesiyle Bölge Adliye Mahkemesi kararını kaldırarak ilk derece Mahkemesi kararını bozmuştur. Yargıtay 7. Hukuk Dairesi 05.6.2023 tarih ve E:2022/1808, K:2023/3080 sayılı kararında;“…dava konusu muhdesat köy boşluğunda kaldığına göre; söz konusu muhdesatın yapıldığı tarih de dikkate alınarak mahkemece kamulaştırma ile ilgili kayıt ve belgelerle kamulaştırma haritası getirtilip taşınmaz başında uzman bilirkişiler eşliğinde keşif yapılması, fen bilirkişi eliyle kadastro paftası ve kamulaştırma haritası ölçekleri eşitlenerek zemine uygulanması, bu yolla muhdesatların üzerinde bulunduğu taşınmazın gerçekten kamulaştırma alanı içinde kalıp kalmadığının, davacı tarafın tespit davası açmakta hukuki yararı bulunup bulunmadığının belirlenmesi, yukarıda açıklandığı üzere bu muhdesatlara hukuken değer verilip verilemeyeceği dikkate alınarak bu hususları gösterir denetime elverişli rapor alınması, toplanan ve toplanacak tüm delillerin sonucuna göre bir hüküm verilmesi gerekir…”gerekçesiyle Mahkeme kararını bozmuştur. Yargıtay 7. Hukuk Dairesi 07.6.2023 tarih ve E:2022/648, K:2023/3178 sayılı kararında;“…Mahkemece, orman arazisine dikilen ağaçlardan dolayı muhdesatın aidiyetinin tespitinin istenemeyeceği gerekçesiyle verilen karar, ilgili hukuk kısmında bulunan açıklamalarla, bu kısımda değinilen Anayasa Mahkemesi kararıyla ve Kamulaştırma Kanunu’nun 19. maddesiyle uyumlu değildir. Mahkemece yapılması gereken; dava konusu muhdesatların bulunduğu alanı kapsayacak şekilde, bu alanda yapılan kamulaştırma işlemleriyle ilgili bilgi ve belgeleri ilgili kurumlardan celp ederek, alanında uzman bilirkişiler marifetiyle taşınmaz başında keşif yapıp, tanık beyanlarını tespit ederek, dava konusu taşınmazın kamulaştırma alanında kalıp kalmadığının belirlenmesiyle, kamulaştırma alanında bulunuyor ise davacının muhdesatın aidiyetinin tespiti davası açmakta hukuki yararının bulunduğu kabul edilerek bu kez muhdesatın niteliği ve davacı tarafça meydana getirilip getirilmediğinin, ayrıca muhdesatın tesis tarihi esas alınarak davacının haklı-meşru beklentisinin oluşup oluşmadığının değerlendirilmesi gerektiği…”gerekçesiyle Bölge Adliye Mahkemesi kararını kaldırarak ilk derece Mahkemesi kararını bozmuştur. Yargıtay 7. Hukuk Dairesi 21.11.2023 tarih ve E:2022/4660, K:2023/5578 sayılı kararında;“…dava konusu taşınmaz üzerindeki fabrikada bulunan ve dava dilekçesinde liste halinde sunulan araç ve gereçlerin davacılara ait olduğu iddiasıyla eldeki dava açılmıştır. Dosya içerisinde bulunan 15.03.2021 havale tarihli bilirkişi raporu dava konusu talepleri karşılamaktan uzak olup denetime elverişli değildir. Mahkemece gerekirse yeniden keşif yapılarak, ek rapor alınmak suretiyle dava dilekçesinde belirtilen her bir parçanın fabrikanın faaliyet alanı da gözetilerek TMK’nin684.maddesi kapsamında bütünleyici parça mı, yoksa 686 maddesi kapsamında eklenti niteliğinde mi olduğu bilimsel verilere dayalı olarak tespit edilmesi, taraf delilleri toplanarak sonuca göre karar verilmesi…”gerekçesiyle Bölge Adliye Mahkemesi kararını kaldırarak ilk derece Mahkemesi kararını bozmuştur. E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. MUHDESATIN TANIMI İLGİLİ MEVZUAT MUHDESATIN HUKUKİ NİTELİĞİ DAVA AÇMA EHLİYETİ DAVA AÇMA SÜRESİ İSPAT YÜKÜMLÜLÜLÜĞÜ ÖRNEK KARARLAR Benzer yazılar:İşyeri Açma Ve Çalışma Ruhsatının İptali Ve Ruhsat Verilmemesi Halinde İtiraz, Dava Ve Yürütmenin Durdurulmasıİmara Aykırı Yapının Tespiti – Yapı Tatil TutanağıKonutların Turizm Amaçlı Kiralanması Hakkındaki Yasal DüzenlemelerKöy Yerleşik Alanı Civarının 100 Metreden 300 Metreye Çıkarılması", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/yargi-kararlariyla-muhdesatin-aidiyetinin-tespiti-davasi/"}
{"prompt": "İçindekiler 28.07.2021 tarihinde yayınlanan7334 sayılı ”TURİZMİ TEŞVİK KANUNU İLE BAZI KANUNLARDA DEĞİŞİKLİK YAPILMASINA DAİR KANUN”ile2634 sayılı TURİZMİ TEŞVİK KANUNUNUN 5. ve Geçici 11. Maddelerindeyapılan düzenlemede plaj işletmelerine turizm işletme belgesi alma zorunluluğu getirildi. Bu düzenlemeden önce plaj işletmeleri umuma açık istirahat ve eğlence yeri olarak değerlendiriliyor ve işyeri açma ve çalışma ruhsatı bulunması yeterli kabul ediliyordu. 2634 SAYILI TURİZMİ TEŞVİK KANUNUN Geçici 11. Maddesindekanunun yayınlandığı tarihten itibaren 1 ay içerisinde başvuru zorunlu sayıldı ve başvurunun yönetmeliğe uygun yapılması öngörüldü. Ancak yönetmelik, kanunda öngörülen 1 aylık süre geçtikten sonra 25.09.2021 tarihinde yayınlandı. Kanunda başvuru kriterlerinin yönetmeliğe göre belirleneceği belirtildiğinden yönetmelik yayınlanmadan il müdürlüklerine yapılan başvurular değerlendirilmedi. Yönetmelik çıktığında ise artık kanunun yayın tarihinden itibaren öngörülen 1 aylık süre geçtiği için başvurular sonuçsuz kaldı. Bu makale bu durumun yol açtığı mağduriyetleri açıklamak ve bir çözüm önerisi getirmek amacıyla hazırlanmıştır. 7334 SAYILI KANUNLA 2634 SAYILI TURİZMİ TEŞVİK KANUNU MADDE 5’teyapılan değişiklik ile Konaklama içermeyen müstakil plaj işletmelerinin, işyeri açma ve çalışma ruhsatı almalarını takiben yedi gün içerisinde turizm işletmesi belgesi alma zorunluluğu getirildi. Bu kapsamda belgelendirilecek plaj işletmelerinin nitelikleri ve denetimlerin e ilişkin konuların Bakanlıkça yürürlüğe konulacak yönetmelikle belirleneceği düzenlendi. 2634 SAYILI TURİZMİ TEŞVİK KANUNU MADDE 11’demaddenin yürürlüğe girdiği tarihte faaliyette bulunan konaklama içermeyen müstakil plaj işletmelerine, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bir ay içerisinde turizm işletmesi belgesi almak zorunluluğu getirildi. Bu süre içerisinde başvuruda bulunmayan ve Bakanlıkça yapılacak denetim sonucunda belirlenen kriterleri taşımadığı veya sonradan kaybettiği anlaşılan işletmelerin belgeleri iptal edileceği ve belgesi iptal edilen işletmelerin, yetkili idare tarafından bir ay içinde işyeri açma ve çalışma ruhsatı iptal edileceği ve faaliyetlerine son verileceği düzenlendi. Yönetmeliğin 7. Maddesinde 28/7/2021 tarihinden önce aldıkları işyeri açma ve çalışma ruhsatı ile faaliyet gösteren plaj işletmelerinin başvuru evrakı incelenerek uygun görülmesi halinde belge düzenleneceği ve otuz gün içerisinde tesis türünün niteliklerinin sağlanıp sağlanmadığına yönelik denetim yapılacağı, türünün niteliklerinde eksiklik olduğu tespit edilen plaj işletmelerinin belgeleri iptal edileceği ve Kanunun Geçici 11 inci maddesinin dördüncü fıkrası uyarınca Turizm işletmesi belgelerinin ve İşyeri Açma ve Çalışma Ruhsatlarının iptal edileceği öngörülmüştür. Yazının 4. Maddesinde : Mahalli idarelerden işyeri açma ve çalışma ruhsatı alan tüm basit konaklama tesisleri (pansiyon, apart otel, otel, motel, tatil köyü, kamping) ile konaklama içermeyen müstakil plaj işletmelerinin(ruhsatlarında faaliyet konusu veya işyeri unvanı içkili lokanta, beach vs. olanlar dahil) belge alması zorunlu kılınmıştır. Bakanlığın 06.01.2022 tarihli yazısında Turizm İşletme Belgesi alma zorunluluğu getirilen işletmelere yenilerinin eklendiğini görüyoruz. Başvuru tarihi geçtikten sonra yeni kriterlerin getirilmesi hukuki belirlilik, hukuki güven ve istikrar ile eşitlik ilkelerine aykırılık teşkil etmektedir. Zira ilk düzenlemede müstakil plaj işletmelerinden bahsedilmişti . Plaj işletmesi yapan aynı zamanda içkili lokanta işleten bir müessese kendisinin de Turizm İşletme Belgesi alması gerektiğinden en erken 06.01.2022 tarihinde haberdar olabiliyor. Ancak bu Resmi Gazete de yayınlanan bir yazı olmadığından muhtemelen halen haberdar olmayan çok sayıda işletme bulunmakta. 06.01.2022 tarihli bu bakanlık yazısının 20. Maddesinde, Yönetmeliğin Kanunda öngörülen 1 aylık başvuru süresi geçtikten sonra 25.09.2021 tarihinde yayınlandığı ve bunun tesis edilecek işlemlerde tereddütlere sebebiyet vereceği bu nedenle Bakanlık Makamının 08.12.2021 tarihli ve 1925668 sayılı oluru ile; -25.09.2021 tarihine kadar yapılmış olan Plaj İşletmesi Belgesi başvurularının işyeri açma ve çalışma ruhsatları halen geçerli ise kabul edilmesi, -25.09.2021 tarihinden sonra yapılan başvurulara ilişkin olarak 2634 sayılı Kanunun 5 inci maddesinin yedinci fıkrasında yer alan “Bu maddede belirtilen süreler içerisinde turizm işletmesi belgesi alamayan konaklama ve plaj işletmeleri, işletmeye açılamaz ve faaliyette bulunamaz. Bu işletmelerin işyeri açma ve çalışma ruhsatı Bakanlıkça yapılan bildirim üzerine yetkili idare tarafından bir ay içinde iptal edilir ve faaliyetlerine son verilir” hükmü kapsamında işlem tesis edilmesi, -28.07.2021 tarihinden önce işyeri açma ve çalışma ruhsatı almış olan ve süresi içerisinde(25.09.2021 tarihine kadar) başvuru yapan plaj işletmelerinin belgelendirme sonrası denetimlerinin 2022yılı yaz sezonu başında yapılması, belirtilmiştir. Bakanlığın bu yazısı ile süre 25.09.2022 tarihine kadar uzatılmışsa da müstakil plaj işletmeleri dışındaki içkili lokanta gibi işletmelerin de belge almaları gerektiği ilk kez 06.01.2022 tarihinde belirtildiğinden düzenlemenin derde çare olmadığı görülmektedir. 2634 SAYILI TURİZMİ TEŞVİK KANUNU MADDE 5’egöre yeni işyeri açma ve çalışma ruhsatı alarak faaliyete geçecek plaj işletmeleri ruhsat tarihini takip eden 7 gün içerisinde turizm işletme belgesi almak için bakanlığa başvurmak suretiyle belgeyi alabiliyorlar. 7 günlük süre içerisinde başvuru zorunlu kılınmıştır. 06.01.2022 tarihli bakanlık yazısının 20. maddesinde, yönetmeliğin yayınlandığı 25.09.2021 tarihinden önce başvuruda bulunanlara aranan şartların varlığı halinde turizm işletme belgesi verilebileceği belirtilmiştir. Ancak yönetmelik yayınlanana kadar yapılan başvurular il müdürlükleri tarafından ya reddedildi ya da şifahen yönetmeliğin beklendiği belirtilerek geri çevrildi. 06.01.2022 tarihli Bakanlık yazısında yönetmeliğin yayınlanmasına kadar yapılan başvurular hakkında düzenleme getirilse de sonraki tarihlerdeki başvurulara ilişkin bir bilgiye yer verilmedi. 25.09.2021 tarihine kadar başvuru yapmayanların durumunun belirsizliğini koruduğunu söyleyebiliriz. Plaj işletmelerine Turizm İşletme Belgesi alma zorunluluğu getiren yasal düzenleme kanunun yayınlanmasından itibaren 1 aylık sürede başvuru yapılmasını zorunlu kılsa da yönetmeliğin bu süre geçtikten sonra çıkması uygulamada ciddi problemlere neden olmaktadır. Birçok plaj işletmesi süreyi kaçırdı. Yasaya göre ancak yeni işyeri açma ve çalışma ruhsatı alanlar 7 gün içerisinde başvurduklarında plaj işletmesi ruhsatı alabilecekler. 28.07.2021 tarihinden önce işyeri açma ve çalışma ruhsatı bulunanların durumu belirsiz. Düzenlemelerde ”plaj işletmesi” ve ”müstakil plaj işletmesi” ifadelerine yer verilmiş. 06.01.2022 tarihinde ilk defa müstakil olarak plaj işletmeyen, içkili lokanta, otel, motel gibi işletmelerin de plaj işletmek istemeleri halinde belge almaları gerektiği belirtilmesine rağmen ancak 25.09.2021 tarihine kadar yapılan başvuruların kabul edileceği düzenlenmiş. Daha öncesinde deniz kenarında bulunup da plaj işletmeyen bir içkili lokantanın plaj işletmeye karar vermesi halinde durumunun ne olacağı bilinmiyor. Mevcut işletmelerin gelecek sezonlarda plaj işletmeye başlamayı istemeleri halinde belgeye başvurmalarını mümkün kılacak bir düzenleme getirilebilirdi. Bu haliyle mevcut düzenlemelerin hukuki belirlilik, hukuki güven ve istikrar ile eşitlik ilkelerini ihlal ettiği söylenebilir. Yasada başvuru süresi ”kanunun yayınlanmasından ” değil ”yönetmeliğin yayınlanmasından” itibaren bir ay olarak belirlenseydi belki de hiçbir sorun yaşanmayacaktı. Şuan da ülkemizde bulunan plaj işletmelerinin tamamına yakını belge alamadılar. Yaz sezonu yaklaştı ve belgesi olmadan faaliyet gösteren işletmelerin işyeri açma ve çalışma ruhsatlarının da iptal edileceği düzenlendiğinden bu konuda acil bir çözüm getirilmesi gerekiyor. Yeniden bir süre tanınmasının ve tüm ilgililerin haberdar olması için meslek odalarının da bilgilendirilmesinin çözüm için yeterli olacağı kanaatindeyim. E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. GİRİŞ İLGİLİ MEVZUAT VE SÜREÇ : UYGULAMA : DEĞERLENDİRME : SONUÇ : Benzer yazılar:İşyeri Açma Ve Çalışma Ruhsatının İptali Ve Ruhsat Verilmemesi Halinde İtiraz, Dava Ve Yürütmenin DurdurulmasıRuhsatsız Pergola Ve Sundurma Yapılabilecek Durumlar", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/plaj-isletmelerinin-turizm-isletme-belgesi-almalarina-iliskin-duzenlemelerden-kaynaklanan-problemler/"}
{"prompt": "İçindekiler 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 16. maddesiyle getirilen İmar Barışından faydalanan yapılara Yapı Kayıt Belgesi verilmiştir. Yapı kayıt belgesi başvuru sistemi tamamen beyan esasına dayalı olarak kurulmuş, başvurular e-devlet üzerinden alınmış ve yapı kayıt belgesi düzenlenmeden önce herhangi bir denetim yapılmamıştır. Bu nedenle, vatandaşlar tarafından bilerek veya bilmeyerek imar barışı kapsamına girmeyen yapılar için başvuru yapılmış ve bedeli ödenerek yapı kayıt belgesi alınmıştır. Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüklerince yapılan denetimler neticesinde, imar barışı kapsamına girmeyen yapılar için verilen yapı kayıt belgeleri iptal edilmekte ve sonrasında vatandaşı sıkıntılı bir süreç takip etmektedir. Bu yazımızda, yapı kayıt belgesi iptali sonrasında vatandaşın karşılaşacağı idari ve cezai yaptırımlara karşı neler yapılabileceği ele alınacaktır. 3194 sayılı İmar Kanunu’nun Geçici 16. maddesi ve Yapı Kayıt Verilmesine İlişkin Usul ve Esaslar Tebliği’ne göre imar barışından faydalanamayacak olan yapılar şunlardır: 1-31/12/2017 tarihinden sonra yapılmış olan yapılar 2-Üçüncü kişilere ait özel mülkiyete konu taşınmazlarda bulunan yapılar 3-Kesinleşmiş planlar neticesinde sosyal donatı alanı olarak belirlenmiş ve Maliye Bakanlığınca aynı amaçla değerlendirilmek üzere ilgili kurumlara tahsis edilmiş Hazineye ait taşınmazlar üzerinde bulunan yapılar 4-2960 sayılı Boğaziçi Kanunu’nda tanımlanan Boğaziçi sahil şeridi ve öngörünüm bölgesi içinde Kanuna ekli kroki ile listede sınır ve koordinatları gösterilen alanda bulunan yapılar 5-İstanbul tarihi yarımada içinde Kanuna ekli kroki ile listede sınır ve koordinatları gösterilen alanlarda bulunan yapılar 6-6546 sayılı Çanakkale Savaşları Gelibolu Tarihi Alan Başkanlığı Kurulması Hakkında Kanunun 2 nci maddesinin birinci fıkrasının (e) bendinde belirlenmiş Tarihi Alanda bulunan yapılar. Yukarıda sayılan yapılar dışındaki tüm alanlarda bulunan ve 31 Aralık 2017 tarihinden önce yapılmış olan yapılar için alınan yapı kayıt belgeleri geçerlidir. Özel kanunlara tabi olan alanlardaki yapılar için alınan Yapı Kayıt Belgelerinin geçerliliği ve hukuki niteliği ayrı bir makalede incelenecektir. Kısaca belirtmek gerekirse; Anayasa Mahkemesinin 04.12.2019 tarih ve E:2019/109, K:2019/91 sayılı kararında ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Altyapı ve Kentsel Dönüşüm Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nün 11.10.2019 tarihli ve E.238362 sayılı kararında da belirtildiği üzere; kıyı, orman, mera, doğal sit, arkeolojik sit, kentsel sit, tarihi sit gibi özel kanunlara tabi olan alanlarda bulunan yapılar için alınan Yapı Kayıt Belgesi geçerlidir. Fakat bu belge sadece İmar Kanunu ve Boğaziçi Kanunu’na göre alınan yıkım ve idari para cezalarına karşı koruma sağlamaktadır. Diğer bir ifadeyle Yapı Kayıt Belgesi verilmiş olsa dahi, bu yapılar hakkında 3621 sayılı Kıyı Kanunu ve 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu gibi özel kanun hükümlerinin uygulanması mümkündür. Ayrıca, hazineye ait olmayan veya hazineye ait olsa dahi hazine tarafından tahsis kararı bulunmayan park alanı, yeşil alan, yol gibi sosyal donatı alanlarında bulunan yapılar için alınan Yapı Kayıt Belgesi de geçerlidir. Yapı Kayıt Belgesini iptal etmeye Çevre ve Şehircilik Bakanlığı yetkilidir. Uygulamada bakanlık bu yetkisini Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüklerine devretmiştir. Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüklerinin re’sen yaptıkları denetimler, belediye ve il özel idaresince yapılan bildirimler ve vatandaşlar tarafından yapılan şikayetler üzerine inceleme yapılmakta ve yapı kayıt belgesi iptal edilmektedir. Buna göre Yapı Kayıt Belgesinin iptal sebepleri şu şekildedir; Yapı Kayıt Belgesi Tebliği’nin 10/2-b bendinde de belirtildiği üzere; Yapı Kayıt Belgesi bedelinin fazla ödenmesine sebep olan hatalar (yapı veya arsa alanının fazla beyan edilmesi gibi) iptal sebebi değildir. Yapı Kayıt Belgesi bedeli fazla ödenmiş ise, fazla ödenen kısmın iadesi için Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğüne başvurulur. Bu başvuruya 60 gün içerisinde cevap verilmezse, fazla ödenen bedelin iadesi için İdare Mahkemesinde dava açılması mümkündür. Yapı Kayıt Belgesi iptal edildikten sonra, yapı sahibi ciddi yaptırımlarla karşılaşmaktadır. Bu nedenle, tüm bu sürecin sebebi olan Yapı Kayıt Belgesinin iptaline ilişkin Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü işlemine karşı dava açılması önem arz etmektedir. Aksi taktirde, bu işlem kesinleşmiş olacağından, bu işleme dayanılarak tesis edilen diğer işlemlere karşı dava açılsa dahi sonuç alınması mümkün olmayacaktır. Yapı kayıt belgesinin iptaline ilişkin Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü işlemi idari bir işlem olduğu için, bu işleme karşı açılacak olan davanın da yapının bulunduğu ildeki İdare Mahkemesine açılması gerekmektedir. Yapının bulunduğu ilde İdare Mahkemesi yoksa, o ilin yargı çevresinde kaldığı İdare Mahkemesinde dava açılması gerekir. 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununa göre, Yapı Kayıt Belgesinin iptaline ilişkin işleme karşı, işlemin tebliğ edildiği tarihi takip eden 60 günlük süre içerisinde açılması gerekir. Zorunlu olmasa da, dava açmadan önce 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 11. maddesine göre itiraz etmek mümkündür. Yapı Kayıt Belgesi Tebliği’nin 8/2. fıkrası ve 10/2-b bendine göre, yukarıda belirttiğimiz sebeplerden biri nedeniyle Yapı Kayıt Belgesi iptal edildikten sonra, Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğünce yalan beyanda bulunan müracaat sahibi hakkında Türk Ceza Kanunu’nun 206. uyarınca“resmî belgenin düzenlenmesinde yalan beyan”suçundan dolayı suç duyurusunda bulunulur. Bunun üzerine Cumhuriyet Başsavcılığınca ceza soruşturması başlatılır. Yapı Kayıt Belgesi iptal edilen yapı“imar mevzuatına aykırı”yapı konumuna düşmektedir. Bu nedenle, Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğünce belediye veya il özel idaresine de bildirimde bulunulmakta ve İmar Kanunu’nu göre işlem yapılması istenilmektedir. Sonrasında ise, belediye veya il özel idaresi tarafından 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 32. ve 42. maddeleri uyarınca; Bu işlemlerin hepsine karşı ayrı ayrı veya birlikte, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununa göre, işlemin tebliğ edildiği tarihi takip eden 60 günlük süre içerisinde açılması gerekir. Yapı Kayıt Belgesi iptal edilerek“imar mevzuatına aykırı”hale gelen yapı; BİNA niteliğindeyse ve belediye sınırları içinde veya özel imar rejimine tabi yerlerde ise, yapı sahibi hakkında Türk Ceza Kanunu’nun 184. maddesi uyarınca soruşturma başlatılır. Ayrıca, yapı 2863 sayılı Boğaziçi Kanunu veya 2960 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu gibi özel Kanunlara tabi olan alanlarda (boğaziçi, doğal sit, arkeolojik sit, tarihi sit, kentsel sit gibi alanlarda) kalıyorsa, imar kirliliği ve ilgili özel Kanuna muhalefet etme suçu yönünden TCK’nın 44. maddesi uyarınca fikri içtima hükümlerine göre yargılama yapılır. Yapı Kayıt Belgesi Tebliğinin 6/8. maddesinde; Yapı Kayıt Belgesi verilen yapılarda işyeri açma ve çalışma ruhsatı yapı kullanma izin belgesi aranmaksızın verileceği düzenlenmiştir. Bu nedenle, yapı kayıt belgesi iptal edildikten sonra, bu belge esas alınarak verilen işyeri açma ve çalışma ruhsatı da iptal edilir. Ayrıca, Yapı Kayıt Belgesi esas alınarak özel Kanunlar uyarınca verilen turizm işletme belgesi, akaryakıt bayiliği lisansı, sağlık kuruluşu ruhsatı, özel okul ruhsatı gibi lisans, ruhsat ve belgeler de iptal edilir. Bu işleme karşı, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununa göre, işlemin tebliğ edildiği tarihi takip eden 60 günlük süre içerisinde açılması gerekir. 3194 sayılı İmar Kanunu’nun Geçici 16. maddesinin 3. fıkrasında; Yapı Kayıt Belgesi alan yapılara, talep halinde ilgili mevzuatta tanımlanan ait olduğu abone grubu dikkate alınarak geçici olarak su, elektrik ve doğalgaz bağlanabileceği düzenlenmiştir. Bu nedenle, yapı kayıt belgesi iptal edildikten sonra, bu belge esas alınarak verilen su, elektrik ve doğalgaz abonelikleri de iptal edilir. 3194 sayılı İmar Kanunu’nun Geçici 16. maddesinin 7. ve 8. fıkralarında; Yapı Kayıt Belgesi alınan yapıların, Hazineye veya belediyeye ait taşınmazlar üzerine inşa edilmiş olması halinde, bu taşınmazların Yapı Kayıt Belgesi sahipleri ile bunların kanuni veya akdi haleflerine satılacağı düzenlenmiştir. 396 sayılı Milli Emlak Genel Tebliği’nin 11/2. fıkrasına göre, satışı yapılan taşınmazların tapu kütüğüne,“Bu taşınmaz ……….… tarihli ve ………… no.lu Yapı Kayıt Belgesine dayanılarak satılmıştır. Bu belgenin herhangi bir nedenle iptal edilmesi halinde, satış işlemi iptal edilerek taşınmaz Hazine adına tescil edilir ve ödenen bedel faizsiz olarak hak sahibine iade edilir.”şeklinde şerh konulur. Bu nedenle, yapı kayıt belgesi iptal edildikten sonra, bu belge esas alınarak yapılan satış işlemleri de iptal edilir, ödenen bedel faizsiz olarak iade edilir ve yapı sahipleri adına ecrimisil tahakkuk ettirilir. 3194 sayılı İmar Kanunu’nun Geçici 16. maddesinin 5. fıkrasında, yapı kayıt belgesi bulunan yapı için, yapı kullanma izin belgesi aranmaksızın cins değişikliği ve kat mülkiyeti tesis edilebileceği düzenlenmiştir. Bu nedenle, yapı kayıt belgesi iptal edildikten sonra, bu belge esas alınarak yapılan cins değişikliği ve kat mülkiyeti işlemlerinin akıbeti önemlidir. Bu konuyla ilgili Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğünün resmi internet sitesinde verilen cevap şu şekildedir;“Tapu Müdürlüğünde yapılan işlem sonrası işlem dayanağı yapı kayıt belgesinin Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü tarafından iptal edilmesi ve müdürlüğümüze bilgilendirilmesi durumunda yapı kayıt belgesi ile işlem yapılan taşınmazın/bağımsız bölümlerin kaydının beyanlar hanesine uyarıcı nitelikte belirtme yapılmakla yetinilir.” (Bakınız:https://www.tkgm.gov.tr/tr/imarbarisi-sss) Buna göre, yapı kayıt belgesi iptal edildikten sonra, bu belge esas alınarak yapılan cins değişikliği ve kat mülkiyeti iptal edilmeyecek, sadece yapı kayıt belgesi ile işlem yapılan taşınmazın/bağımsız bölümlerin kaydının beyanlar hanesine uyarıcı nitelikte belirtme yapılmakla yetinilecektir. Bu durum, ilgili yapının krediye uygun olmaması sonucunu doğuracaktır. Görüldüğü üzere, Yapı Kayıt Belgesi iptal edildikten sonra, yapı sahibi ciddi yaptırımlarla karşılaşmaktadır. Bu nedenle, tüm bu sürecin sebebi olan Yapı Kayıt Belgesinin iptaline ilişkin Çevre ve Şehircilik işlemine karşı dava açılması önem arz etmektedir. Aksi taktirde, bu işlem kesinleşmiş olacağından, bu işleme dayanılarak tesis edilen diğer işlemlere karşı dava açılsa dahi sonuç alınması mümkün olmayacaktır. Yapı Kayıt Belgesinin iptalinin en önemli sebebi, 31 Aralık 2017 tarihinden sonra yapıldığına ilişkin iddiadır. İstanbul Bölge İdare Mahkemesi 5. İdari Dava Dairesinin 21.01.2020 tarih ve E:2019/2619, K:2020/94 sayılı kararında;“…taşınmaza ilişkin 2017 ve 2018 yılına ait Google Earth uydu görüntülerinin (hava fotoğraflarının) ilgili kurumlardan temin edilmesi ve gerekli görülmesi halinde yapının 31/12/2017 tarihinden önce mi sonra mı yapıldığı hususunun mahallinde yaptırılacak keşif ve bilirkişi incelemesi ile açıklığa kavuşturulması ve düzenlenecek bilirkişi raporu dava konusu yapı kayıt belgesine ilişkin başvuru formuna eklenen fotoğraflar ve diğer bilgi ve belgelerle birlikte değerlendirilmek suretiyle, uyuşmazlık konusu yapının Yapı Kayıt Belgesi düzenlenemeyecek bir yapı olup olmadığının belirlenmesi”gerektiğine karar vermiştir. Hava fotoğraflarından yapının ne zaman yapıldığı tespit edilemiyorsa, bu durum yapı sahibinin lehine yorumlanacağı için, Yapı Kayıt Belgesinin iptaline ilişkin Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü işlemine karşı dava açılmasında büyük önem bulunmaktadır. E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. I.Giriş II. İmar Barışından Faydalanamayacak Yapılar III. YapıKayıt Belgesinin İptal SüreciVe İptal Sebepleri VI. Yapı Kayıt Belgesinin İptalinden Sonraki Süreç VII.Sonuç Benzer yazılar:Tapu Tahsis Belgesi Yürürlükten KalkıyorTaşınmazı İhale İle Sattırmadan Hissedarı Paydaşlıktan ÇıkarmaYargı Kararlarıyla İmar Kirliliğine Neden Olma Suçu", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/yapi-kayit-belgesinin-iptali-ve-sonrasindaki-surec/"}
{"prompt": "İçindekiler 2020’deki pandemi sonrasında bütün dünyada kendisini hissettiren ekonomik kriz ve ülkede hızla yükselen enflasyon neticesinde astronomik kira artışları ve son yaşanan deprem felaketi ardından köylerin yıldızı parlamaya başladı. Şehir merkezlerinde apartmanların içerisine sıkışıp kalmaktan ve trafikten bunalan herkes, imkanları ölçüsünde köye kaçmak, orada doğa ile uyumlu, daha sakin, yavaş ve güvenli bir hayat sürebileceği küçük bir köy evinin hayalini kurar oldu. İşte bu yükselen kentten köye göç trendinde kafaları karıştıracak imar ve ruhsata dair bir takım hukuki ve teknik meselelere açıklık getirmek amacıyla okuduğunuz bu metni kaleme aldık. İmarKanunu’nun 27.maddesibelediye ve mücavir alanlar dışında kalan köy yerleşik alanlarında, civarında ve mezralarda ruhsatsız ev yapabilme imkanı verir. Bu alanlarda ayrıca entegre tesis niteliğinde olmayan ve imar planı gerektirmeyen tarım ve hayvancılık amaçlı yapılar ile köyde oturanların ihtiyaçlarını karşılayacak bakkal, manav, berber, köy fırını, köy kahvesi, köy lokantası, tanıtım ve teşhir büfeleri ve köy halkı tarafından kurulan ve işletilen kooperatiflerin işletme binası gibi yapılar için de yapı ruhsatı aranmaz. Buralarda ruhsat aranmasa da yapının fen ve sağlık koşullarına uygun olarak yapılacağını gösteren projelerin hazırlanıp valiliğe sunulması gerekir. Valilik incelemesinin ardından durumun muhtarlığa bildirilmesi yeterlidir. 2013 yılına kadar köy yerleşik alanlarında konut yapmak muhtarlık iznine tabiydi ancak İmar Kanununun 27. Maddesinde yapılan değişiklikle artık muhtarlıktan izin alınması gerekmiyor, valilikten alınan onayın muhtarlığa bildirilmesi yetiyor. 11.07.2021 tarihine kadarPlansızAlanlar İmarYönetmeliğinin 51. Maddesine göre;köy ve mezraların yerleşik alanlarında ve civarındasadece köy nüfusuna kayıtlıve köyde süreklioturanlarca yapılacakkonut, tarım ve hayvancılık amaçlı yapılar ile müştemilat binaları yapı ruhsatı ve iskana tabi değildi. Köyde sürekli oturmayanlar tarafından yapılacak yapılar için il özel idaresinden inşaat ruhsatı ve iskan alınması gerekiyordu. Ancak köyden biri ruhsatsız olarak yaptığı evi dilediğine satabiliyordu. Plansız Alanlar İmar Yönetmeliğinin 51. Maddesinde 11.07.2021 tarihinde yapılan değişiklikle köyde ruhsatsız yapı yapabilmek içinköy nüfusuna kayıtlıve köyde süreklioturanlarca yapılma kriterikaldırılmıştır.Bu değişiklikle birlikte köyde oturmayanlar da parselleri diğer kriterleri karşılıyor ise köyde ruhsatsız ev yapabilir. 3194 sayılıİmarKanununun 8.maddesinin (ğ) bendinde:“Büyükşehir Belediyesi sınırının il sınırı olması nedeniyle mahalleye dönüşen ve nüfusu 5.000’in altında kalan yerlerin, kırsal yerleşim özelliğinin devam edip etmediğine büyükşehir belediye meclisince karar verilir. Büyükşehir belediye meclisince aksine bir karar alınmadıkça, uygulama imar planı yapılıncaya kadar bu alanlardaki uygulamalar 27. madde hükümlerine göre yürütülür. 27. maddede belirtilen projeler, ilçe belediyesince onaylanır ve muhtarlığa bildirilir.” hükmü bulunmaktadır. 6360 sayılı ”ON ÜÇ İLDE BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ VE YİRMİ ALTI İLÇE KURULMASI İLE BAZI KANUN VE KANUN HÜKMÜNDE KARARNAMELERDE DEĞİŞİKLİK YAPILMASINA DAİR KANUN” Geçici 1. maddesinin yürürlüğe girdiği 12.11.2012 tarihi itibarıyla büyükşehirde olması nedeniyle mahalleye dönen köylerdeki bütün yapıları ruhsatlı saydı.Muhtarlık izni/onayı bulunmayan yapılar da 12.11.2012 tarihinden önce yapıldıklarını uydu görüntülerinden vb. ile ispatlamak koşuluyla ruhsatlı sayıldılar.Tespit etme talebinde bulunma yükümlülüğü vatandaşa bırakıldı. Yine entegre tesis niteliğinde olmayan tarım ve hayvancılık amaçlı yapılardaki işletmeler ile bu yerlerde oturanların ihtiyaçlarını karşılayacak bakkal, manav, berber, fırın, kahve, lokanta, pansiyon, tanıtım ve teşhir büfeleri, yerleşim yeri halkı tarafından kurulan ve işletilen kooperatiflermevzuatta aranan diğer şartları tam olarak sağlamasalar daişletme(işyeri açma ve çalışma)ruhsatı almış sayıldılar. Köy yerleşik alanı tespit edilmemişse ruhsatsız yapı yapılamaz. Bu durumda, Plansız Alanlar İmar Yönetmeliğinin 64. maddesi hükümleri uygulanır, yani ruhsat ve iskan gerekir. Plansız Alanlar İmar Yönetmeliği Madde 4’te 11.07.2021 tarihinde yapılan değişiklikle; Belediye ve mücavir alan sınırları dışında kalan köy ve mezraların yerleşik alanı, köydeki yapıların toplu olarak bulunduğu yerlerde mevcut binaların en dışta olanın 300 metre dışından geçirilecek olan, valiliklerce tespit edilerek il genel meclisince karara bağlanan sınırın içinde kalan alana karşılık gelmektedir. Büyükşehirlerde İmar Kanununun 8. maddesinin birinci fıkrasının (ğ) bendi kapsamında kırsal özelliği devam eden yerleşimlerde daha evvel tespit edilmiş olan köy yerleşik alan sınırları, kırsal yerleşik alan sınırı olarak kabul edilir.” İhtiyaç duyulması hâlinde mevcut köy yerleşik alan sınırları il genel meclislerince yeniden belirlenebilir. Mahalleye dönüşen köylerde büyükşehir belediye meclisince aksine bir karar alınmadıkça,uygulama imar planı yapılıncaya kadarruhsat gerekmez. Köy yerleşme planı Köy yerleşme planlarının amacı köy yerleşik alanını belirlemek değildir. Bir tür imar planı olarak kabul edilir. Köy yerleşme planı bulunan yerlerde ruhsatsız inşaat yapmak mümkün olmaz. Köyden yer almak isteyenlerin bu hususa dikkat etmeleri gerekir. Çevre ve Şehircilik Bakanlığının 2007/12 sayılı Genelgesinde “Köy yerleşme planları, köylerin sağlıklı bir şekilde yerleşimini ve gelişimini sağlayan imar planları olduğundan belediye ve mücavir alan sınırları dışında köy yerleşme planı bulunan alanlarda, 3194 sayılı İmar Kanunu uyarınca onaylı köy yerleşme planına uygun olarak yapı ruhsatı ve yapı kullanma izin belgesi düzenlenmesi zorunludur. Bu alanlarda ruhsat ve yapı kullanma iznine ilişkin başvuruların 5302 sayılı kanun uyarınca il özel idaresince değerlendirilmesi gerekmektedir” şeklinde ifade edilmiştir. 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 27. maddesine göre, bu yapıların etüt ve projelerinin valilikçe onaylanması, muhtarlığa bildirim yapılması ve bu yapıların yöresel doku ve mimari özelliklere fen, sanat ve sağlık kurallarına uygun olması zorunludur. Köyde ruhsat almadan yapı yapmak için muhtarlık izni gerekmemektedir; bildirim yeterlidir. 8)Yönetmelikteyapıya ilişkinöngörülen kriterler Plansız Alanlar İmar Yönetmeliğinin 5. bölümünde sayılan şartları taşıyan yapıların ruhsat ve iskan almaları gerekmez. Bu şartlar: Köy ve mezraların yerleşik alanlarında bir parselde tarım ve hayvancılık amaçlı yapıların ve konut yapılarının müştemilat dahil taban alanı kat sayısı %40’ı geçemez. Komşu mesafeleri, civarın yapı düzeni ve karakterine, yapılacak binaların münferit konut veya tarımsal işletme birimi (ahır, samanlık, arabalık v.b.) oluşuna göre ilgili idare tarafından takdir ve tayin olunur. Bina cephe ve istikametlerinin, köy ve mezraların mevcut teşekkülü esas alınarak tayin ve tesbitine ilgili idare yetkilidir. Bina yükseklikleri 2 katı ve (6.50 m.) geçemez. Çatı yapılması halinde, kiremit kaplamalı çatıların %33 meyille yapılması ve civarın karakterine uyulması lazımdır. Saçaklar, 1.20 m’yi aşmayacak şekilde lüzumu kadar genişlikte yapılabilir. Parsel dışına taşan çıkma yapılamaz. Çıkmalar, bitişik veya blok nizamda komşu sınırına 2.00 m’den fazla yaklaşamaz. Saçaklar ve 0.20 m’yi geçmeyecek çıkıntılar, bina içine dahil edilmemek şartı ile çıkma sayılmaz. İfraz edilmedikçe bir parsel üzerine konut, tarım ve hayvancılık amaçlı yapılar ve bunların lüzumlu müştemilat binaları dışında birden fazla yapı yapılamaz. Ancak, bir yapıda birden fazla bağımsız bölüm yapılabilir. Her müstakil ev veya dairede en az 1 oturma odası, 1 yatak odası, 1 mutfak veya yemek pişirme yeri, 1 banyo veya yıkanma yeri, 1 hela bulunması gerekir. Köylerde kaçak yapı ceza miktarı Danıştay6. DairesiE. 2021/664 K. 2022/1923sayılı ve21.2.2022tarihli kararındakonuyu güzelce açıklamıştır: ”…Bu nedenle anılan taşınmazın inşa edildiği tarih itibarı ile köy yerleşik alanı sınırları içinde kaldığı anlaşıldığından, 3194 sayılı imar Kanunu’nun 42. maddesininin 2. fıkrası uyarınca hesaplanan para cezası miktarının, aynı maddenin işlem tarihinde yürürlükte olan 5. fıkrası uyarınca beşte birinin uygulanması suretiyle belirlenmesi gerekirken, söz konusu indirim uygulanmadan tesis edilen işlemde hukuka uyarlık bulunmadığı gerekçesiyle dava konusu işlemin para cezası verilmesine ilişkin kısmının iptaline karar verilmiştir.” E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. KÖYDE RUHSATSIZ BİNA YAPMAK BÜYÜKŞEHİRLERDE KÖYDEN KIRSAL MAHALLELERE DÖNÜŞEN YERLERDE RUHSATSIZ BİNA YAPMAK RUHSATSIZ EV YAPMANIN ŞARTLARI : Benzer yazılar:Tapu Tahsis Belgesi Yürürlükten KalkıyorTaşınmazı İhale İle Sattırmadan Hissedarı Paydaşlıktan ÇıkarmaRuhsatsız Pergola Ve Sundurma Yapılabilecek Durumlarİmar Hukukunda Ruhsata Tabi Yapı Ve Esaslı Tadilat Kavramları", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/koy-yerlesik-alanlarinda-ve-kirsal-mahallelerde-ruhsatsiz-ev-yapmak/"}
{"prompt": "İçindekiler 15.04.2024 tarihinde Yeniden Refah Partisi İstanbul Milletvekili Doğan Bekin tarafından Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne 3194sayılı İmar Kanunu’nda Değişiklik Yapılması Hakkında bir Kanun Teklifi sunuldu. Sunulan bu teklifte esasa dair çok da yeni bir şey yok. 2018 yılında imar barışı olarak anılan düzenlemenin sonuçları süre bakımından genişletilmiş ve Yapı Kayıt Belgesi verilecek yapılara“afet risklerine dirençli olma”kriteri getirilmiştir. Hazine arazilerinde bulunan yapıların kullanım alanlarının satışı31.12.2028tarihine kadar uzatılmıştır. Ülkedeki imar savaşları hiç bitmediğinden olsa gerek imar barışı teşebbüsleri de sürekli tekrarlanıyor. Bu yüzden okurlarımızın fark edebileceği gibi bizde sürekli aynı konu hakkında yazmak zorunda kalıyoruz. Daha önce hem 2018’deki düzenlemeye ilişkin hem de sonrasında sunulan teklifin olası sonuçlarına ilişkin değerlendirme yazıları yine bu köşede yayınlanmıştı. Sunulan yeni teklifle birlikte söz konusu sorunlar neredeyse aynı şekilde varlığını devam ettirdiğinden süre bakımından genişletilmeye çalışılan 2018 düzenlemesinin ana hatlarını, 2018 düzenlemesinin üzerinden geçen 6 yıl içerisinde yaşanan gelişmeleri ve gerek düzenlemenin gerekse uygulamanın eleştirisini ana hatlarıyla yeniden sunmak istiyoruz. İmar Barışı olarak anılan ve”kaçak yapıları”Yapı Kayıt Belgesi verilmek suretiyle ”izinli yapı” statüsüne sokan 2018 tarihli düzenleme uygulamada çeşitli sorunlara neden olmuştu. Düzenlemenin sebep olduğu açmazlar ve çözümsüzlükler idari birimlere ve yargıya büyük bir yük bindirmişti. Bunun en önemli nedeni çok sayıda kanunu ilgilendiren bir düzenlemenin kapsayıcı olmayan tek bir kanun maddesi”Geçici 16. Madde”ile düzenlenmesidir. 3194 sayılı İmar Kanunu Geçici 16. Maddedeki ihtilafa neden olan konular ve eksikliklere dair hiçbir içerik eklenmeden “afet risklerine dayanıklılık” kriterini eklenip yeniden olduğu haliyle sürelerin uzatılmasının mevcut sorunları sadece katlayacağını ve ihtilafların sayısını arttıracağını söyleyebiliriz. Düzenleme kaçak yapılara ilişkin cezaların bir kısmını kaldırsa da diğer hukuki sonuçlar ortadan kalkmayacaktır. Teklif henüz yasalaşmadığından, bu makalede imar barışını düzenleyen Geçici 16. Maddedeki sürelerin uzatılmasını öngören ve teklif aşamasında olan düzenlemenin niteliğine ve sebep olacağı sorunlara dikkat çekmek suretiyle kamuoyu ve yasama organı nezdinde bir farkındalık oluşturulması amaçlanmıştır. Yeni teklif 3194 sayılı İmar Kanunu’na 2018’de eklenen Geçici 16. Maddenin 1. fıkrasının kapsamını31 Aralık 2023tarihine kadar uzatıyor. Değiştirilen tarih31 Aralık 2017idi. Dolayısıyla31.12.2023tarihine kadar yapılmış ruhsatsız veya ruhsat ve eklerine aykırı yapılar yapı sahiplerinin3 Mayıs 2024tarihine kadar başvurmaları ve belirlenecek kayıt bedelinin30 Mayıs 2024tarihine kadar ödenmesi halinde Yapı Kayıt Belgesi verilerek hukuka uygun hale getirilecektir. Bu teklifle 2018 düzenlemesi arasındakitek ve en önemli fark: “31.12.2023 tarihinden önce yaptırılan yapılar için yapının afet risklerine dirençli olması şartıyla Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı veya yetkilendireceği kurum ve kuruluşlara 03.05.2024 tarihine kadar başvurulması, maddedeki şartların yerine getirilmesi ve 30.05.2024 Tarihine kadar bedelinin ödenmesi halinde yapı kayıt belgesi verilebilir. Başvuruya konu yapının ve arsanın afet risklerine karşı dayanıklı olduğunu gösterir rapor sonucu ile yapı sahibinin beyanına göre mülkiyet durumu, yapı sınıfı ve grubu ile diğer hususlar bakanlık tarafından hazırlanan yapı kayıt sistemine kaydedilir.”hükmüdür. Teklif ile Geçici 16. Maddenin 11. fıkrasından sonra gelmek üzere 2. maddesinde ise 3194 sayılı İmar Kanunu’na Geçici 16. Madde eklenerek İmar Barışı kapsamında Yapı Kayıt Belgesi aldığı halde yapının31.12.2017tarihinden sonra yapılması nedeniyle belgesi iptal edilenlerin haklarında “yapıların afet risklerine karşı dayanıklı olduğunu gösterir raporun alınması kaydıyla” İmar Kanunu madde 32 ve 42 kapsamında tesis edilen yıkım ve tahsil edilmemiş para cezası yaptırımlarının iptal edilmesi hükme bağlanmaktadır.Ancak yıkım uygulanan yapılar ve tahsil edilen para cezaları bu kapsamda değildir. Meclise son sunulan teklif asıl olarak 2018 tarihli imar barışının kapsamını 5 yıl daha uzatmayı amaçladığından teklifin içeriğini görebilmek için 2018 tarihli imar barışının ne öngördüğüne bakmamız gerekiyor. Ana hatlarıyla ifade edecek olursak: – İmar Barışıyla kaçak yapılar için alınabilmesi mümkün kılınan yapı kayıt belgesi, yapıyı ruhsatlı ve iskanlı bir yapı gibi yasal hale getirmiştir. – Yapı kayıt belgesi, imar kirliliğine neden olma suçundan ceza verilmesini engellemiştir. – Yapı kayıt belgesi, yapı kullanma izin belgesi gibi yapının kullanım hakkını vermektedir. – Yapı kayıt belgesi, kat mülkiyeti tesisi için gerekli olan “yapı kullanma izin belgesi” bulunması şartını sağlamaktadır. -Yapı kayıt belgesi, işyeri açma ve çalışma ruhsatı için aranan “yapı kullanma izin belgesi” bulunması şartını sağlamaktadır. – Yapı kayıt belgesi alan yapılarda güçlendirme yapmak mümkündür. – Yapı kayıt belgesi alan gecekondu sahiplerine, hazine ve belediye arazilerini doğrudan satın alma hakkı tanınmıştır. İmar affı ve barışı uygulamalarının şehir planlaması, tarım arazilerinin korunması, çevrenin korunması ve imar kirliliği gibi sorunlara olumsuz katkılarını bir kenara bıraksak bile 2018 tarihli İmar Barışı düzenlemesi hem anayasallık hem de kanun tekniği açısından bazı sorunlar barındırmaktadır. 6 yıllık uygulanma süreci bu sorunların net bir şekilde görülmesini sağlamıştır. Kısaca ifade edecek olursak: İmar Kanunu Geçici 16. Maddede imar barışındanfaydalanamayacak yapılaryapıldıkları zaman ve bulundukları yer bakımındantek tek belirtilmek suretiyle sayılmıştır. Kanun tekniği bakımından busayılan yerler dışındaki yapıların yapı kayıt belgesi almalarınınmümkün olduğukabul edilmelidir. Geçici 16. Maddenin yürürlüğe girmesinden sonraTapu ve Kadastro Genel Müdürlüğünün“3194 Sayılı İmar Kanunu’nun geçici 16. Maddesi (İmar Barışı) Uyarınca Yapılacak Olan İşlemler”Konulu06.07.2018 tarih ve 2018/8 sayılı GenelgesindeveÇevre ve Şehircilik Bakanlığındaimar barışı işlemlerini yürütmekle görevli olanAlt Yapı ve Kentsel Dönüşüm Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nün 11.10.2019 tarih ve E.238362 sayılı yazısındaözel kanunlara(6306 sayılı Kanun, Kıyı Kanunu, Mera Kanunu, Toprak Koruma Kanunu, Orman Kanunu, Doğal Sit, Arkeolojik Sit, Kentsel Sit, Askeri Güvenlik Alanı vs.)tabi olan alanlarda bulunan taşınmazlarla ilgili olarak Yapı Kayıt Belgesi alınmasının mümkün olduğu belirtilmiştir. Çevre ve Şehircilik Bakanlığınınbir diğer birimi olanMekânsal Planlama Genel Müdürlüğününbir görüş yazısında “kıyıda” kalan yapı kayıt belgelerinin iptal edilmesi gerektiği savunulmuştur.Aynı bakanlık nezdindeki farklı birimlerin aynı konuda farklı görüşler bildirmesi de bu konuda üzerinde durulması gereken bir boşluk olduğunu göstermektedir. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Alt Yapı ve Kentsel Dönüşüm Hizmetleri Genel Müdürlüğü 11.10.2019 tarihli yazısındaözel kanunlara tabi alanlarda alınan Yapı Kayıt Belgesinin sadece 3194 sayılı İmar Kanunu uyarınca alınan yıkım kararlarını kaldıracağı, özel kanunlar kapsamında alınan yıkım kararlarını ise kaldırmayacağı ifade edilmiştir. İmar barışı düzenlemesinin yürürlüğe girmesinden sonra ilgili kurumların yayımladığı bu yazılardan; özel kanunlara tabi alanlarda da alınan yapı kayıt belgelerinin geçerli olduğu ancak yapı kayıt belgelerinin İmar Kanunu dışındaki özel kanunlarda bulunan yaptırımların uygulanmasına engel oluşturmayacağı görüşünün benimsendiği anlaşılmaktadır. Yapı Kayıt Belgesi bir yandan İskan/Yapı Kullanma İzin Belgesi ile aynı hakları sağladığı bir yapıyı İmar Kanununa göre yıkımdan ve para cezası almaktan kurtarabilecekken, diğer yandan aynı yer için mesela 775 sayılı Gecekondu Kanununa göre yıkım işlemi uygulanabilecektir. Yapı Kayıt Belgesinin yapının bulunduğu alanı satın alma hakkı verdiğini düşündüğümüzde durum daha da içinden çıkılmaz bir hal almaktadır. Uygulamada satın alma hakkı veren Yapı Kayıt Belgesinin kıyı, mera gibi Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan bazı taşınmazlarda satın alma yetkisi vermediği şeklinde görüş gelişti. Burada şu soruları sormak gerekir: Madem satılmayacaktı neden Yapı Kayıt Belgesi verildi? Madem satılamayacak yerlerde farklı sonuçları olacaktı yasal düzenlemede bu fark neden belirtilmedi? Bu sorun Yapı Kayıt Belgesi alınamayacak özel alanların en başta net olarak düzenlenmemesinden kaynaklanıyor.İmar Barışının diğer kanunlarla ilişkisinin baştan doğru kurulması gerekiyordu. Burada özel kanunlara tabi alanlar açısından gerçekten bir boşluk bulunmaktadır. Bu boşluk da uyuşmazlıklara neden olmaktadır. İmar Barışı hakkında yeni bir düzenleme yapılacaksa, bunun, ilgili mevzuatı bir bütün olarak düşünen, toplam yönetimi kolaylaştıran genel anlamda bir politika olarak ele alınması gerekmektedir. Baştan detaylı ve etraflıca bir düzen getirilmeyip tamamen uygulayıcıya, belediyeye, idare mahkemesine vs. bırakıldığı durumlarda farklı uygulamaların önüne geçilemediğini tecrübe etmiş bulunuyoruz. Davaların neredeyse tamamı istinafta kesinleştiği için yargıda içtihat birliği sağlanması da zorlaşmaktadır. Kaçak ya da ruhsata aykırı yapı meselesi hakkında sadece İmar Kanunu üzerinden bir düzenleme yapılması derde çare olmamış bilakis çok sayıda yeni sorun doğurmuştur. Farklı toprak mülkiyeti rejimleri ile ilgili özel kanunların da göz önüne alınması ve bu özel kanunları ikiye ayırmak suretiyle değerlendirilmesi gerekirdi: 1- İmar Kanunu’na gönderme yapan mevzuatlar 2- İmar Kanunu’na gönderme yapmadan doğrudan yıkımı ve diğer yaptırımları öngören mevzuatlar. a-Kaçak Yapılara Uygulanacak Yaptırımlarda İmar Kanununa Gönderme Yapan Mevzuatlar : 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunun 16. Maddesinde,koruma ve sit alanlarında ruhsatsız veya ruhsata aykırı inşaat yapılması halinde imar mevzuatına göre işlem yapılacağı düzenlenmiştir. Yani koruma alanları ve sitlerdeki kaçak yapılaşmada 3194 sayılı İmar Kanunu uygulanacaktır. Bu durumda imar barışı kapsamında alınan Yapı Kayıt Belgesi İmar Kanunu kapsamındaki yaptırımların uygulanmasını engelleyeceğinden 2863 sayılı Kanun kapsamındaki koruma alanlarında ve sitlerde bulunan kaçak yapılardan Yapı Kayıt Belgesi alanlar hakkında yıkım ve para cezası yaptırımı uygulanmaması gerekir. Buradan hem Geçici 16. Maddede hem de kurumların görüş yazılarında, özel kanunlarda imar kanununa atıf yapılması durumunun hesaba katılmadığı anlaşılmaktadır. Konunun bu şekilde çıkmaza girmesi yargıda içtihat birliği sağlanmasını zorlaştırmıştır. Bazı kararlarda 2863 sayılı Kanun kapsamındaki yerlerde İmar Kanunu’nun uygulanacağı ve Yapı Kayıt Belgesinin İmar Kanunu kapsamındaki yaptırımları engellemesi nedeniyle para cezası ve yıkım uygulanamayacağı yönünde kararlar çıksa da, Özel kanunla düzenlendiği için 2863 sayılı Kanun kapsamındaki yerlerde Yapı Kayıt Belgesinin koruma sağlamayacağı yönünde kararlar da bulunmaktadır. Hatta kesin yapılaşma yasağının bulunduğu sitlerde koruma sağlamayacağı ancak kontrollü yapılaşmaya izin verilen sitlerde koruma sağlayacağı yönünde kararlar da çıkmıştır. İmar Barışı düzenlemesi, kaçak yapılaşma eyleminin yıkım ve para cezası yaptırımları dışında ilgilileri hakkındaTCK Madde 184 (İmar Kirliliğine Neden Olma), TCK Madde 154 (Hakkı Olmayan Yere Tecavüz) ve 2863 sayılı Kanuna muhalefet gibi suçlardan doğan sorumluluk hakkında da bir düzenleme getirmemiştir.Dolayısıyla kaçak yapılaşmanın cezai boyutu uygulayıcının yorumuna bırakılmıştır. Uygulamada özel kanunlarla korunmayan alanlardaki kaçak yapılara İmar Barışından faydalandıkları takdirde TCK 184 bakımından yaptırım uygulanmayacağı yaklaşımı kabul görmüştür. 2863 sayılı Kanun kapsamına giren alanlardaki kaçak yapılar için ise farklı bir durum ortaya çıkmıştır. Buralardaki kaçak yapı sahipleri İmar Barışından faydalananların bir kısmının kaçak yapıya ilişkin yıkım ve para cezasına ilişkin yaptırımları iptal edilmesine rağmen, 2863 sayılı Kanunun 65. Maddesinde öngörülen 2 ila 5 yıl arasında bir ceza uygulanmaktadır. Bir taraftan barış için bazı yaptırımların kaldırılması diğer yandan barış kapsamındaki kişiye hapis cezası verilmesi bu barışın kapsamını sorgulatan bir çelişki ortaya çıkarmaktadır. Başka bir ifade ile İmar Barışından faydalanarak Devlet ile barışan ve geçerli bir yapı kayıt belgesi verilip hukuka aykırılığı giderilen bir yapının sahibine artık bulunmayan bir hukuka aykırılık nedeniyle hapis cezası uygulanmaktadır. Daha da vahimi 2863 sayılı kanuna muhalefetten ceza verilenler hakkında yapıyı yıkmadan/eski hale getirmeden Hükmün Açıklanmasının Geri Bırakılması kararı da verilmemektedir. Sebep olarak HAGB verilmesi için kamu zararının giderilmesinin gerektiği gösterilmektedir. Yani hukuka aykırılığı giderilmiş bir yapının yıkılması gerektiği söylenmektedir. Bir bedel alınıp İmar Barışı kapsamına alındıktan sonra zarardan bahsedilmesi de yine “barışa” sığan bir durum değildir. Burada vurgulamak istediğim husus, tüm koruma ve sit alanlarındaki kaçak yapılara Yapı Kayıt Belgesi verilmesi gerektiği değil ancak veriliyorsa hukuka aykırılığın ortadan kalktığının kabul edilmesi gerektiğidir. Daha da doğrusu milyonlarca yapıyı ilgilendiren bir düzenlemede sınırların en başta doğru ve net olarak çizilmesi ve özel kanunlarla korunan alanların akıbeti ya da insanların hapis cezası alması gibi önemli konuların yoruma açık bırakılmaması gerektiğidir. Kıyı Kanununun 15. Maddesinde:Kıyıda ve Uygulama İmar Planı bulunan Sahil Şeritlerinde İmar Kirliliğine Neden Olma Suçundan verilecek cezanın ve İmar Kanunu’na göre verilecek cezanın bir kat arttırılarak uygulanacağına hükmedilmiştir. Kıyı alanları ve sahil şeritleri de özel kanunla düzenlenmiş olmalarına rağmen Kıyı Kanununda, TCK’ya ve İmar Kanunu’na atıf yapıldığından ve Yapı Kayıt Belgesi de TCK ve İmar Kanunu kapsamındaki yaptırımlar bakımından koruma sağladığından Kıyı ve Sahil Şeritlerindeki kaçak yapıların da İmar Barışından faydalanacağını söyleyebiliriz. Yapı Kayıt Belgesi, iki kat uygulanacağı düzenlenen cezaların sıfırla çarpılması sonucunu doğurmaktadır. 5403 sayılı Toprak Koruma Kanunu 20 ve 21. Maddelerindeplan ve projelere aykırılık durumlarını düzenlemiş ve yıkım konusunda İmar Kanunu’na gönderme yapmıştır. Dolayısıyla tarım arazilerindeki yapılar da Yapı Kayıt Belgesinin korumasından faydalanmaktadır. b- İmar Kanununa Gönderme Yapmadan Doğrudan Yıkımı Ve Diğer Yaptırımları Öngören Mevzuatlar : Orman, mera, yayla gibi özel mülkiyet rejimleri bulunan alanlardaki kaçak yapılara İmar Kanunu kapsamında yıkım ve para cezası verilebilir. (Danıştay 14. Dairesi, 31.01.2018 tarih ve E:2016/219, K:2018/352 sayılı kararı)Fakat Yapı Kayıt Belgesi var ise İmar Kanunu kapsamındaki bu yaptırımlar uygulanamaz. Bu durumda mülkiyet rejimine göre tabi olduğu mevzuatlarda yer alan ve Yapı Kayıt Belgesinin koruma sağlamadığı başkaca yaptırımlara bakılır. Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan alanlarda 775 sayılı Gecekondu Kanunu uyarınca yıkım uygulanabilir.2886 sayılı Devlet İhale Kanunu’nun 75. maddesi uyarınca tahliye kararı da alınabilir. Taşınmaza yapılan müdahalenin men’i ve yapı kayıt belgeli yapının kal’i (yıkımı) talebiyle adli yargıda dava açılması da mümkündür. İmar barışına ilişkin düzenlemede bunlara engel bir hüküm yoktur ancak yıkılan yerin sahibinin yıkımdan önce Devlet tarafından kendisine verilen Yapı Kayıt Belgesi ile“izinli yapı”statüsüne giren yapısının yıkılmasından kaynaklanan zararı talep edebilmelidir. Nitekim Anayasa Mahkemesi, 1984 tarihli İmar Affından faydalandıktan sonra orman niteliğindeki bir alandan kamu yararı amacıyla tahliyesine karar verilen vatandaşın yapısının izinli yapı statüsü kazandığını kabul etmiştir. Tahliye edilmek istenmesi halinde yapının değerinin ödenmemesi veya zararını telafi edici öneriler sunulmamasını mülkiyet hakkının ihlali saymıştır. Başka bir ifade ile Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan, özel mülkiyete geçmesi mümkün olmayan bir alanda devlet tarafından verilen izin ile oluşan kullanıma müsaade etmek, vergi almak gibi münasebetlerin arazi için olmasa dabina açısındanmülkiyet hakkı doğuracağı ve bu hakkın kaldırılması için kamu yararının bulunmasının ve kamulaştırma sürecinin işletilmesinin gerektiğine hükmedilmiştir.(Anayasa Mahkemesi, 2. Bölüm, 10.06.2015 tarih ve B.No:2013/6670 sayılı kararı) Yazımızın konusunu oluşturan, 2018 tarihli İmar Barışı düzenlemesinin kapsamını süre bakımından genişletmeyi amaçladığı görülen kanun teklifi sadece bu amaca yönelik hükümler içermekte dolayısıyla 2018 tarihli düzenlemenin yarattığı kanun tekniği açısından ve Anayasaya uygunluk açısından sorunlar varlığını devam ettirmektedir. Kanun teklifi kabul edildiği takdirde aşağıda üç başlık altında inceleyeceğimiz hususların ciddi hukuki sorunlar olarak hukuk dünyasındaki yerini koruyacağı unutulmamalıdır. İmar Barışı düzenlemesi İmar Kanunu’na eklenen Geçici 16. Madde ile yürürlüğe girmiş ve maddede:“Bu maddenin uygulanmasına ilişkin usul ve esaslar Bakanlık ve Maliye Bakanlığı tarafından müştereken belirlenir.”Hükmüne yer verilmiştir. Geçici 16. Madde ile verilen yetkiye istinaden Bakanlık tarafından “Yapı Kayıt Belgesi Verilmesine İlişkin Usul ve Esaslar” başlıklı“Tebliğ”adı altında bir düzenleyici işlem tesis edilmiştir. Tebliğin 8.maddesinin (2). Fıkrasında:Bu belgenin nasıl ve hangi hallerde iptal edileceği ve sağlamış olduğu hakların geri alınacağı, yatırılmış olan bedelin iade edilmeyeceği ve belge düzenlenmesi safhasında yalan ve yanlış beyanda bulunulan müracaat sahibi hakkında suç duyurusunda bulunulacağı ifade edilmiştir. Geçici 16. MaddedeYapı Kayıt Belgesinin hangi halde verileceği ve hangi taşınmazlara yönelik Yapı Kayıt Belgesi verilemeyeceği belirtilmiştir. Ancak alınan yapı kayıt belgelerininhangi hallerde İptal edileceğiya dageçersiz sayılacağıanayasal ilkeler uyarınca“tebliğ”iledeğil“kanunla”düzenlenmeliydi. “Yapı Kayıt Belgesi”yapıyı imar mevzuatı açısından ruhsatlı bir yapı gibi yasal hale getirdiği gibi, yapı kullanma izin belgesi bulunan bir yapının sağladığı tüm hakları da sağlayan mülkiyet hakkı niteliğinde bir menfaat bahşetmektedir.Anayasa’nın 13. maddesi uyarınca mülkiyet hakkı, Anayasa’nın 35. maddesinde belirtilen nedenlere bağlı olarak, ancakkanunlave demokratik bir toplumda gerekli olduğu ölçüde sınırlanabilir. Bu hususta mevzuatımızda yüzlerce örnek bulunmaktadır. Örneğin, ”5510 sayılı Sosyal Güvenlik Kanunu, 4733 sayılı Tütün, Tütün Mamulleri ve Alkol Piyasasının Düzenlenmesine Dair Kanun, Turizmi Teşvik Kanunu vs.” kapsamında düzenlenen belgelerin iptal ya da geçersizlik sebebi yine aynı kanunda gösterilmektedir. Anayasa’nın açıkça kanunla düzenlenmesini öngördüğü konularda, yürütme organına genel ve sınırları belirsiz bir düzenleme yetkisi verilmesi mümkün değildir. Yürütme organına düzenleme yetkisi veren bir kanun hükmünün Anayasa’nın 7. maddesine uygun olabilmesi için temel ilkeleri koyması, çerçeveyi çizmesi, sınırsız, belirsiz, geniş bir alanı yönetimin düzenlemesine bırakmaması gerekir. Yapı kayıt belgesinin iptaline dair her türlü tasarruf temel hak ve özgürlüğü sınırlayıcı mahiyette olacağından bu hususun ancak kanun ile düzenlenmesi halinde hukuka uygun olacağı;“yasama organı olan meclis”tarafından çıkarılan”kanun”ile verilen bir hakkın,”Yürütmenin bir parçası olan bakanlık”tarafından çıkarılan bir”tebliğ”ile düzenlenemeyeceği açıktır. Zira aksi durum Anayasanın 7. maddesinde yer alan“yasama yetkisinin devredilmezliği”ilkesine aykırı olacaktır. Geçici 16. Maddeye dayanılarak çıkarılan“Tebliğ”ile, İptal edilen yapı kayıt belgesi için yatırılmış olan bedelin iade edilmeyeceği öngörülmüştür. Bilindiği gibiAnayasanın 73. Maddesiuyarınca mali yükümlülüklerin ancak kanunla getirilebileceği ayrıca Devletin vermediği bir kamu hizmetinin giderini bireye yükleyemeyeceği hususları gözetildiğinde, iptal edilen yapı kayıt belgesine ilişkin bedelin iade edilmeyeceğine dair hususun yasada olmadığı halde“Tebliğ”ebırakılması Anayasa’ya aykırıdır. Bedelin iade edilmemesinin sonuç itibarıyla bir yaptırım olduğu düşünüldüğündebunun “mali yükümlülüklerin kanunla konulmasına” dair anayasal ilke yanında“suç ve cezaların kanuniliği”ilkesine de aykırı olacağı ve bu hususun ancak“kanunla”düzenlenebileceği göz ardı edilmemelidir. Teklifte31 Aralık 2023milat olarak belirlenmiş ve bu tarihtenönceyapılmış yapıların imar barışından faydalanabileceği düzenlenmiştir. Teklif yasalaşırsa31 Aralık 2023tarihine kadar yapılan kaçak yapılar “izinli yapı” statüsü kazanacak, ciddi bir ekonomik değer oluşturacak, kat mülkiyetine kaydedilebilecek ve ipotek gösterilebilecek, yapı sahibine iskanlı bir yapı ile aynı hakları bahşedecektir. Keza yapı sahibi işyeri açma ve çalışma ruhsatı dahi alabilecektir. Sadece bir gün sonra,1 Ocak 2024tarihinde yapılan bir yapının sahibine; imar para cezası ve yıkım yaptırımları uygulanacak, imar kirliliğine neden olma nedeniyle ceza verilecektir. Yapı kayıt belgesine ödediği para yanacak ve abonelikleri iptal edilecektir. Uygulamada Yapı Kayıt Belgesinin iptalinde Google Earth görüntüleri esas alınmaktadır. Bu görüntülerin bazı bölgelerde 1 yılı aşan aralarla kaydedildiği düşünüldüğünde İmar Barışı düzenlemesinden sonra inşa edilmesine rağmen uydu görüntülerine yakalanmayan kimi yapılara ait Yapı Kayıt Belgelerinin geçerliliğini korudu. Bu durum aynı ya da benzer durumdaki kişiler arasında farklı muamele doğurmuştur. Kanun teklifi kabul edildiği takdirde muhtemelen aynı sorun yeniden ortaya çıkacaktır. Geçici 16. Maddenin uygulanmasında gerek farklı idari birimlerin gerek farklı yargı çevrelerinin farklı kararlar vermeleri nedeniyle aynı durumdaki kişiler farklı muameleye maruz kalmaktadır. Kanun nezdinde aynı durumda olmasına rağmen bazı vatandaşlar bu yorum farklılıklarından dolayı haklarını kullanamamaktadırlar. Bu da eşitlik ilkesine aykırı bir durum ortaya çıkartmaktadır. Teklif yeni bir düzenlemeden ziyade Geçici 16. Madde ile düzenlenen İmar Barışının sürelerinin uzatılması niteliğindedir. Aynı düzenlemenin öngörülen mahsurları giderecek “afet risklerine dayanıklılık” dışında bir içerik eklenmeden düzenlenmiş olması mevcut sorunları katlayacaktır. Yargının ve kurumların bu konuda görüş birliği sağlamakta zorlandığını göz önüne alırsak düzenlemenin gri alanlarında bulunan yapılar için alınan yapı kayıt belgeleri hakkında farklı hükümler kurulacak, bazı vatandaşlar kanunen hakkı olan şeylere ulaşamayacaktır. Tüm bunlar kamu vicdanında yeni yaralar açacaktır. İlgilisine hem çeşitli haklar veren hem de cezalandırılmasına sebep olan bir düzenleme bir “barış” ya da “af” olamaz. Yine İmar Kanunundaki yıkımdan koruyup özel kanuna göre yıkımı engellemeyen “yarım bir barış” makul değildir. Yeni bir düzenleme yapılacaksa İmar Kanunu, TCK, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu, Orman Kanunu, Kıyı Kanunu gibi bu konuda birbirini tamamlayıcı hükümler içeren mevzuatın mutlaka bir arada değerlendirilmesi gerekir. Bir önceki imar affı1984 yılında 2981 sayılı kanunla müstakil olarak düzenlenmesine rağmenihtiyaçlara tam cevap veremediğinden 1990 yılına kadar çeşitli değişikliklere uğramıştı. Müstakil bir kanunla dahi tam olarak çözülemeyen imar affı gibi bir meselenin tek bir kanun maddesi ve kanuni dayanağını aşan idari düzenlemeler ile çözülmeye çalışılması, hem 2018 tarihli düzenleme de hem de yeni teklifte önceki imar affındaki tecrübelerden faydalanılmadığını göstermektedir. Dolayısıyla 2018 düzenlemesi gerçekten de bütün sorunlarıyla 6 yıllık bir dönemi daha kapsamına almayı amaçlamaktadır. E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. 1.KANUN TEKLİFİ NE DİYOR? 2.2018 TARİHLİ İMAR BARIŞI NE GETİRMİŞTİ? 3- 2018 DÜZENLEMESİ HANGİ SORUNLARI TAŞIYORDU? 4- GEÇİCİ 16. MADDENİN ANAYASAL BAKIMDAN VE KANUN TEKNİĞİ BAKIMINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ : SONUÇ Benzer yazılar:Tapu Tahsis Belgesi Yürürlükten KalkıyorYapı Kayıt Belgesinin İptali ve Sonrasındaki SüreçYapı Kayıt Belgesinin Hukuki Niteliği Ve Sağladığı HaklarYapı Kayıt Belgesinin Kısmen İptali", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/imar-barisi-2024-yapi-kayit-belgesi-hakkindaki-teklifin-hukuki-degerlendirilmesi/"}
{"prompt": "İçindekiler Av. Gökhan BİLGİN& Av. Volkan ERKAN Türk Medeni Kanunu mirasçıların mirası reddedebilmesine olanak tanımaktadır. Bu çerçevede genellikle terekenin borca batık olması halinde mirasçılar mirasın reddi kurumuna başvurabilmektedir. Bunun yanında pek tabii ki farklı sebeplerle mirasçıların mirası reddedebilmesi de mümkündür. Mirasın reddine eşlik eden bir başka kurum ise “mirasın reddinin iptali”dir. Bu kurumun varlık sebebi (1) irade sakatlığı sebebiyle mirası reddetmiş olan mirasçıların, (2) mirası reddedemeyecek mirasçıların mirası retlerinin kabulü durumunda diğer mirasçıların ve reddeden mirasçının alacaklarının ve (3) genel olarak da mirası reddeden mirasçının alacaklarının korunmasıdır. Aşağıda yargı kararlarından örneklerle mirasın reddi ve mirasın reddinin iptali kurumlarına ana hatlarıyla bakacağız. Mirasın reddi konusu Türk Medeni Kanunu’nun 605. ila 618. maddelerinde düzenlenmiştir. Mirası reddetmek isteyen mirasçıların dava açmaları zaruridir. Yalnızca irade beyanı açıklamak suretiyle mirasın reddedilmesi mümkün değildir. Türk Medeni Kanunumuzun 605. Maddesinegöre yasal ve atanmış mirasçılar mirası reddedebilir. Ayrıca maddede mirasın reddinin “gerçek ret” ve “hükmen ret” olarak iki şekilde gerçekleşebileceği düzenlenmiştir. Mirasın gerçek reddi davası, Miras bırakanın ölümünün öğrenildiği tarihi takip eden üç ay içerisinde yetkili Sulh Hukuk Mahkemesi’nde hasım gösterilmeden açılabilir. Vasiyetname ile atanmış mirasçılar için üç aylık süre miras bırakanın tasarrufunun kendilerine resmen bildirildiği tarihten itibaren işlemeye başlar. Mirasın gerçek reddi davasında ret gerekçesi gösterilmesine gerek yoktur. Üç aylık sürede mirasın reddi talepli bir dava açılması yeterlidir.Türk Medeni Kanunu madde 615’e göre:“Önemli sebeplerin varlığı hâlinde sulh hâkimi, yasal ve atanmış mirasçılara tanınmış olan ret süresini uzatabilir veya yeni bir süre tanıyabilir.“ Yargıtay 14. Hukuk Dairesi 2017/4915 E., 2018/1179 K. sayılı kararı: Gerçek ret, mirasçıların sulh mahkemesine sözlü veya yazılı beyanı ile yapılır. (TMK m. 609) Yasal mirasçıların murisin ölüm tarihinden itibaren üç ay içinde mirası reddetmeleri gerekir. Bu süre hak düşürücü nitelikte olup mahkemece re’sen dikkate alınması gerekir. Böyle bir davada sulh hukuk mahkemesi hakiminin görevi reddin süresinde olup olmadığı ve reddedenin mirasçılık sıfatı bulunup bulunmadığını incelemek, süre koşulu ile mirasçılık sıfatının gerçekleşmesi halinde ise, Türk Medeni Kanunu’nun 609. maddesi uyarınca ret beyanını tespit ve tescil etmekten ibarettir. Mirasın kayıtsız ve şartsız reddine ilişkin beyan sulh hukuk mahkemesine ulaştıktan sonra bu beyandan tek taraflı olarak dönülemez. Mirasın gerçek reddi beyanı mahkemeye ulaştıktan sonra ret beyanından, ancak mirasçıların tamamının muvafakatiyle veya açılacak olan reddin iptali davasının kabulü halinde dönülebilir. Mirasın gerçek reddinde gözetilen altı aylık hak düşürücü süre mirasın hükmen reddinde aranmaz. Murisin ölüm tarihinde ödeme aczinde olduğu açıkça anlaşılıyor veya resmen tespit edilmiş ise miras hükmen reddedilmiş sayılır. Mirasın hükmen reddi davası hasımsız açılmaz, alacaklılara yöneltilir. Yargıtay 20. Hukuk Dairesi 2016/10248 E., 2016/10019 K. sayılı kararı: Hükmen ret ise süreye tabi değildir. Hükmen ret istemli davada terekenin borcu, terekenin alacaklılarının kimliği konusunda açıklama yaptırılarak davanın alacaklılara yöneltilmesi, taraflara delil bildirme olanağı sağlanması, terekenin aktif ve pasifinin belirlenmesi ve sonucuna göre bir karar verilmesi gerekir.“Mirasın hükmen reddine” ilişkin olarak açılacak davalarda davanın değerine bakılmaksızın “Asliye Hukuk Mahkemesi” görevlidir. Tereke malları iflas hükümlerine göre tasfiye edilir. Tasfiye sonunda arta kalan malvarlığı değerleri söz konusu olursa, miras reddedilmemiş gibi hak sahiplerine miras payları oranında verilir. Mirasın yasal mirasçılardan biri ya da bir kısmı tarafından reddedilmesi durumunda, mirası reddeden mirasçının payı, murisin ölümü tarihinde kendisi sağ değilmiş gibi değerlendirilir ve ilgili miras hukuku hükümlerine göre hak sahibi olan kişilere geçer. Altsoya kalacak olan miras paylarının tamamı murisin sağ kalan eşine geçer. Türk Medeni Kanunu madde 608’e Göre:“Mirası reddetmeden ölen mirasçının ret hakkı kendi mirasçılarına geçer. Avukata verilecek olan vekaletnamede mirasın reddi işlemlerine istinaden özel yetki verildiğine ilişkin bir kaydın bulunması zaruridir. Yargıtay 14. Hukuk Dairesi 2016/14656 E., 2020/4816 K. sayılı kararı: Dava, terekenin borca batık olduğunun tespiti hukuksal nedenine dayalı olarak TMK’nun 605/2. maddesi gereğince açılan mirasın hükmen reddi davasıdır. TMK’nun velayet, vesayet ve miras hükümlerinin uygulanmasına ilişkin tüzüğün 39/2. fıkrası gereğince mirasın reddi yetkisini içeren özel vekaletname sunulması zorunludur. Mirasın reddedilmesi durumunda bu reddin iptal edilmesi için dava açılabilir. Mirası reddin iptali davası iki şekilde açılabilir: Hem murisin alacaklıları hem de mirası reddedenin alacaklıları mirasın reddine karşı mirasın reddinin iptali davası açabilirler. Bölge Adliye Mahkemesi Kayseri 3. Hukuk Dairesi Esas No: 2021/2382 Karar No: 2022/1662:“Kötü niyetle redden söz edilebilmesi için, reddeden mirasçının malvarlığının borcunu karşılamaya yetmediğinin sabit olması gerekir (TMK. m. 617). Onun için her şeyden önce davalı durumunda bulunan mirasçının malvarlığının borcunu karşılamaya yeterli olup olmadığı hususunun etraflı şekilde araştırılıp tespit edilmesi zorunludur. İcra takibinin uzun süre devam etmesi, tek başına acze delalet etmez. Zira aczin ne suretle gerçekleşeceği İcra İflas Kanununda gösterilmiştir (İc.İf.K. m. 105 ve 143). Davacı tarafından borçlu mirasçı hakkında “aciz vesikası” alınmamış olduğuna göre, mahkemece, davalının şahsi malvarlığının ret tarihindeki değeri tespit edilip, bu malvarlığının borcunu karşılamaya yeterli olup olmadığının usulünce araştırılıp saptanması; yeterli ise talebin reddi, yeterli olmadığının görülmesi halinde ise, davalı da yeterli güvence göstermediği takdirde reddin iptaline karar verilmesi gerekir. Açıklanan yönde araştırma yapılmadan eksik inceleme ile hüküm kurulması usul ve yasaya aykırı olup bozmayı gerektirmiştir. Öte yandan, mirasçıyı mirasın reddine yönlendiren sebeplerin anlaşılabilmesi bakımından terekenin aktif ve pasifinin araştırılarak borca batık olup olmadığı da tespit edilmelidir.”(Yargıtay 14. HD. 06/03/2019 tarih ve 2016/7489 Esas 2019/2050 Karar) Yargıtay 2. Hukuk Dairesi E. 2010/4303, K. 2010/16104, T. 05.10.2010: Malvarlığı borcuna yetmeyen mirasçı, alacaklılarına zarar vermek amacıyla mirası reddederse; alacaklıları veya iflas idaresi kendilerine yeterli güvence verilmediği takdirde, ret tarihinden başlayarakaltı ay içindereddin iptali hakkında dava açabilirler (TMK md. 617). Reddin iptaline karar verilirse, miras resmen tasfiye edilir (TMK md. 617/2). Açıklanan yasal hüküm gereğince, mirasçının alacaklılarının reddin iptalini isteme hakkı mevcuttur. O halde, taraflara delillerini sunmaları için mehil verilmesi, göstermeleri halinde delillerinin toplanması ve hasıl olacak sonuca göre karar verilmesi gerekirken “mirasın reddinin şahsi bir hak olduğundan” söz edilerek isteğin reddi doğru görülmemiştir. Türk Medeni Kanunu madde 610/2. göre: “Ret süresi sona ermeden mirasçı olarak tereke işlemlerine karışan, terekenin olağan yönetimi niteliğinde olmayan veya miras bırakanın işlerinin yürütülmesi için gerekli olanın dışında işler yapan ya da tereke mallarını gizleyen veya kendisine mâleden mirasçı, mirası reddedemez.“ Alacaklılar tarafından bu maddeye dayalı olarak mirasın reddinin iptali davası açılabilmesi için mantıken tüm mirasçıların mirası reddetmesi şartı aranır. Yargıtay 14. Hukuk Dairesi 2016/9015 E., 2019/3112 K. sayılı kararı: “Türk Medeni Kanunu madde 610/2 uyarınca, ret süresi sona ermeden mirasçı olarak tereke işlemlerine karışan, terekenin olağan yönetimi niteliğinde olmayan veya miras bırakanın işlerinin yürütülmesi için gerekli olanın dışında işler yapan ya da tereke mallarını gizleyen veya kendisine mâleden mirasçı, mirası reddedemez. Bu nedenle, reddeden mirasçıların terekeden bir kısım malı kendilerine mal edindiklerinin, olağan yönetimi aşan işlerin yapıldığının, terekenin açık veya zımnen kabul edildiğinin kanıtlanması durumunda, reddin iptaline karar verilir. Miras bırakanın alacaklılarının korunması amacıyla düzenlenen mirası reddin iptali davasında, mirasçıların tamamının mirası reddetmiş olması gerekir, bir mirasçı dahi mirası kabul ederse, reddin iptali istenemez. Miras bırakanın alacaklılarının korunması amacıyla düzenlenen mirası reddin iptali davasında dava açmak için, herhangi bir süre yoktur. Davacı, miras bırakanın alacaklıları veya iflas idaresidir, davalı ise tüm mirasçılardır. Yetkili mahkeme, miras bırakanın son yerleşim yeri mahkemesidir. Görevli mahkeme, Asliye hukuk mahkemesidir. Reddin iptaline karar verildikten sonra, başka işleme gerek kalmaksızın resmi tasfiye yapılır.” Bunun yanında mirası reddetmiş olan mirasçıların alacaklıları da mirasın reddinin iptali davası açabilirler. Türk Medeni Kanunun’unmirasçıların alacaklılarının korunması başlıklı 617. Maddesi şöyledir: “Malvarlığı borcuna yetmeyen mirasçı, alacaklılarına zarar vermek amacıyla mirası reddederse; alacaklıları veya iflâs idaresi, kendilerine yeterli bir güvence verilmediği takdirde, ret tarihinden başlayarak altı ay içinde reddin iptali hakkında dava açabilirler. Reddin iptaline karar verilirse, miras resmen tasfiye edilir. Bu suretle tasfiye edilen mirastan reddeden mirasçının payına bir şey düşerse bundan, önce itiraz eden alacaklıların, daha sonra diğer alacaklıların alacakları ödenir. Arta kalan değerler ise, ret geçerli olsa idi bundan yararlanacak olan mirasçılara verilir.” Maddede görüldüğü üzere miras alacaklılara zarar vermek amacıyla reddedilmişse mirasçının alacaklıları mirasın reddinin iptali davası açabilmektedir. Sakarya Bölge Adliye Mahkemesi 1. Hukuk Dairesi Esas:2019/360 Karar:2019/654: Davalıların şahsi malvarlığının ret tarihindeki değeri tespit edilip, bu malvarlığının borcunun karşılamaya yeterli olup olmadığının usulünce araştırılıp saptanması; davalıların tanıklarının usulünce dinlenmesi, davalıların malvarlığı yeterliyse borçlu mirasçının alacaklıları zararlandırma kastı ile hareket ettiğinin alacaklı tarafından kanıtlanamaması halinde talebin reddine; malvarlığının yeterli olmadığının görülmesi, borçlu mirasçının alacaklıları zararlandırma kastı ile hareket ettiğinin alacaklı tarafından kanıtlanması halinde ise davalılar da yeterli güvence göstermediği takdirde reddin iptaline karar verilmesi gerekir. Mirasçının alacaklısının mirasçının mirası reddine karşı iptal davası açabilmesi için mirası reddeden mirasçının malvarlığının borcuna yetmiyor olması gerekir. Eğer alacaklı alacağını mirasçının mevcut malvarlığından tahsil edebiliyorsa alacaklının mirasçının mirası reddini iptal ettirmekte herhangi bir menfaati yoktur. Dolayısıyla alacaklının açmış olduğu davada mirasçının borca batık olduğunu ispatlaması gerekmektedir. Eğer mirasın reddi iptali davasını açan iflas idaresi ise mirasçının iflasına zaten karar verilmiş olduğundan ayrıca böyle bir ispata gerek yoktur. Bunun yanında altı çizilmesi gereken önemli bir husus alacaklının mirasın reddinin iptali davasını açabilmesi için malvarlığı borcunu ödemeye yetmeyen mirasçının alacaklılarına zarar vermek kastıyla mirası reddetmiş olması gerekir. Yani mirası reddettiği esnada borca batık olmayan borçlu mirasçı daha sonra borca batık duruma gelmişse borçlu mirasçının alacaklılarını zarara uğratma kastıyla mirası reddettiği iddia edilemez. Yargıtay2. Hukuk DairesiE. 2012/23145K. 2013/15700: Davacının, davalı borçlunun bu taşınmazlardaki miras payını haczettirmek suretiyle alacağının kısmen veya tamamen elde edebilmesi mümkündür. Davalı borçlunun mirası reddetme sebebi olarak gösterdiği miras bırakanın edinme sebebinin ahlaka aykırılığı, alacaklısı bakımından sonuç doğurmayacağından; alacaklısına zarar vermek kastıyla mirası reddettiğinin ve bu suretle Türk Medeni Kanunu’nun 617. maddesindeki reddin iptali davası açma koşullarının mevcut olduğu kabul edilmelidir. Öyleyse, davanın kabulü ile davalının mirası reddinin iptaline karar verilmesi gerekirken; yazılı şekilde karar verilmesi isabetsiz olup bozmayı gerektirmiştir. Türk Medeni Kanunu Madde 618’e göre yine alacaklılar tarafından borçlunun mirasçılarına karşı açılabilen bir mirasın reddinin iptali davası bulunmaktadır. Madde metni şöyledir: “Ödemeden âciz bir miras bırakanın mirasını reddeden mirasçılar, onun alacaklılarına karşı, ölümünden önceki beş yıl içinde ondan almış oldukları ve mirasın paylaşılmasında geri vermekle yükümlü olacakları değer ölçüsünde sorumlu olurlar. Olağan eğitim ve öğrenim giderleriyle âdet üzere verilen çeyiz, bu sorumluluğun dışındadır. İyiniyetli mirasçılar, ancak geri verme zamanındaki zenginleşmeleri ölçüsünde sorumlu olurlar.” Madde 618’e göre açılacak davalarda iki önemli nokta bulunmaktadır:İlk olarak 6 aylık süre şartı burada aranmaz. Ayrıca mirasın reddinin iptali halinde borçlardan sorumluluk sadece miras bırakanın ölümünden önceki 5 yıl içerisinde mirasçıya devredilen mallarla sınırlıdır. Mirası reddeden mirasçılar tarafından tek taraflı irade beyanıyla reddi miras işleminin iptalinin sağlanması mümkün değildir. Bunun için ya bütün diğer mirasçılar, reddi mirasın iptalini kabul etmeli ya da mirası reddeden mirasçı tarafından mirası reddin iptali davası açılmalıdır. Mirası reddeden mirasçı tarafından hata, hile, korkutma gibi sebeplere dayanılarak mirasın reddinin iptali davası açılabilir. Bu dava altı aylık hak düşürücü süre içerisinde açılmak zorundadır.(Yargıtay 7. Hukuk Dairesi Esas: 2022/2897 Karar: 2023/3980 20.09.2023)Sürenin başlangıç tarihi mirasçının mirası reddettiğine ilişkin mahkemeye yapmış olduğu başvuru tarihidir.(Yargıtay 7. Hukuk Dairesi Esas:2022/2491,K arar:2023/3546) Bu davada görevli ve yetkili mahkeme miras bırakanın son ikametgahı Asliye Hukuk Mahkemesidir. Davacı:Alacaklıya zarar vermek kastıyla mirası reddeden mirasçıdan alacaklı olanlar. Davalı:Alacaklıya zarar vermek kastıyla mirası reddeden mirasçılar. E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. Mirasın Reddi MİRASIN REDDİNE GETİRİLEN KRİTERLER MİRASIN REDDİNİN İPTALİ Mirasın Reddinin İptalinde Süre Mirasın Reddinin İptalinde Görevli ve Yetkili Mahkeme Mirasın Reddinin İptalinde Davanın Tarafları Benzer yazılar:Plaj İşletmelerinin Turizm İşletme Belgesi Almalarına İlişkin Düzenlemelerden Kaynaklanan ProblemlerHukuki El Atmada Görevli Yargı Yeri SorunuTiny House (Mobil Ev) Yönetmelik Değişikliği İle Getirilen YeniliklerTekerlekli Tiny House Kullanımının Ruhsatlandırılması Ve Karşılaşılan Hukuki Sorunlar", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/yargi-kararlariyla-mirasin-reddinin-iptali-ve-mirasin-reddi/"}
{"prompt": "İçindekiler 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 16. maddesiyle getirilen İmar Barışından faydalanan yapılara Yapı Kayıt Belgesi verilmiştir. Yapı kayıt belgesi başvuru sistemi tamamen beyan esasına dayalı olarak kurulmuş, başvurular e-devlet üzerinden alınmış ve yapı kayıt belgesi düzenlenmeden önce herhangi bir denetim yapılmamıştır. Bu nedenle, vatandaşlar tarafından bilerek veya bilmeyerek imar barışı kapsamına girmeyen yapılar için başvuru yapılmış ve bedeli ödenerek yapı kayıt belgesi alınmıştır. Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüklerince yapılan denetimler neticesinde, imar barışı kapsamına girmeyen yapılar için verilen yapı kayıt belgeleri iptal edilmekte ve sonrasında vatandaşı sıkıntılı bir süreç takip etmektedir. Bu yazımızda, yapı kayıt belgesi iptali sonrasında vatandaşın karşılaşacağı idari ve cezai yaptırımlara karşı neler yapılabileceği ele alınacaktır. 3194 sayılı İmar Kanunu’nun Geçici 16. maddesi ve Yapı Kayıt Verilmesine İlişkin Usul ve Esaslar Tebliği’ne göre imar barışından faydalanamayacak olan yapılar şunlardır: 1-31/12/2017 tarihinden sonra yapılmış olan yapılar 2-Üçüncü kişilere ait özel mülkiyete konu taşınmazlarda bulunan yapılar 3-Kesinleşmiş planlar neticesinde sosyal donatı alanı olarak belirlenmiş ve Maliye Bakanlığınca aynı amaçla değerlendirilmek üzere ilgili kurumlara tahsis edilmiş Hazineye ait taşınmazlar üzerinde bulunan yapılar 4-2960 sayılı Boğaziçi Kanunu’nda tanımlanan Boğaziçi sahil şeridi ve öngörünüm bölgesi içinde Kanuna ekli kroki ile listede sınır ve koordinatları gösterilen alanda bulunan yapılar 5-İstanbul tarihi yarımada içinde Kanuna ekli kroki ile listede sınır ve koordinatları gösterilen alanlarda bulunan yapılar 6-6546 sayılı Çanakkale Savaşları Gelibolu Tarihi Alan Başkanlığı Kurulması Hakkında Kanunun 2 nci maddesinin birinci fıkrasının (e) bendinde belirlenmiş Tarihi Alanda bulunan yapılar. Yukarıda sayılan yapılar dışındaki tüm alanlarda bulunan ve 31 Aralık 2017 tarihinden önce yapılmış olan yapılar için alınan yapı kayıt belgeleri geçerlidir. Özel kanunlara tabi olan alanlardaki yapılar için alınan Yapı Kayıt Belgelerinin geçerliliği ve hukuki niteliği ayrı bir makalede incelenecektir. Kısaca belirtmek gerekirse; Anayasa Mahkemesinin 04.12.2019 tarih ve E:2019/109, K:2019/91 sayılı kararında ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Altyapı ve Kentsel Dönüşüm Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nün 11.10.2019 tarihli ve E.238362 sayılı kararında da belirtildiği üzere; kıyı, orman, mera, doğal sit, arkeolojik sit, kentsel sit, tarihi sit gibi özel kanunlara tabi olan alanlarda bulunan yapılar için alınan Yapı Kayıt Belgesi geçerlidir. Fakat bu belge sadece İmar Kanunu ve Boğaziçi Kanunu’na göre alınan yıkım ve idari para cezalarına karşı koruma sağlamaktadır. Diğer bir ifadeyle Yapı Kayıt Belgesi verilmiş olsa dahi, bu yapılar hakkında 3621 sayılı Kıyı Kanunu ve 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu gibi özel kanun hükümlerinin uygulanması mümkündür. Ayrıca, hazineye ait olmayan veya hazineye ait olsa dahi hazine tarafından tahsis kararı bulunmayan park alanı, yeşil alan, yol gibi sosyal donatı alanlarında bulunan yapılar için alınan Yapı Kayıt Belgesi de geçerlidir. Yapı Kayıt Belgesini iptal etmeye Çevre ve Şehircilik Bakanlığı yetkilidir. Uygulamada bakanlık bu yetkisini Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüklerine devretmiştir. Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüklerinin re’sen yaptıkları denetimler, belediye ve il özel idaresince yapılan bildirimler ve vatandaşlar tarafından yapılan şikayetler üzerine inceleme yapılmakta ve yapı kayıt belgesi iptal edilmektedir. Buna göre Yapı Kayıt Belgesinin iptal sebepleri şu şekildedir; Yapı Kayıt Belgesi Tebliği’nin 10/2-b bendinde de belirtildiği üzere; Yapı Kayıt Belgesi bedelinin fazla ödenmesine sebep olan hatalar (yapı veya arsa alanının fazla beyan edilmesi gibi) iptal sebebi değildir. Yapı Kayıt Belgesi bedeli fazla ödenmiş ise, fazla ödenen kısmın iadesi için Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğüne başvurulur. Bu başvuruya 60 gün içerisinde cevap verilmezse, fazla ödenen bedelin iadesi için İdare Mahkemesinde dava açılması mümkündür. Yapı Kayıt Belgesi iptal edildikten sonra, yapı sahibi ciddi yaptırımlarla karşılaşmaktadır. Bu nedenle, tüm bu sürecin sebebi olan Yapı Kayıt Belgesinin iptaline ilişkin Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü işlemine karşı dava açılması önem arz etmektedir. Aksi taktirde, bu işlem kesinleşmiş olacağından, bu işleme dayanılarak tesis edilen diğer işlemlere karşı dava açılsa dahi sonuç alınması mümkün olmayacaktır. Yapı kayıt belgesinin iptaline ilişkin Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü işlemi idari bir işlem olduğu için, bu işleme karşı açılacak olan davanın da yapının bulunduğu ildeki İdare Mahkemesine açılması gerekmektedir. Yapının bulunduğu ilde İdare Mahkemesi yoksa, o ilin yargı çevresinde kaldığı İdare Mahkemesinde dava açılması gerekir. 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununa göre, Yapı Kayıt Belgesinin iptaline ilişkin işleme karşı, işlemin tebliğ edildiği tarihi takip eden 60 günlük süre içerisinde açılması gerekir. Zorunlu olmasa da, dava açmadan önce 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 11. maddesine göre itiraz etmek mümkündür. Yapı Kayıt Belgesi Tebliği’nin 8/2. fıkrası ve 10/2-b bendine göre, yukarıda belirttiğimiz sebeplerden biri nedeniyle Yapı Kayıt Belgesi iptal edildikten sonra, Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğünce yalan beyanda bulunan müracaat sahibi hakkında Türk Ceza Kanunu’nun 206. uyarınca“resmî belgenin düzenlenmesinde yalan beyan”suçundan dolayı suç duyurusunda bulunulur. Bunun üzerine Cumhuriyet Başsavcılığınca ceza soruşturması başlatılır. Yapı Kayıt Belgesi iptal edilen yapı“imar mevzuatına aykırı”yapı konumuna düşmektedir. Bu nedenle, Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğünce belediye veya il özel idaresine de bildirimde bulunulmakta ve İmar Kanunu’nu göre işlem yapılması istenilmektedir. Sonrasında ise, belediye veya il özel idaresi tarafından 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 32. ve 42. maddeleri uyarınca; Bu işlemlerin hepsine karşı ayrı ayrı veya birlikte, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununa göre, işlemin tebliğ edildiği tarihi takip eden 60 günlük süre içerisinde açılması gerekir. Yapı Kayıt Belgesi iptal edilerek“imar mevzuatına aykırı”hale gelen yapı; BİNA niteliğindeyse ve belediye sınırları içinde veya özel imar rejimine tabi yerlerde ise, yapı sahibi hakkında Türk Ceza Kanunu’nun 184. maddesi uyarınca soruşturma başlatılır. Ayrıca, yapı 2863 sayılı Boğaziçi Kanunu veya 2960 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu gibi özel Kanunlara tabi olan alanlarda (boğaziçi, doğal sit, arkeolojik sit, tarihi sit, kentsel sit gibi alanlarda) kalıyorsa, imar kirliliği ve ilgili özel Kanuna muhalefet etme suçu yönünden TCK’nın 44. maddesi uyarınca fikri içtima hükümlerine göre yargılama yapılır. Yapı Kayıt Belgesi Tebliğinin 6/8. maddesinde; Yapı Kayıt Belgesi verilen yapılarda işyeri açma ve çalışma ruhsatı yapı kullanma izin belgesi aranmaksızın verileceği düzenlenmiştir. Bu nedenle, yapı kayıt belgesi iptal edildikten sonra, bu belge esas alınarak verilen işyeri açma ve çalışma ruhsatı da iptal edilir. Ayrıca, Yapı Kayıt Belgesi esas alınarak özel Kanunlar uyarınca verilen turizm işletme belgesi, akaryakıt bayiliği lisansı, sağlık kuruluşu ruhsatı, özel okul ruhsatı gibi lisans, ruhsat ve belgeler de iptal edilir. Bu işleme karşı, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununa göre, işlemin tebliğ edildiği tarihi takip eden 60 günlük süre içerisinde açılması gerekir. 3194 sayılı İmar Kanunu’nun Geçici 16. maddesinin 3. fıkrasında; Yapı Kayıt Belgesi alan yapılara, talep halinde ilgili mevzuatta tanımlanan ait olduğu abone grubu dikkate alınarak geçici olarak su, elektrik ve doğalgaz bağlanabileceği düzenlenmiştir. Bu nedenle, yapı kayıt belgesi iptal edildikten sonra, bu belge esas alınarak verilen su, elektrik ve doğalgaz abonelikleri de iptal edilir. 3194 sayılı İmar Kanunu’nun Geçici 16. maddesinin 7. ve 8. fıkralarında; Yapı Kayıt Belgesi alınan yapıların, Hazineye veya belediyeye ait taşınmazlar üzerine inşa edilmiş olması halinde, bu taşınmazların Yapı Kayıt Belgesi sahipleri ile bunların kanuni veya akdi haleflerine satılacağı düzenlenmiştir. 396 sayılı Milli Emlak Genel Tebliği’nin 11/2. fıkrasına göre, satışı yapılan taşınmazların tapu kütüğüne,“Bu taşınmaz ……….… tarihli ve ………… no.lu Yapı Kayıt Belgesine dayanılarak satılmıştır. Bu belgenin herhangi bir nedenle iptal edilmesi halinde, satış işlemi iptal edilerek taşınmaz Hazine adına tescil edilir ve ödenen bedel faizsiz olarak hak sahibine iade edilir.”şeklinde şerh konulur. Bu nedenle, yapı kayıt belgesi iptal edildikten sonra, bu belge esas alınarak yapılan satış işlemleri de iptal edilir, ödenen bedel faizsiz olarak iade edilir ve yapı sahipleri adına ecrimisil tahakkuk ettirilir. 3194 sayılı İmar Kanunu’nun Geçici 16. maddesinin 5. fıkrasında, yapı kayıt belgesi bulunan yapı için, yapı kullanma izin belgesi aranmaksızın cins değişikliği ve kat mülkiyeti tesis edilebileceği düzenlenmiştir. Bu nedenle, yapı kayıt belgesi iptal edildikten sonra, bu belge esas alınarak yapılan cins değişikliği ve kat mülkiyeti işlemlerinin akıbeti önemlidir. Bu konuyla ilgili Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğünün resmi internet sitesinde verilen cevap şu şekildedir;“Tapu Müdürlüğünde yapılan işlem sonrası işlem dayanağı yapı kayıt belgesinin Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü tarafından iptal edilmesi ve müdürlüğümüze bilgilendirilmesi durumunda yapı kayıt belgesi ile işlem yapılan taşınmazın/bağımsız bölümlerin kaydının beyanlar hanesine uyarıcı nitelikte belirtme yapılmakla yetinilir.” (Bakınız:https://www.tkgm.gov.tr/tr/imarbarisi-sss) Buna göre, yapı kayıt belgesi iptal edildikten sonra, bu belge esas alınarak yapılan cins değişikliği ve kat mülkiyeti iptal edilmeyecek, sadece yapı kayıt belgesi ile işlem yapılan taşınmazın/bağımsız bölümlerin kaydının beyanlar hanesine uyarıcı nitelikte belirtme yapılmakla yetinilecektir. Bu durum, ilgili yapının krediye uygun olmaması sonucunu doğuracaktır. Görüldüğü üzere, Yapı Kayıt Belgesi iptal edildikten sonra, yapı sahibi ciddi yaptırımlarla karşılaşmaktadır. Bu nedenle, tüm bu sürecin sebebi olan Yapı Kayıt Belgesinin iptaline ilişkin Çevre ve Şehircilik işlemine karşı dava açılması önem arz etmektedir. Aksi taktirde, bu işlem kesinleşmiş olacağından, bu işleme dayanılarak tesis edilen diğer işlemlere karşı dava açılsa dahi sonuç alınması mümkün olmayacaktır. Yapı Kayıt Belgesinin iptalinin en önemli sebebi, 31 Aralık 2017 tarihinden sonra yapıldığına ilişkin iddiadır. İstanbul Bölge İdare Mahkemesi 5. İdari Dava Dairesinin 21.01.2020 tarih ve E:2019/2619, K:2020/94 sayılı kararında;“…taşınmaza ilişkin 2017 ve 2018 yılına ait Google Earth uydu görüntülerinin (hava fotoğraflarının) ilgili kurumlardan temin edilmesi ve gerekli görülmesi halinde yapının 31/12/2017 tarihinden önce mi sonra mı yapıldığı hususunun mahallinde yaptırılacak keşif ve bilirkişi incelemesi ile açıklığa kavuşturulması ve düzenlenecek bilirkişi raporu dava konusu yapı kayıt belgesine ilişkin başvuru formuna eklenen fotoğraflar ve diğer bilgi ve belgelerle birlikte değerlendirilmek suretiyle, uyuşmazlık konusu yapının Yapı Kayıt Belgesi düzenlenemeyecek bir yapı olup olmadığının belirlenmesi”gerektiğine karar vermiştir. Hava fotoğraflarından yapının ne zaman yapıldığı tespit edilemiyorsa, bu durum yapı sahibinin lehine yorumlanacağı için, Yapı Kayıt Belgesinin iptaline ilişkin Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü işlemine karşı dava açılmasında büyük önem bulunmaktadır. E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. 1- Resmî Belgenin Düzenlenmesinde Yalan Beyan Suçundan Soruşturma Açılır 2- İmar Kanunu Uyarınca Yıkım ve Para Cezası Kararı Alınır 3- İmar Kirliliğine Neden Olma Suçundan Soruşturma Açılır 4- İşyeri Açma ve Çalışma Ruhsatı İptal Edilir 5- Su, Elektrik ve Doğalgaz Aboneliği İptal Edilir 6- Hazine veya Belediye Arazilerinin Satış İşlemi İptal Edilir 7- Yapı Kayıt Belgesi Esas Alınarak Yapılan Cins Değişikliği ve Kat Mülkiyetinin Durumu Benzer yazılar:Tapu Tahsis Belgesi Yürürlükten KalkıyorTaşınmazı İhale İle Sattırmadan Hissedarı Paydaşlıktan ÇıkarmaYargı Kararlarıyla Yürütmenin DurdurulmasıYargı Kararlarıyla Yıkım (775 Sayılı Gecekondu Kanunu’na Göre)", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/76-2/"}
{"prompt": "İçindekiler Ülkemiz, jeolojik ve topografik yapısı nedeniyle sık sık büyük can ve mal kayıplarına yol açan depremlerle karşı karşıya kalmaktadır. Aktif bir deprem kuşağında yer alan Türkiye, bugüne kadar birçok yıkıcı depremle sarsılmıştır. Bu felaketlerin etkilerini en aza indirmek amacıyla, yapı inşaatına dair çeşitli kurallar getirilmiş ve deprem yönetmelikleri oluşturulmuştur. İlk kez 1940 yılında yürürlüğe giren deprem yönetmeliği, bilimsel ve teknolojik gelişmeler, değişen ihtiyaçlar, mevcut binaların yetersizliği ve yaşanan tecrübeler ışığında bugüne kadar dokuz kez yenilenmiştir. En son 01.01.2019 tarihinde yürürlüğe giren Türkiye Bina Deprem Yönetmeliği, yeni ve mevcut binaların deprem etkisi altında tasarımı, yapımı, değerlendirilmesi ve güçlendirilmesi için gerekli kuralları ve asgari koşulları belirlemiştir. Depremin doğal bir afet olarak ortaya çıkmasının yanı sıra, idarenin alacağı önlemler ve uygulamalarla bu felaketin neden olacağı zararları önlemek veya en aza indirmek mümkündür. İmar planlarının bilimsel gerçeklere ve mevzuata uygun olarak hazırlanması, inşaatların bu plan ve projelere uygun olarak gerçekleştirilmesi ve yapıların amacına uygun şekilde, statik yapısı bozulmadan kullanılması büyük önem taşır. Bu hususlara uyulmaması durumunda, depremin yol açtığı yıkımlarda sorumlu kişi ve kurumların tazmin yükümlülüğü doğacaktır. Türkiye’nin jeopolitik konumu ve deprem gerçeği göz önüne alındığında, bu doğa olaylarına karşı uygun yapılaşmanın bir zorunluluk olduğu aşikardır. Bir yapının inşası sırasında gerekli plan ve projelerin özenle hazırlanması, özellikle statik hesapların titizlikle yapılması ve kaliteli malzemeler kullanılarak inşa edilmesi şarttır. Tüm bu süreçlerin yürürlükteki mevzuata uygunluğunun denetlenmesi gereklidir. Bu çalışmada, deprem sonucu ortaya çıkabilecek zararlardan kamu idarelerinin, müteahhitlerin, fenni mesullerin ve diğer ilgili kişilerin hukuki sorumlulukları ele alınacak ve bu sorumluluğun kapsamı detaylandırılacaktır. Hukuki sorumluluk, bir kişinin başkasına verdiği zararı tazmin etme yükümlülüğüdür. Bu sorumluluk, iki ana kategoriye ayrılır: “Sözleşme sorumluluğu” ve “sözleşme dışı sorumluluk.” Sözleşme sorumluluğu, taraflar arasında var olan bir sözleşmenin ihlalinden kaynaklanırken, sözleşme dışı sorumluluk, hukuka aykırı bir eylemle zarar verilmesi durumunda ortaya çıkar. Hukuki sorumluluk, ayrıca, “kusurlu sorumluluk” ve “kusursuz sorumluluk” olarak ikiye ayrılır. Deprem nedeniyle doğan zararlar söz konusu olduğunda, sorumluluğun niteliği ve türü bu kategorilere göre belirlenir. Sorumluluk hukukunun tarihsel gelişim süreci içerisinde, kusur sorumluluğundan kusursuz sorumluluğa uzayan bir yol izlenmiştir. Bu süreç idare hukukuna da yansımış ve idarenin hem kusur sorumluluğu, hem de kusursuz sorumluluğu olduğu kabul edilmiştir. 1. İdarenin Kusursuz Sorumluluğu İdare hukukunda kusursuz sorumluluk, kamu hizmetinin görülmesi sırasında kişilerin uğradıkları özel ve olağan dışı zararların idarece tazmini esasına dayanır. Başka bir anlatımla idare, yürüttüğü hizmetin doğrudan sonucu olan, idari faaliyet ile nedensellik bağı kurulabilen, özel ve olağan dışı zararları kusursuz sorumluluk ilkesi gereği tazminle yükümlüdür.Kusursuz sorumluluk sebeplerinden olan “kamu külfetleri karşısında eşitlik” ya da diğer adıyla “fedakârlığın denkleştirilmesi” ilkesi, nimetlerinden tüm toplum tarafından yararlanılan idarenin eylem ve işlemlerinden doğan külfetlerin, sadece belli kişi veya kişilerin üstünde kalması durumunda, bu kişi veya kişilerin uğradığı zararların, kusuru olmasa dahi idarece, tazminini öngörmektedir (Danıştay Onuncu Daire, 04.11.2015, E: 2012/2512, K: 2015/4746) Risk sorumluluğundan farklı olarak burada, kazalardan kaynaklanmayan, diğer bir deyişle arızi nitelikte olmayan, önceden öngörülebilen zararların tazmini söz konusudur. İdari faaliyetin doğal sonucu olan bu zarar, etki alanı bakımından sınırlı, özel ve olağan dışı nitelik arz etmektedir.Danıştay İdari Dava Dairleri Kuruluna (17.12.2009, E: 2008/11, K: 2009/3108) göre, deprem sonucunda oluşan bireysel zararlardan dolayı davalı idareleri kusursuz sorumluluk esaslarına göre tazminle sorumlu tutmaya hukuken olanak bulunmamaktadır. Zira bireysel olmayan o bölgede yaşayan için genel nitelikte olan deprem gibi doğal afetlerden doğan zararlar ilgili mevzuatı çerçevesinde devletçe ödenmektedir. 2. İdarenin Kusur Sorumluluğu İdari yargıda genel olarak, hizmet kusurunun varlığı istikrar bulan yargısal kararlarda hizmetin kötü veya geç işlemesi yahut hiç işlememesi hallerinde kabul edilmektedir.Kusur sorumluluğu, bir kimsenin hukuka aykırı ve kusurlu bir davranışla sözleşme dışında diğer bir kimseye vermiş olduğu zararın giderilmesini düzenleyen sorumluluk türüdür. Bu sorumlulukta kusur, sorumluluğun kurucu unsuru olarak düzenlenmiştir. Kusur sorumluluğunda bir zararı başkasına tazmin ettirmek, ancak zarar onun kusurlu bir fiilinden doğmuş ise mümkündür. Kusur sorumluluğuna doktrin ve uygulamada eş anlamda olmak üzere “haksız fiil sorumluluğu” veya “sübjektif sorumluluk” da denilmektedir. 3. İdare Dışındaki Sorumlular veya Depremin İdarenin Kusur Sorumluluğuna Etkisi İdarenin hukuki sorumluluğunun doğabilmesi için, zarara sebep olan eylemin doğrudan idare tarafından gerçekleştirilmiş olması gerekmektedir. Zarar, zarar gören kişilerin veya üçüncü şahısların eylemlerinden ya da zorlayıcı sebeplerden (mücbir sebepler) kaynaklanıyorsa, idarenin sorumluluğu bulunmamaktadır. Mücbir sebep, failin kontrolü dışında gelişen, öngörülmesi ve engellenmesi mümkün olmayan olayları kapsar. Deprem, bu anlamda tipik bir mücbir sebep olarak kabul edilir. Ancak, eğer idarenin, mevzuata aykırı bir şekilde yapılaşmaya izin vererek zararı artırdığı tespit edilirse, bu durumda idare, artan zarardan dolayı kusuru oranında tazmin sorumluluğu taşıyabilir. Örneğin, deprem bölgesinde fay hattı üzerinde inşaat ruhsatı verilmesi durumunda, doğan zararın bir kısmından idare sorumlu tutulacaktır. Ancak, deprem sonucu tüm zararın idareye yüklenemeyeceği de açıktır. Ayrıca, zarar görenin kendi kusurlu eylemleri, zararın esas nedeni olarak belirlenirse, idare bu sorumluluktan tamamen kurtulabilir. Deprem nedeniyle ortaya çıkan zarardan müteahhidin sorumluluğunu çeşitli hukuki müesseselerle incelemek mümkündür. Bunları, eser sözleşmesi yükümlülüğü, satıcının yükümlülüğü ve haksız fiil sorumluluğu olarak değerlendirmek mümkündür. 1.Eser Sözleşmesi Kapsamında Müteahhitin Yükümlülükleri Müteahhit, sadece inşaatı gerçekleştiren taraf olarak yer alıyorsa, bu durum eser sözleşmeleri çerçevesinde ele alınmalıdır. Eser sözleşmesi kapsamında yüklenici, eser sahibine belirli bir bedel karşılığında eser meydana getirmeyi taahhüt eder. Bu tür sözleşmeler, karşılıklı borç yükleyen iş görme sözleşmeleri olarak nitelendirilir. Yüklenici, inşaatı yasal mevzuat, sözleşme hükümleri ve fen, teknik, sanat kurallarına uygun şekilde inşa edip zamanında tamamlayarak arsa sahibine teslim etme yükümlülüğü taşır. Yüklenicinin özen borcunun kapsamı, sözleşme hükümleri ve ilgili yasal düzenlemeler ışığında belirlenir. Bu borç, yapıların sözleşmeye, fen ve teknik kurallara uygun olarak inşa edilmesini ve teslim edilmesini gerektirir ve aynı zamanda ayıba karşı tekeffül borcu olarak da devam eder (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 14.01.2020, E: 2017/254, K: 2020/6).Türk hukukunda yapımcıların sorumluluğuna ilişkin özel bir düzenleme bulunmamakla birlikte, Borçlar Kanunu’nun 41. maddesi bu konuda uygulanabilir (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 13.02.2002, E: 2002/114 K: 2002/84). Öğreti ve yargı uygulamaları da İsviçre hukukunda olduğu gibi, yapımcıların kusur sorumluluğunun, Borçlar Kanunu’nun 41. maddesi çerçevesinde değerlendirileceğini kabul etmiştir. Bu bağlamda, müteahhit, üretim ve montaj hatalarından kaynaklanan yapım bozuklukları nedeniyle malı alan veya kullanan herkese karşı sorumludur ve bu tür hatalar sonucunda zarar görenlerin objektif nitelikteki zararlarını tazminle yükümlüdür. İsviçre Federal Mahkemesi de, malzeme seçiminde, imalat sürecinde ve denetiminde gerekli özeni göstermeyen yapımcının, piyasaya sürdüğü hatalı ürün nedeniyle başkalarına karşı sorumlu olacağını kabul etmiştir. 2. Müteahhidin Satıcı Olarak Yükümlülüğü Müteahhit aynı zamanda satıcı ise, müteahhit alıcıya karşı Borçlar Kanunu’nun 217. maddesi delaletiyle aynı Kanunun 194 maddesi gereğince “satıcının ayıba karşı tekeffülü ” hükümlerine göre sorumludur (Yargıtay 13. Hukuk Dairesi, 20.01.2014, E: 2013/16327, K: 2014/1302). Bu kapsamda müteahhit, binanın tekniğine uygun olmayan şekilde eksik ve kusurlu yapılmasından dolayı depremde oluşan zarardan sorumludur. 3. Müteahhidin Haksız Fiil Sorumluluğu İmar Kanunu’nun 28. maddesi, yapı müteahhidine ağır bir sorumluluk yükler: Müteahhit, yapıyı, tesisatı ve malzemeleriyle birlikte, kanunlara, ilgili mevzuata, imar planına, ruhsata, projelere, standartlara ve teknik şartnamelere tam uyum içinde inşa etmek zorundadır. Bu yükümlülüklerin ihlali, yalnızca mevzuata aykırılık teşkil etmekle kalmaz, aynı zamanda müteahhidin kusurundan kaynaklanan haksız fiil sorumluluğunu da doğurur.Müteahhidin kusuru, hukukun yasakladığı bir irade bozukluğu ya da eksikliği olarak tanımlanabilir. Bir ürün veya yapının, normal şartlar altında ve olağan kullanımı sırasında zarar verme potansiyeline sahip olması, ortada bir kusurun varlığına işaret eder. Tehlikeli bir ürünü piyasaya sürmek, yapımcının bu tehlikeyi bilerek yaratmış olduğunu gösterir. Eğer yapımcı, bu tehlikenin gerçekleşmesini önlemek için gerekli önlemleri almazsa ve bu durum zarara yol açarsa, zararın tazminiyle yükümlü hale gelir. Bir binanın inşaat süreci sadece müteahhidi içermemektedir, bunun yanı sıra şantiye şefi ve yapı denetim firmalarının da inşaat sürecinde sorumlulukları bulunmaktadır. Burada en temel olarak iki grup öne çıkmaktadır. Bunlardan birincisi şantiye şefi, diğer ise fenni mesuldür. Bunların inşaat süreci ile ilgili sorumlulukları ilerleyen bölümlerde açıklanacaktır. Bu sorumluluklara uyulmaması durumunda ortaya çıkan zarardan fenni mesul ve şantiye şefi de kusurları oranında sorumludurlar. Yargıtay uygulamasında, deprem nedeniyle ortaya çıkan zarardan, bu zararın ortaya çıkmasında sorumluluğu olanların müteselsil sorumluluğu olduğu kabul edilmektedir (Örneğin Yargıtay Dördüncü Hukuk Dairesi, 20.11.2008, E: 2008/2027, K: 2008/14382). Müteselsil sorumluluk kuralına göre, olayda kusurlu olanların her biri zararın oluşmasına birleşen veya bağımsız hareket eden davranışları ile katkıda bulunduklarından, meydana gelen zararın tamamından dayanışmalı olarak sorumludurlar. Müteselsil sorumlulukta zarar görenin dilediği borçluya başvurma hakkı vardır (BK. m. 142); dilerse sorumlulardan birine, dilerse hepsine veya bir kısmına karşı dava açabilir. Müteselsil sorumlulukta kural olarak borçlulardan her biri borcun tamamından sorumludurlar (BK. m. 141).Davacının, dava açtığı kişinin ödediği tazminatı, kusur oranlarına göre diğer sorumlulara karşı her zaman zararı rücu etme hakları vardır (Yargıtay Dördüncü Hukuk Dairesi, 20.11.2008, E: 2008/2027, K: 2008/14382). Sorumluluk hukukunun genel kuralı gereğince, bir kimsenin haksız eylem nedeniyle sorumlu tutulabilmesi için, öncelikle hukuka aykırı bir eylemin bulunması, bir zararın meydana gelmesi, zararın meydana gelmesinde kusurun bulunması ve haksız eylemle zarar arasında da uygun illiyet bağının olması gerekir. Bu unsurların tümünün bir arada bulunmadığı, bir veya birkaç unsurun eksik olduğu durumlarda, haksız fiilin varlığından söz edilemez. Şimdi sırasıyla bu hususları izah etmeye çalışalım. 1. Merkezi İdarenin Eylemleri ve Sorumluluğu İdari eylemlerden kaynaklanan zararın tazmini için açılan tam yargı davalarında, idarenin tazmin borcunun doğabilmesi için zararın, bu zarara neden olan eylemin ve zararla eylem arasındaki nedensellik bağının bulunması gerekir. Ayrıca, idare hukukuna özgü hizmet kusuru veya kusursuz sorumluluk esaslarına dayanılmalıdır. Devletin, afetlerin önlenmesi ve zararların azaltılması amacıyla gerekli tedbirleri belirlemek, politikaları oluşturmak, bilimsel, teknik ve idari çalışmaları koordine etmek, ulusal ve uluslararası işbirliği projeleri geliştirmek, afet bölgelerini tespit ve ilan etmek, yapı teknikleri ve projelendirme esaslarını belirlemek, deprem katalogları ve haritaları hazırlamak gibi yetki ve sorumlulukları vardır. Tam yargı davalarında, öncelikle hizmet kusurunun varlığı araştırılmalı; hizmet kusuru bulunmuyorsa, kusursuz sorumluluk ilkelerinin uygulanabilirliği değerlendirilmelidir. 2. Yerel Yönetimlerin Sorumluluğu Bilindiği üzere idare hukukunda idarenin sorumluluğu, kusursuz sorumluluk ve kusur sorumluluğu olmak üzere iki kapsamda değerlendirilmektedir. 3. Müteahhidin Deprem Nedeniyle Sorumluluğu İmar Kanunu’nun 28. maddesine göre, yapı müteahhidi; yapıyı, tesisatı ve malzemeleriyle birlikte bu Kanuna, ilgili diğer mevzuata, uygulama imar planına, ruhsata, ruhsat eki etüt ve projelere, standartlara ve teknik şartnamelere uygun olarak inşa etmek, neden olduğu mevzuata aykırılığı gidermek mecburiyetindedir. Yapı müteahhidi, ilgili fenni mesullerin denetimi olmaksızın inşaat ve tesisatlarına ilişkin yapım işlerini sürdüremez, inşaat ve tesisat işlerinde yetki belgesi olmayan usta çalıştıramaz. 4. Fenni Mesulün Sorumluluğu Fenni mesul, inşaat ve tesisat işlerinde kullanılan malzemelerin kamu adına denetimini gerçekleştiren kişidir. İmar Kanunu’nun 28. maddesi, fenni mesule yapıların kanunlara, imar planlarına, ruhsata ve teknik şartnamelere uygun inşa edilmesini denetleme sorumluluğu yükler. Bu görevi yerine getirmeyen fenni mesuller, kanuni sorumluluktan kaçamaz. İmar Kanunu’nun 42. maddesi, ayrıca, ruhsata aykırı yapıları bildirmeyen fenni mesullere idari para cezası uygulanacağını düzenler. 4708 sayılı Yapı Denetimi Hakkında Kanun da fenni mesuliyetin kapsamını genişletir. Yapı denetim kuruluşları, inşaatların ruhsat ve mevzuata uygunluğunu denetlemek ve aykırılıkları idareye bildirmekle yükümlüdür. Bu yükümlülüklerini ihlal eden kuruluşlar ve görevliler, cezai yaptırımlarla karşılaşabilir. Fenni mesul, yüklenici ile birlikte yapı sahibine karşı sorumlu olup, yapı denetimine tabi inşaatlarda, denetim firmaları da kusurları oranında sorumluluk taşır (Yargıtay Dördüncü Hukuk Dairesi, 16.11.2020, E: 2020/2457, K: 2020/3939). 5. Şantiye Şefinin Sorumluluğu Şantiye şefi; konusuna ve niteliğine göre yapım işlerini yapı müteahhidi adına yöneterek uygulayan, mühendis, mimar veya bunlara ilişkin teknik öğretmen veya tekniker diplomasına sahip teknik personeldir. İmar Kanunu’nun 28. maddesine göre, şantiye şefi; yapıyı, tesisatı ve malzemeleriyle birlikte bu Kanuna, ilgili diğer mevzuata, uygulama imar planına, ruhsata, ruhsat eki etüt ve projelere, standartlara ve teknik şartnamelere uygun olarak inşa etmek, neden olduğu mevzuata aykırılığı gidermek mecburiyetindedir. Yapı müteahhidi ve şantiye şefi, ilgili fenni mesullerin denetimi olmaksızın inşaat ve tesisatlarına ilişkin yapım işlerini sürdüremez, inşaat ve tesisat işlerinde yetki belgesi olmayan usta çalıştıramaz. Zarar, bir kimsenin malvarlığındaki eksilmedir. Başka bir anlatımla zarar verici eylemden önceki malvarlığı ile eylemden sonraki malvarlığı arasındaki fark zarardır. Bu maddi zarar olabileceği gibi, manevi zararda olabilir. 1.Bağımsız Bölümde Meydana Gelen Hasar ve Tamamen Yok Olma Depremde zarar gören arsa üzerindeki bağımsız bölümde hasar varsa ve bu bölüm kullanılabilir durumdaysa, zarar, bağımsız bölümün eski haline getirilmesi için gereken maliyetle sınırlıdır. Eğer bina yıkılmış ve bağımsız bölüm kullanılamaz hale gelmişse, bu durumda tazminat hesabında bağımsız bölümün değeri dikkate alınır. Ancak, bağımsız bölüm yıkılsa bile, arsa tapusu malikine ait olduğundan, arsa bedelinin tazmini söz konusu olmaz; sadece bağımsız bölümün inşaat maliyeti hesaplanarak tazminat kararlaştırılır (Yargıtay Dördüncü Hukuk Dairesi, 02.07.2009, E: 2008/12976, K: 2009/8822). Yargıtay kararlarına göre, zarar, haksız eylemin (depremin) meydana geldiği tarihte oluşur ve sorumluların tazmin sorumluluğu da o tarihte başlar. Bu nedenle, bağımsız bölümün inşaat maliyeti ile kullanılabilir ev ve ziynet eşyalarının bedeli, haksız eylemin gerçekleştiği tarihteki verilere göre belirlenmelidir (Yargıtay Dördüncü Hukuk Dairesi, 02.07.2009, E: 2008/12976, K: 2009/8822). 2. Kullanılmış Ev ve Ziynet Eşyası 3. Destekten Yoksun Kalma 4. Manevi Zarar Manevi tazminat, kişinin sosyal, fiziki ve duygusal kişilik değerlerinin zarar görmesi durumunda istenebilir. C. İlliyet Bağı 1. Genel Olarak Sorumluluğun temel koşulu, zararla ilgili davranış veya olay arasında bir sebep-sonuç ilişkisinin, yani illiyet bağının bulunmasıdır. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 13.06.2019 tarihli ve E: 2017/11-124, K: 2019/657 sayılı kararında, “Uygun illiyet bağı, olayların olağan akışına ve hayat tecrübesine göre sebebin, meydana gelen sonucu yaratmaya elverişli olmasıdır. Bu bağ, sorumluluğu, zarar veren açısından öngörülebilir risklerle sınırlandırır. Hayatın olağan akışı ve tecrübesiyle öngörülemeyen zararlar, uygun illiyet bağı kapsamında sorumluluk doğurmaz,” şeklinde tanımlanmıştır. Bir bina, yapı yönetmeliklerine ve teknik koşullara uygun olarak inşa edilmişse ve yine de deprem nedeniyle yıkılmışsa, zararla hukuka aykırı eylem arasındaki uygun illiyet bağı kesildiğinden, davalıların sorumluluğuna gidilemez. 2. İlliyet Bağının Kesilmesi İlliyet bağı; mücbir sebep, zarar görenin kendi kusuru veya üçüncü kişinin kusuru nedeniyle kesilebilir. Aynı zamanda sorumluluktan kurtulma sebebi olan bu üç sebep, sadece kusur sorumluluğunda değil, kusursuz sorumlulukta da kabul edilmektedir (Eren, s. 561.). Her üç neden açısından da, illiyet bağının kesildiği iddiası, sorumlu kişiler tarafından açıkça ispatlanmadıkça kabul edilmemelidir. Bu bakımdan sorumluluktan kurtulmak oldukça zorlaştırılmıştır. a) Mücbir Sebep: Depremin Şiddeti Zarar Sorumluluğunu Ortadan Kaldırır mı? Mücbir sebep, sorumlu ya da borçlunun kontrolü dışında gelişen, öngörülmesi ve karşı konulması mümkün olmayan olağanüstü bir durum olup, borcun ihlâline kaçınılmaz olarak yol açar (Eren, s. 582 vd.). Şiddetli depremler durumunda, bina plan ve projelere uygun şekilde inşa edilmiş olsa bile, hasar görebilir. Bu durumda, aşırı şiddetli depremin, zarar ile müteahhidin eylemi arasındaki illiyet bağını kesip kesmeyeceği değerlendirilmelidir. Yargıtay 13. Hukuk Dairesi, 15.03.2018 tarihli ve E: 2016/7279, K: 2018/2541 sayılı kararında, “Kaçınılmazlık boyutlarında olmayan şiddetli depremin, mücbir sebep olarak kabul edilip, zararla illiyet bağını kestiği kabul edilemez,” ifadesine yer verilmiştir. Bu ifade, kaçınılmazlık boyutunda bir deprem olması durumunda illiyet bağının kesilebileceğini ima etmektedir. Yani, bina fen ve tekniğe uygun inşa edilseydi dahi, yine de hasar görecekse, müteahhidin sorumluluğu ortadan kalkabilir. Ancak, bu iddianın geçerliliği için, yapının kurallara uygun olarak inşa edilmiş olması ve sonradan yapılan değişikliklerin statik değerlere aykırı olmaması gerekir. Ayrıca, illiyet bağının kesildiğini ispat yükümlülüğü müteahhide aittir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’na göre, illiyet bağı, mücbir sebep, zarar görenin kusuru veya üçüncü kişinin kusuru nedeniyle kesilebilir; ancak bu durumlar, sorumlu kişiler tarafından açıkça ispatlanmadıkça kabul edilmemelidir. b) Zarar Görenin Kendi Kusuru Zarar görenin kendi kusuru, kişinin kendisine zarar veren bir davranışta bulunması anlamına gelir. Bu tür bir kusur, mantıklı bir kişinin kendi yararını korumak için kaçınması gereken bir eylemi ifade eder ve hukukta müterafik kusur olarak da adlandırılır. Ancak, zarar görenin kusuru her zaman illiyet bağını kesmez. Eğer zarar görenin kusuru ağır ise, illiyet bağı kesilir ve sorumluluk ortadan kalkar. Bu durumda, haksız fiilin koşulları gerçekleşmediği için tazminat söz konusu olmaz (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 17.10.2019, E: 2017/444 K: 2019/1083). Eğer zarar gören ve diğer bir kişi (örneğin müteahhit) birlikte kusurlu ise, bu durumda ortak kusur söz konusudur. Ortak kusur, zarar görenin kusurlu davranışlarının zararın doğumuna veya artmasına katkıda bulunduğu durumları ifade eder. Ortak kusur varsa, hâkim, bu kusurun tazminata etkisini değerlendirir ve bunun bir “tenkis sebebi” mi, yoksa tazminattan tamamen vazgeçilmesine neden olabilecek bir durum mu olduğunu takdir eder (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 17.10.2019, E: 2017/444 K: 2019/1083). Eğer ortak kusur “tenkis sebebi” ise, tazminattan indirim yapılır. Eğer böyle bir durum yoksa, tazminatın belirlenmesinde bu konu ayrıca incelenir. c) İmar Barışı İmara aykırı ve kaçak yapılar için 2018 yılında, 7143 sayılı Kanun’un 16. maddesiyle 3194 Sayılı İmar Kanunu’na eklenen geçici 16. madde ile; afet risklerine hazırlık kapsamında ruhsatsız veya ruhsat ve eklerine aykırı yapıların kayıt altına alınması ve imar barışının sağlanması amacıyla, 31.12.2017 tarihinden önce yapılmış yapılar için Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve yetkilendireceği kurum ve kuruluşlara 31.10.2018 tarihine kadar başvurulması, bu maddedeki şartların yerine getirilmesi ve 31.12.2018 tarihine kadar kayıt bedelinin ödenmesi halinde yapı kayıt belgesi verilebileceği hüküm altına alınmıştır. Aynı maddede, yapı kayıt belgesinin yapının kullanım amacına yönelik olduğu, bu belgeye sahip yapılara talep halinde geçici olarak su, elektrik ve doğalgaz bağlanabileceği ve bu belgeyle alınmış yıkım kararlarının ve tahsil edilemeyen idari para cezalarının iptal edileceği belirtilmiştir. Bu düzenlemeden, imara aykırı olup yıkılması gereken yapıların kullanılmasına izin verildiği ve idare tarafından bu yapıların kullanımına olanak sağlandığı anlaşılmaktadır. Ayrıca, yapı kayıt belgesinin, yapının yeniden yapılmasına veya kentsel dönüşüm uygulamasına kadar geçerli olduğu, bu süre zarfında yapının depreme dayanıklılığının malik tarafından sağlanması gerektiği ifade edilmiştir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 10.06.2020 tarihli ve E: 2020/168, K: 2020/394 sayılı kararında da vurgulandığı üzere, yapı kayıt belgesi, binayı iskân alınacak şekilde imara uygun hale getirmez ve yalnızca geçici bir statü sağlar. Bu nedenle, imar barışı kapsamında yapı kayıt belgesi alınmış olması, müteahhidin, şantiye şefinin ve fenni mesulün, bina yapımında imar mevzuatına ve projeye uygunluk yükümlülüğünü ortadan kaldırmaz. Deprem nedeniyle ortaya çıkan zararın tazmini istemiyle açılacak davalarla ilgili hususlar, davanın kime karşı açıldığına göre değişmektedir. Dava kamu idarelerine karşı açılacak ise bir tam yargı davası olarak idare yargıda, müteahhit, fenni mesul ve şantiye şefine karşı açılacak ise tazminat davası olarak adli yargıda açılması gerekir. Kural olarak, bunların hepsine tek bir yargı yerinde dava açmaya imkân olmadığı gibi her iki yargı yerinde birden uygun yargı kolunda dava açmaya da engel bulunmamaktadır. Yani, aynı anda hem kamu idaresine karşı tam yargı davası, hem de müteahhit, fenni mesul ve şantiye şefine karşı tazminat davası açmanın önünde bir engel bulunmamaktadır. Böyle bir durumda bir yargı yerinde verilecek tazmin kararının ve tazminat miktarının diğer yargı yerinde açılacak davayı etkileyeceği açıktır (Yargıtay Dördüncü Hukuk Dairesi, 14.02.2013, E: 2013/542, K: 2013/2505). 1. Tam Yargı Davaları 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 2. maddesi, idari eylem ve işlemler nedeniyle kişisel hakları doğrudan zedelenenlerin tam yargı davası açabileceğini düzenler. Bu bağlamda, deprem nedeniyle uğranılan zararların tazmini için kamu idarelerine karşı açılacak davaların idari yargıda, tam yargı davası olarak görülmesi gerekmektedir. Kamu idarelerine karşı adli yargıda dava açılması mümkün değildir. Yargıtay Dördüncü Hukuk Dairesi’nin 23.06.2005 tarihli ve E: 2004/12419, K: 2005/6863 sayılı kararında da belirtildiği gibi, kamu hizmetinin yürütülmesi sırasında meydana gelen zararların, idare hukuku ilkeleri çerçevesinde hizmet kusuru veya idarenin başka bir nedenle sorumlu olup olmadığının incelenmesi gerektiğinden, bu tür davalara idari yargı bakmakla görevlidir. Tam yargı davalarında yetki, 2577 sayılı Kanun’un 36. maddesi ile belirlenmiştir. Buna göre, idari sözleşmelerden doğanlar hariç, tam yargı davalarında yetkili mahkeme sırasıyla; a) Zararı doğuran idari uyuşmazlığı çözmeye yetkili, b) Zarar, bayındırlık ve ulaştırma gibi bir hizmetten veya idarenin herhangi bir eyleminden kaynaklanmışsa, hizmetin görüldüğü veya eylemin yapıldığı yer, c) Diğer durumlarda davacının ikametgahının bulunduğu yer idari mahkemesidir. 2. Tazminat Davaları Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 2. maddesi, malvarlığı haklarına ilişkin tüm davalarda görevli mahkemenin asliye hukuk mahkemesi olduğunu belirtir. Deprem nedeniyle malvarlığında oluşan zararların tazmini için açılan haksız fiil davaları da bu kapsamda değerlendirildiğinden, bu tür davalar asliye hukuk mahkemesinde görülür. Kanunun 16. maddesi ise, haksız fiilden doğan davalarda yetkili mahkemenin, haksız fiilin işlendiği, zararın meydana geldiği, zararın meydana gelme ihtimalinin bulunduğu veya zarar görenin yerleşim yeri mahkemesi olduğunu belirtir. Ayrıca, genel yetki kuralı gereği, davalının yerleşim yeri mahkemesi de yetkilidir. Bu düzenlemeler, haksız fiil mağdurlarının hukuki korunma talebini kolaylaştırmayı amaçlar. Türk Borçlar Kanunu’nun 72. maddesi, tazminat isteminin, zarar ve tazminat yükümlüsünün öğrenildiği tarihten itibaren iki yıl, her hâlde fiilin işlendiği tarihten itibaren on yıl içinde zamanaşımına uğrayacağını belirtir. Ancak ceza kanunlarında daha uzun zamanaşımı öngörülen durumlarda, o süre uygulanır. Tazminat davası açılabilmesi için, öncelikle bir zararın doğmuş olması gereklidir. Zamanaşımı süresi, zarar meydana gelmeden başlamaz. Yargıtay’ın yerleşik içtihatlarına göre, deprem nedeniyle oluşan zararların tazminine yönelik davalarda, zamanaşımı süresi depremin gerçekleştiği tarihte başlar (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 22.10.2003, E: 2003/603, K: 2003/594). Hukuka aykırı bir fiil, ancak bir zarara yol açtığında haksız fiil niteliği kazanır. Zarar doğmadan önce işlenmiş bir hukuka aykırılık, haksız fiil olarak nitelendirilemez ve bu nedenle zamanaşımı süresi başlamaz. Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 4.3.2003 tarihli kararında da, binanın tamamlandığı tarihte değil, depremin gerçekleştiği tarihte suçun işlenmiş sayılması gerektiği vurgulanmıştır (E: 2002/9-314, K: 2003/15). Binaların yıkılmasına yol açan hususların tespiti ve binaların yıkılmasında kusuru bulunanların kusur oranlarının belirlenmesi için konusunda uzman bilirkişilerden gerekçeli, açıklamalı, denetime elverişli rapor alınarak uygun sonuç çerçevesinde karar verilmesi gerekir 1. Zararda İndirim Yapılabilecek Haller Tazminat hukukunda, zarar veren, sorumluluk şartları gerçekleştiğinde, zarar görenin malvarlığındaki eksilmeyi gidermekle yükümlüdür. Ancak, “tam tazmin” ilkesinin katı bir şekilde uygulanması, haksız ve adaletsiz sonuçlara yol açabilir. Bu nedenle, somut olayın özelliklerine göre tazminatta indirim yapılmasının hakkaniyete daha uygun olduğu durumlar mevcuttur. Mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 43 ve 44. maddeleri, bu bağlamda hakime tazminatın miktarını ve kapsamını belirleme yetkisi verir. 43. madde, tazminatın hal, mevkiin icabı ve kusurun ağırlığına göre belirlenmesini öngörürken; 44. madde, indirim yapılmasını gerektiren durumları düzenler. Tazminatın miktarı, haksız fiilin işleniş biçimi ve kusurun ağırlığı gibi unsurlar dikkate alınarak belirlenir. Hakim, bu değerlendirmeyi denetime açık bir şekilde yapmalıdır. Nitekim bu ilkeler, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 17.03.2010 tarihli kararında da kabul edilmiştir (E: 2010/4-130, K: 2010/161). a) Zarar Görenin Kusuru Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 17.10.2019 tarihli E: 2017/444 K: 2019/1083 sayılı kararına göre, zarar görenin kusurlu davranışları ağır nitelikte değilse, haksız fiil faili doğan zarardan sorumlu olacaktır. Ancak, bu durumda zarar görenin kusurlu davranışları, hükmedilecek tazminat miktarında indirim yapılmasına veya tazminat isteminin tamamen reddine yol açabilir. Bu tür bir durumda, hâkim, ortak kusurun tazminata etkisini değerlendirirken, bunun yalnızca bir “tenkis sebebi” mi yoksa tazminattan tamamen vazgeçilmesine neden olabilecek bir durum mu olduğunu belirlemek zorundadır. Hâkim, bu takdir yetkisini kullanırken, hak ve adalete uygun bir sonuca varmalıdır. Bunun için, öncelikle yasanın amacının iyi anlaşılması gerekir. 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 44/1. maddesi, “hiç kimse kendi kusurundan yararlanamaz” ilkesine dayanmaktadır. Bu ilke, hak ve adalet düşüncesine de uygun düşmektedir. Dolayısıyla, zarar görenin kendi davranışıyla zararın oluşmasına neden olduğu durumlarda, bu zarar başkasına yüklenmemeli ve zarar görenin payı ayrılarak, zarar verenin sorumlu olacağı miktar tespit edilmelidir (Oser-Schönenberger, Borçlar Hukuku, Recai Seçkin çevirisi s.409). b) Zarar Sorumluluğunda Depremin Şiddeti Nedeniyle İndirim Türk Borçlar Kanunu’nun 51/1 maddesine göre; “Hâkim, tazminatın kapsamını ve ödenme biçimini, durumun gereğini ve özellikle kusurun ağırlığını göz önüne alarak belirler.” Davacıların oluşan zararı, müteveffanın bulunduğu binanın deprem nedeniyle yıkılması sonucu doğmuştur. Kaçınılmazlık boyutlarında olmayan (kaydedilen deprem şiddetinin ne kadar önlem alınırsa alınsın, yapı ne kadar sağlam yapılırsa yapılsın zararın doğacağının muhakkak olduğu seviyede olmaması hali), şiddetli gerçekleşen depremin mücbir sebep olarak kabul edilip, zararla illiyet bağını kestiği kabul edilemez ise de; ne zaman ve hangi büyüklükte olacağı öngörülemeyen ve gerçekleştiğinde büyük bir yıkıma sebebiyet veren, bölgede herkesi etkileyen en büyük doğal afet olduğu da kabul edilmek zorundadır. Ayrıca, bölgenin birinci derecede deprem kuşağında yer aldığı ve oluşan depremin şiddet büyüklüğü de gözden kaçırılmamalıdır. Yargıtay 13. Hukuk Dairesi, 15.03.2018 tarihli ve E: 2016/7279, K: 2018/2541 sayılı kararı E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. I.Deprem Nedeniyle Ortaya Çıkan Zarardan Hukuki Sorumluluğun Niteliği II.Deprem Nedeniyle Ortaya Çıkan Zarardan Hukuki Sorumluluğun Şartları III.Deprem Nedeniyle Oluşan Zararın Tazmini İstemiyle Açılacak Davalar Benzer yazılar:Yargı Kararlarıyla İmar Kirliliğine Neden Olma SuçuYargı Kararlarıyla Ceza Muhakemesinde Usulden Bozma SebepleriYargıtay Kararlarıyla Muris Muvazaasının İspatı Ve UnsurlarıYargı Kararlarıyla İdari Ecrimisil", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/yargi-kararlariyla-deprem-nedeniyle-ortaya-cikan-zarardan-hukuki-sorumluluk/"}
{"prompt": "İçindekiler Çevre Sorunları her geçen gün artmakta ve yıkıcı etkilerini bütün dünyada her bir insan üzerinde göstermekte. Sorunun küresel yönü bu vahim gidişatın faillerini görünmez kılmakta fakat kesin olan şey iklim krizinin faillerinin bizler olduğudur. Devletlerin yurttaşlardan gelen talepler doğrultusunda bu konuda gittikçe daha hassas olması çevreyle ilgili yasal düzenlemelerde ve idari yaptırımlarda artışa yol açmıştır. Anlaşıldığı kadarıyla bu konudaki düzenleme ve yaptırımların sayısı daha da artacaktır. Bu nedenle çevre hukuku hukukçuların gittikçe daha fazla ilgi duymak zorunda kalacağı bir alan olarak ortaya çıkmaktadır. 2872 sayılı Çevre Kanunu’yla çevrenin korunması, iyileştirilmesi ve kirliliğinin önlenmesi amacıyla özel, kamu ve tüzel kişiliklerin uyması gereken kurallar belirlenmiştir. İdari yaptırım öngörülen ve kabahat olarak kabul edilen bu fiillere uymayanlara ise idari nitelikte para cezası verilmesi ve faaliyetten men kararı uygulanması öngörülmüştür. Faaliyetlerin durdurulması ile ilgili yaptırım, 2872 sayılı Kanununun 15. maddesinde, idari para cezaları ise 20. maddesinde düzenlenmiştir. Bu yazıda 2872 sayılı Çevre Kanunu kapsamında verilen idari para cezalarıyla ilgili hukuki sorunlar yargı kararları çerçevesinde ele alınacaktır. 2872 sayılı Çevre Kanunu’nun “Kirletme yasağı” başlıklı8. maddesine göre; “Her türlü atık ve artığı, çevreye zarar verecek şekilde, ilgili yönetmeliklerde belirlenen standartlara ve yöntemlere aykırı olarak doğrudan ve dolaylı biçimde alıcı ortama vermek, depolamak, taşımak, uzaklaştırmak ve benzeri faaliyetlerde bulunmak yasaktır. Kirlenme ihtimalinin bulunduğu durumlarda ilgililer kirlenmeyi önlemekle; kirlenmenin meydana geldiği hallerde kirleten, kirlenmeyi durdurmak, kirlenmenin etkilerini gidermek veya azaltmak için gerekli tedbirleri almakla yükümlüdürler.” “İdari nitelikteki cezalar” başlıklı Kanunun 20. maddedede kurallara uymayanlara verilecek idari para cezaları ayrıntılı olarak sayılmıştır. 2872 sayılı Kanunun 25/2. maddesinde yer alan özel düzenleme nedeniyle çevre para cezalarına karşı 30 gün içerisinde idare mahkemesinde dava açılması gerekmektedir.Danıştay 14. Dairesi 04.02.2016 tarih ve E:2015/3716, K:2016/669 sayılı kararında; “Bu durumda; davacı şirkete 30.05.2013 tarihinde tebliğ edilen ve içeriğinde özel dava açma süresi de açıkça belirtilmiş olan davaya konu işleme karşı, bu tarihten başlamak üzere 30 gün içinde ve en son 28.06.2013 (Cuma) tarihi mesai bitimine kadar dava açılması gerekirken, bu süre dolduktan sonra, 01.07.2013 (Pazartesi) tarihinde açılan davada süre aşımı bulunduğundan, davanın süre aşımı sebebiyle reddi yolunda verilen Mahkeme kararında sonucu itibarıyla hukuki isabetsizlik görülmemiştir…” gerekçesiyle Mahkeme kararını belirtilen gerekçeyle onamıştır. İdari Yaptırım Uygulanabilmesi İçin: Davacıyla eylem arasında kesin ve her türlü şüpheden uzak somut bir bağ kurulmalıdır. (Danıştay 14. Dairesi 21.10.2016 tarih ve E:2016/8307, K:2016/5899 sayılı kararında) 2872 sayılı Çevre Kanunun 20. maddesininhangi fıkrası uyarınca cezalandırılmasıgerektiği hususunu açıkça ortaya konulmasının, belirlilik ilkesi gereği kişilerin işledikleri suçun karşılığını bilmeleri açısından önem arz etmesi nedeniyle, 2872 sayılı Çevre Kanunun 20. maddesinin, tek başına para cezasının yasal dayanağı olarak kabulünün mümkün değildir. Verilen para cezasının karşılığı olan anılan Kanunun 20. maddesinin ilgili fıkrası veyahut bendinin açıkça belirtilmesi gerekir.(Danıştay 14. Dairesi 21.9.2012 tarih ve K:2012/5977 ) Faaliyetinin niteliği ile ilgili yaptırım uygulanacak işletmenin faal olup olmadığının şüpheden uzak bir biçimde ortaya konulmalıdır.(Danıştay 6. Dairesi 25.02.2020 tarih ve K:2020/2461) Hurdaların atık kapsamında olup olmadığının ve bunların hakkında işlem yapılan kişi tarafından toprakta depolandığının somut bir biçimde ortaya konulmalıdır.(Danıştay 6. Dairesi 25.02.2020 tarih ve K:2020/2461) Çevre Kanunu kapsamında ceza verilebilecek olması İmar Kanunu Hükümlerine göre yaptırım uygulanmasına engel değildir. (Danıştay 6. Dairesi 02.6.2003 tarih ve E:2002/2363, K:2003/3420 sayılı kararında) ÇED sürecinin tamamlanması beklenilmeksizin Tesisisin projesinin inşaatına başlandığı tespit edilirse proje bedelinin % 2′ si oranında idari para cezası verilir.(Danıştay 14. Dairesi 04.10.2011 tarih ve E:2011/12413, K:2011/1052 sayılı kararında) Analiz sonuçlarına göre ceza verilecekse itiraz hakkının kullanılabilmesi için öncesinde analiz raporunun ilgilisine tebliği gerekir. (Danıştay 14. Dairesi 22.12.2012 tarih ve K:2012/8604) Yaptırıma dayanak olan Çevre denetim veya tespit tutanağında yaptırıma esas olacak nitelikte bilgilerin bulunması gerekir. (Danıştay 14. Dairesi 20.11.2018 tarih ve K:2018/6740) Bölgede yapılan görev uçuşu sırasında yapılan denetime ilişkin koordinat verilmek suretiyle düzenlenen olay yeri tespit tutanağı ve alınan görüntü kayıtları çevre kirliliğine sebebiyet verildiğinin tespiti için yeterlidir. (Danıştay 6. Dairesi 09.5.2019 tarih ve E:2019/13559, K:2019/3976 sayılı kararında) Cezai işleme uygulanabilmesi için gürültü değerinin hem dBA hem de dBC cinsinden ölçüm sonuçlarının her ikisinin de standart değerleri aşması gerekir. Yalnızca birinin aşılması ceza verilmesi için yeterli değildir. (İzmir Bölge İdare Mahkemesi 4. İdari Dava Dairesi, 17.6.2020 tarih ve K:2020/503 sayılı kararında) Tübitak MAM tarafından düzenlenmiş olan analiz raporu, havadan ve denizden çekilen tespit görüntüleri, limanda bulunan sabit kamera görüntüleri geminin deniz kirliliğine sebebiyet verdiğinin kabulü için yeterlidir.(İstanbul Bölge İdare Mahkemesi 6. İdari Dava Dairesi, 13.6.2022 tarih ve K:2022/1024 sayılı kararında) Çevre denetim tutanağı düzenlenmeksizin sadece bu jandarma tutanağı dayanak yapılarak idari para cezası verilmesi hukuka aykırıdır. (Danıştay 6. Dairesi 24.9.2019 tarih ve K:2019/7904 sayılı kararında;) 2872 Sayılı Çevre Kanunun ihlal edilip edilmediği değerlendirmesi yapılırken, idari para cezasına konu eylemin, bir kamu hizmetinin yerine getirilmesine yönelik olup olmadığının ve çevreyi kirletme sonucu doğurup doğurmadığının, bu eylemle sınırlı olarak dikkate alınması gerekir.(Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun 01/03/2018 tarihli, E:2015/2117, K:2018/710 Sayılı kararı) 2872 Sayılı Kanun’un 20. maddesinin (ı) bendinin 6. paragrafında sayılan bir eylem hakkında isnat edilen eylem ile örtüşmeyen (r) bendi uyarınca idari para cezası uygulanması hukuka aykırıdır. (İstanbul Bölge İdare Mahkemesi 6. İdari Dava Dairesi, 06.7.2022 tarih ve K:2022/11145 sayılı kararında) Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulu 20.01.2022 tarih ve K:2022/51 sayılı kararında;“… Çevre Kanunu’nda yer verilen idari para cezası yaptırımları yönünden de Kabahatler Kanunu’nun uygulanacağı; anılan Kanun’da, kabahatin, failin icraî veya ihmali davranışı gerçekleştirdiği zaman işlenmiş sayılacağının düzenlendiği göz önünde bulundurulduğunda, kabahate ilişkin yaptırımın da kabahatin gerçekleştirildiği tarihte yürürlükte bulunan mevzuata göre uygulanması gerektiği sonucuna varılmıştır. Bu itibarla davacının idari yaptırıma konu fiili gerçekleştirdiği sabit olmakla birlikte, bu fiilin 2017 yılında gerçekleştirilmesi nedeniyle Çevre Kanunu’nun 20. maddesinin ( y ) bendinde yer alan ceza miktarının 2017 yılı için belirlenen tutarı üzerinden aynı maddenin 2. fıkrası uyarınca belirlenecek idarî para cezasının uygulanması gerekirken, 2018 yılı için belirlenen tutar üzerinden ceza uygulandığı anlaşıldığından ve dava konusu işlemle tesis edilen ceza miktarı davacıya uygulanması gereken ceza miktarını da kapsadığından, dava konusu bireysel işlemin 2017 yılı için belirlenen ceza miktarını aşan kısmında hukuka uyarlık bulunmamaktadır…” Bu konudaki mevzuat hükümlerinin birlikte değerlendirilmesinden aşağıdaki neticeler ortaya çıkmaktadır: Çevre Kanunu kapsamındaki uygulamaların denetlenmesi yetkisi Çevre ve Şehircilik Bakanlığına aittir. Bu yetkiyi, Bakanlıkça; il özel idarelerine, çevre denetim birimlerini kuran belediye başkanlıklarına, Denizcilik Müsteşarlığına, Sahil Güvenlik Komutanlığına ve 2918 Sayılı Karayolları Trafik Kanununa göre belirlenen denetleme görevlilerine devredilebilir. Denetimler Bakanlığın belirlediği denetim usul ve esasları çerçevesinde yapılır. Çevre Kanunu’nda belirtilen yükümlülüklerin ilgililerce yerine getirilip getirilmediğinin tespiti için Çevre ve Şehircilik Bakanlığı merkez veya taşra teşkilatı ile Bakanlıkça yetki verilmiş kurum veya kuruluşların yetkili makamı tarafından usulüne uygun olarak iki veya daha fazla kişiden meydana gelen çevre denetim ekibi görevlendirilir. Çevre Kanunu’nun ilgili hükümleri çerçevesinde Bakanlık merkez ve taşra teşkilatı veya Bakanlıkça yetki verilmiş kurum veya kuruluşların yetkili makamı tarafından çevre denetimi ile görevlendirilen personel tarafından yapılan denetimler sonucunda tespit edilen ihlallerle ilgili olarak, fiilleri işleyenler hakkında Çevre Denetim Tutanağı denetim ile görevlendirilen personelin bağlı olduğu ve idari yaptırım kararı vermeye yetkili merciye intikal ettirilir. İdari yaptırım kararı vermeye yetkili merci Çevre Denetim Tutanağına dayanarak yaptırım kararının verir. Danıştay 14. Dairesi 12.3.2012 tarih ve E:2011/1886, K:2012/1572 sayılı kararında; “Bu durum göz önünde bulundurulduğunda; belediye başkanlıkları tabiri ile bütün belediye tüzel kişiliği kastedildiğinden, bu tüzel kişiliği temsil etmeye yetkili olan belediye başkanı tarafından, Bakanlığın devrettiği yetkiye dayanarak, 2872 sayılı Yasanın 20. maddesi uyarınca para cezası verilmesi işleminde yetki yönünden mevzuata aykırılık bulunmadığından, aksi yönde verilen İdare Mahkemesi kararında hukuki isabet görülmemiştir…” Danıştay 14. Dairesi 03.7.2018 tarihli kararında;“… davacı tarafından salep bitkisi toplanmak suretiyle 2872 sayılı Çevre Kanununun ihlal edildiğine dair denetim tutanağını tanzim eden Jandarma Genel Komutanlığına Orman ve Su İşleri Bakanlığınca 2872 sayılı Kanun’un 12. maddesine göre yapılmış bir yetki devri bulunmadığından denetim yetkisi bulunmayan kurumda görevli jandarma personeli tarafından düzenlenen tutanağa dayanılarak idari para cezası verilmesine dair davaya konu işlemde hukuka uyarlık görülmemiştir…” Danıştay 14. Dairesi 07.3.2018 tarihli kararında; “…Bu itibarla, 2872 Sayılı Çevre Kanunu uyarınca Jandarma Genel Komutanlığına yapılan bir yetki devri bulunmadığından, denetim yetkisi bulunmayan kurumda görevli jandarmalar tarafından düzenlenen tutanağa dayanılarak idari para cezası verilmesinde hukuka uyarlık, aksi yöndeki temyize konu Mahkeme Kararında hukuki isabet görülmemiştir…” Danıştay 14. Dairesi 12.4.2018 tarihli kararında; “…Bu durumda, davacı tarafından izin lisans almadan, başvuru da yapmadan çalışması ve devam eden çalışma sırasında da yönetmeliklerde belirtilen önlemleri almaması sebebiyle 2872 Sayılı Çevre Kanununun ihlal edildiğine dair denetim tutanağını tanzim eden Vali oluruyla oluşturulan komisyona Çevre ve Şehircilik Bakanlığınca 2872 Sayılı Kanun’un 12.maddesine göre yapılmış bir yetki devrinin bulunmadığı görüldüğünden, denetim yetkisi bulunmayan kurum tarafından yapılan tespite dayanılarak idari para cezası verilmesine dair davaya konu işlemde hukuka uyarlık, aksi yöndeki Mahkeme kararında hukuki isabet görülmemiştir…” Danıştay 6. Dairesi 28.01.2020 tarih ve E:2019/7860, K:2020/558 sayılı kararında; “…Dosyaya sunulan bilgi ve belgelerin incelenmesinden; Çevre ve Orman Bakanlığının 28559 Sayılı yazısı ile Gaziantep Büyükşehir Belediye Başkanlığına 2872 Sayılı Çevre Kanununun 12. maddesi kapsamında yapılmış bir yetki devri bulunmakta ise de davaya konu idari para cezası incelendiğinde, işlemin belediye başkanı, belediye encümeni ya da çevre koruma daire başkanı tarafından değil, zabıta dairesi başkanlığından 2 personel tarafından düzenlenmiş olduğu anlaşılmaktadır. Gaziantep Büyükşehir Belediye Başkanlığı tarafından zabıta daire başkanlığına, davaya konu idari para cezası işlemini tesis etmek üzere yapılan bir yetkilendirme olup olmadığının sorularak gelecek cevaba göre esas incelemesine geçilmesi gerekirken, anılan belge araştırılmaksızın konunun esasının incelemesi yapılarak dava konusu işlemin iptali yolunda verilen kararda hukuki isabet bulunmamaktadır…” Danıştay 6. Dairesi 19.01.2023 tarih ve E:2021/8268, K:2023/560 sayılı kararında;“…polisin sorumluluk alanlarında kamu düzenini korumak, asayiş ile kamu düzenini sağlamak, koruma ve kollamak ve bunun için gerekli tedbirleri almak ve uygulamak görevinin bulunduğu, çevrenin korunmasına ve gürültünün önlenmesine yönelik uygulamaların da kamu düzenine ilişkin olduğu, Çevre ve Şehircilik Bakanlığının çevre denetimi ile ilgili görevli personel kapasitesinin sınırlı olması nedeniyle geniş bir alanı kapsayan ülkenin çevre denetiminin yeterince ve sağlıklı bir şekilde gerçekleştirilmesinin mümkün olmadığı da dikkate alındığında, polisin Çevre Kanunu kapsamındaki konusu suç teşkil eden fiil ve uygulamaları tespit yetki ve görevinin bulunduğunun kabulü gerekmektedir. Danıştay 6. Dairesi 01.3.2022 tarih ve E:2021/10705, K:2022/2382 sayılı kararında; “…2872 Sayılı Çevre Kanununda idari yaptırım kararı vermeye yetkili olarak belediye tüzel kişiliği içinde idari kurul, makam veya kamu görevlilerinin açıkça belirlenmemesi nedeniyle gerek anılan Kanunda gerekse bu Kanuna dayalı olarak yetki devrine ilişkin Genelgede yer alan “büyükşehir belediye başkanlıkları” ibaresi ile büyükşehir belediye başkanlığı tüzel kişiliğinin ifade edildiği sonucuna varıldığından, anılan Kanunun 25. maddesi uyarınca denetim sonucu düzenlenecek tutanağın denetleme elemanlarının bağlı bulunduğu ve idarî yaptırım kararını vermeye yetkili merci olarak belediyeye intikal ettirildikten sonra belediye başkanının bu tüzel kişiliğin en üst amiri olarak, çevre para cezası vereceğinin kabulü gerekmektedir. Diğer taraftan; 2872 sayılı Çevre Kanunu uyarınca yetki devri yapılan konuda belediye başkanının, tüzel kişiliğin en üst amiri olarak çevre para cezası vereceği sonucuna varıldığından, 5393 sayılı Belediye Kanununun 33.maddesi uyarınca belediye encümeninin, belediye başkanının başkanlığında toplandığı (veya katılamaması durumunda görevlendireceği kişinin başkanlık edeceği) dikkate alındığında, 2872 sayılı Çevre Kanununa dayalı olarak yapılan yetki devriyle ilgili konuda belediye encümenince de çevre para cezası verilebileceğinin kabulü gerekmektedir. Nitekim, Danıştay Altıncı Dairesinin 11/03/2003 tarih ve E:2001/2332, K:2003/1487 sayılı kararında da uyuşmazlık tarihinde yürürlükte bulunan düzenlemeler değerlendirilerek, çevre para cezasının büyükşehir belediye başkanlığı tarafından verileceği, belediye başkanının ise bu tüzel kişiliği temsil etmeye yetkili kişi olduğunun anlaşıldığı, dolayısıyla büyükşehir belediye başkanının devrettiği yetkiye dayanarak 2872 Sayılı Kanun hükümleri uyarınca büyükşehir belediye başkanına bağlı olan genel sekreter yardımcısı tarafından verilen para cezasında yetki yönünden mevzuata aykırılık bulunmadığı belirtilerek işin esası yönünden inceleme yapılmak suretiyle karar verilmiştir. İdarelerce uygulanan yaptırımların varlık sebebi, mevzuatla yasaklanmış bir fiilin işlenmesi halinde bu fiilin bir daha tekrarlanmasını engellemektir. Yaptırım Kararına muhatap olan kişinin aynı nitelikteki fiili yeniden işlemesi halinde tekerrür hükümlerinin uygulanması gerekmektedir. Tekerrür hükümlerinin uygulanması için ilk koşul ilgili kişi hakkında mevzuata aykırı bir fiile ilişkin usulüne uygun bir tespitin yapılması, fiilin tanımlanması, idari yaptırım kararının alınması ve kararın muhataba tebliğ edilmiş olmasıdır. Yani usulüne uygun bir yaptırım kararı tebliğ edilmedikçe kişinin daha sonraki eyleminin tekerrür sayılması mümkün değildir. 2872 sayılı Kanunun 23. Maddesi tekerrür halinde cezanın artırılmasına ilişkin kuralları içermektedir. Buna göre idari yaptırıma konu bir fiilin işlendiği tespit edildikten sonra fiilin karşılığı olan idari yaptırıma karar verilir ve bu kişi aynı fiili son 3 yıl içerisinde bir kez işlemişse ceza 1 kat, birden çok kez işlemişse 2 kat arttırılmak suretiyle uygulanır. İstanbul Bölge İdare Mahkemesi 6. İdari Dava Dairesi, 25.6.2020 tarih ve E:2020/388, K:2020/503 sayılı kararında;“… davacının 2872 Sayılı Kanun’un 20 (g) maddesi uyarınca idari para cezasıyla cezalandırılmasına ilişkin 01/10/2018 tarihli ve HF180302 sayılı ilk işlemin 17/10/2018 tarihinde davacıya tebliğ edildiği, bir sonraki eyleminin ise bu tarihten önce olmak üzere 16/10/2018 tarihinde düzenlenen çevre denetim tutanağı ile tespit edilmiş olması nedeniyle dava konusu işlem ile uygulanan tekerrür hükmünün, idari para cezasının bir kat arttırılmak suretiyle uygulanması gerekirken söz konusu idari para cezasının iki kat arttırılarak uygulanmasına ilişkin kısmında hukuka uyarlık görülmemiştir…” Danıştay 6. Dairesi 19.01.2023 tarih ve E:2021/9852, K:2023/556 sayılı kararında;“…Dosyanın incelenmesinden, dava konusu … günlü, … sayılı Didim Belediye Encümeni kararı ile aynı aykırılığın 5. kez tespit edildiğinden bahisle tekerrür hükümleri uygulanmak suretiyle 2872 sayılı Çevre Kanunu’nun 20/1- ( h ) bendi ve 23. maddesi uyarınca idari para cezası verildiği, İdare Mahkemesince; 2872 Sayılı Çevre Kanunu’nun 20/1- (h) bendi uyarınca verilen para cezasına aynı kanunun 23. maddesi uyarınca tekerrür hükümlerinin uygulanması usulünde hukuka uygunluk bulunmadığı gerekçesiyle işlemin tamamının iptaline karar verildiği anlaşılmaktadır. Bu durumda, İdare Mahkemesince, öncelikle dava konusu idari para cezasının esası yönünden yapılacak hukuki değerlendirme sonucunda, cezanın esasının hukuka uygun bulunması durumunda, para cezasının esası yönünden hüküm kurulduktan sonra tekerrüre ilişkin kısmı yönünden ayrıca bir hüküm kurulması gerekirken, işlemin esasına ilişkin hukuki değerlendirme yapılıp hüküm kurulmaksızın, tekerrüre ilişkin kısmın hukuka aykırı olduğundan bahisle işlemin tamamının iptaline karar verildiğinden, İdare Mahkemesi kararına karşı yapılan istinaf başvurusunun reddi yolundaki Bölge İdare Mahkemesi İdari Dava Dairesi kararında hukuki isabet bulunmamaktadır…” E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. İLGİLİ MEVZUAT DAVA AÇMA SÜRESİ İDARİ YAPTIRIMIN USULÜNE İLİŞKİN KARARLAR İDARİ PARA CEZASININ ZAMAN BAKIMINDAN UYGULANMASI VE BELİRLENMESİ DENETİM ve İDARİ CEZA VERME YETKİSİ TEKERRÜR Benzer yazılar:Tapu Tahsis Belgesi Yürürlükten KalkıyorYapı Kayıt Belgesinin İptali ve Sonrasındaki SüreçYargı Kararlarıyla Yürütmenin DurdurulmasıLüks Çadır Tesisleri Nitelikler Yönetmeliği Hakkında Hukuki Değerlendirme", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/yargi-kararlariyla-cevre-para-cezalari/"}
{"prompt": "İçindekiler Son dönemlerde şehir hayatından bunalan pek çok insan doğa içerisinde huzurlu bir hayat hayaliyle kırsal alanda ev yaparak yaşamak istiyor. Köylerde arsa alıp bina inşa etmek isteyen veya mevcut inşa edilmiş bir binayı almak isteyen kişiler bu alanların tabi olduğu imar rejimini de mutlaka dikkate almalıdırlar. Bu yazıda köy yerleşik alanı civarının tabi olduğu rejime dair bazı notlar paylaşacağız. 442 sayılı Köy Kanunu madde 2’ye göre;cami, mektep (ilkokul), otlak, yaylak, baltalık gibi orta malları bulunan ve toplu veya dağınık evlerde oturan insanlar bağ ve bahçe ve tarlalarıyla birlikte bir köy teşkil ederler. Diğer unsurların doğada bulunduğunu değerlendirdiğimizde, toplu veya dağınık evlerde oturan insanların kanuna göre bir köy teşkil edebilmesi için getirilen kriterler cami ve ilkokuldur. Günümüzde okul bulunan köylerin sayısı epey azalsa da cami ve okul köy niteliğinin kazanılması aşamasında mevzuatta aranan kriterlerdir. Köy yerleşik alanlarındanilk defa1975 yılında6785 sayılı İmar Kanunu’nun Ek 7. ve 8. Maddelerine İlişkin Yönetmeliktebahsedilmiştir. Köy yerleşik alanı imar mevzuatının uygulanacağı alanın tespiti bakımından önemlidir. Başka bir deyişle köy yerleşik alanı içerisinde kalan yapılara uygulanan imar hükümleri diğer alanlara nispetle farklılık ve kolaylıklar göstermektedir. Bilindiği üzere belediye sınırları içerisindeki yapılar için ruhsat mecburiyeti bulunmaktadır. Bu yöndeki ilk düzenleme16.01.1957 tarihinde yürürlüğe giren 6785 sayılı ilk İmar Kanunumuzdur. Kanunun 2. maddesi ruhsat mecburiyetinisadece belediye sınırları içerisindeki yapılarla sınırlayarakköyler de dahil olmak üzere pek çok alanı bu mecburiyetten muaf tutmuştu. Kalkınma ve şehirleşme göstergeleri dikkate alındığında kanunun yürürlüğe girdiği tarih itibarıyla bu muafiyetin nedenlerini anlamak çok da zor değildir. Belediye ve mücavir alanlar dışındaki alanların imar düzenine dahil edilmesi6785 sayılı (mülga) İmar Kanunu’na 1065 sayılı kanunla 1972 yılında eklenen Ek 7. ve Ek 8. maddeleriile gerçekleşmiştir. Bu çerçevede Bakanlar Kuruluna verilen yetki kapsamında bazı illerin belediye ve mücavir alanları dışındaki alanlarda1975 yılından başlayarak 1983 yılına kadar Bakanlar Kurulu kararı ile imar düzenine geçilmiştir. İllerin imar düzenine geçirilme tarihinden önce belediye ve mücavir alan sınırları dışında inşa edilen yapılarda yapı ruhsatı/izni aranmaz.(Danıştay 14. D., E. 2014/1317 K. 2016/3790 T. 12.5.2016)Dolayısıyla imar düzenine geçilmiş olan yerler bakımından bu tarihlerden önce köylerde yapılan yapılar izin/ruhsat muafiyeti kapsamındadır ve hala ayakta olsalar dahi ruhsat almaları gerekmez. Halihazırda yürürlükte bulunan3194 sayılı İmar Kanunu’nun 9 Kasım 1985 tarihinde yürürlüğe girmesiylebütün illerin belediye ve mücavir alan sınırları ile bu alanların dışı tümüyle ilgili mevzuat kapsamına alınmış ve köy yerleşik alanlarında uygulanacak hususlar Kanun yanında“Plansız Alanlar İmar Yönetmeliği”ile düzenlenmiştir. İmar Kanunu Madde 27’ye göreöylerin köy yerleşik alanlarında, civarında ve mezralarda yapılacakaşağıdaki yapılar için yapı ruhsatı aranmaz: -Konut, -Entegre tesis niteliğinde olmayan ve imar planı gerektirmeyen tarım ve hayvancılık amaçlı yapılar, Köyde oturanların ihtiyaçlarını karşılayacak bakkal, manav, berber, köy fırını, köy kahvesi, köy lokantası, -Tanıtım ve teşhir büfeleri -Köy halkı tarafından kurulan ve işletilen kooperatiflerin işletme binası gibi yapılar. Ancak aynı maddeye göre etüt ve projeler valiliğe sunularak valilik onayı alınmalıdır. Ayrıca bu yapıların yöresel doku ve mimari özelliklere, fen, sanat ve sağlık kurallarına uygun olması zorunludur. Köy yerleşik alanı tabi olduğu imar hükümlerinin farkları nedeniyle büyük önem taşımaktadır. Bu durumda öncelikle mevzuatta köy yerleşik alanının kapsamının nasıl tanımlandığına bakmak gerekmektedir. Plansız alanlar İmar Yönetmeliğinin 4. maddesinin 4. fıkrasıBelediye ve mücavir alan sınırları dışında kalan köy ve mezraların yerleşik alanı ve civarını şu şekilde tanımlar: “Köy ve mezraların cami, köy konağı gibi köy ortak yapıları ile yapımı tarihinde yürürlükte bulunan mevzuat hükümlerine uygun olarak inşa edilmiş yapıların toplu olarak bulunduğu yerlerde mevcut binaların en dışta olanlarının dış kenarlarından geçirilen çizginin içinde kalan alan köy yerleşik (meskun) alanını; bu çizgi ile en fazla 300 metre dışından geçirilecek olan, valiliklerce tespit edilerek il genel meclisince karara bağlanan sınırın içinde kalan alan köy yerleşik alanı civarını tanımlar.” Hemen belirtmek gerekiyor ki hükümde yer alan 300 metre koşulu 2021 yılında yapılan değişiklik öncesinde 100 metre şeklinde idi ve bu koşulda yönetmeliğe 1999 yılında getirilmişti. 2021 yılındaki değişiklik 100 metre sınırını 300 metreye çekerken aynı zamanda daha önce valiliklerince tespit edilmiş ve İl İdare Kurullarınca karara bağlanmış olan köy ve mezraların yerleşik alan sınırları geçerli olduğunu ve büyükşehirlerde İmar Kanununun 8 inci maddesinin birinci fıkrasının (ğ) bendi kapsamında kırsal özelliği devam eden yerleşimlerde daha evvel tespit edilmiş olan köy yerleşik alan sınırları, kırsal yerleşik alan sınırı olarak kabul edildiğini belirtmektedir. Köy yerleşik alanı ve civarının sınırlarıKöy Kanunu’na ve Köy Yerleşik Alanı Uygulama Yönetmeliği’ne dayanılarak belirlenir. Bu tespitin gerçekleşmesinde valinin takdir yetkisinin hayli geniş olduğu görülmektedir. Mevzuata göre ilk olarak vali tarafından vali yardımcısının başkanlığında, kadastro müdürlüğünden, tarım ve orman bakanlığından, çevre şehircilik ve iklim müdürlüğünden birer personel ve yerin niteliğine göre gerek duyulursa uzmanlığı bulunan diğer kurumlardan da birer personel alınarak komisyon oluşturulur. Komisyona yetkiyi vali verir. İlgili mevzuat köy yerleşik alanının tespiti için bazı kriterler getirmektedir. Mesela, mera vasfını kaybetmiş mera nitelikli alanlar ve Hazine adına kayıtlı tarım amacıyla kullanımı mümkün olmayan alanlar varsa bunlar da köy yerleşim alanı belirlenirken öncelikli olarak köy yerleşik alanına dahil edilir. Köy yerleşik alanının tespiti yapıldıktan sonra alan içerisinde kalan arsaların, köy nüfusuna kayıtlı ihtiyacı olan insanların barınma ihtiyaçlarının karşılanması için satılması konusunda değerlendirmeler yapılır. Köy ihtiyar heyeti hangi taşınmazın hangi şartlarda satılacağına dair listeler yapar. Bu listeler 15 gün bütün köylünün görebileceği bir alanda asılarak ilan edilir. Evi, arsası bulunmayan kişiler öncelikli kabul edilerek satışlar gerçekleştirilir. Satın alanlar 5 yıl içinde konut yapmazlarsa muhtarlık dava yoluyla satılan arsaların geri alınmasını talep edebilir. İmar planı olmayan köy yerleşik alanı sınırları içerisinde köyün ihtiyacına yönelik olarak ilk ve orta öğretim tesisi, ibadet yeri, sağlık tesisi, güvenlik tesisi gibi yapılar için imar planı şartı aranmaz. Ancak yer seçimi, valilikçe oluşturulan bir komisyonca hâli hazır harita veya kadastro paftaları üzerinde kesin sınırları ile belirlenir. Belirlenen alanda köy yerleşim planı yapılabilir. Ancak her tespit edilen yerleşik alanda plan yapılması zorunlu değildir. Bu konuda detaylı bilgi için bkz. (https://gayrimenkulmevzuati.com/koy-yerlesme-plani-nedir-koy-yerlesme-plani-nasil-hazirlanir-ve-onaylanir/) Valilere tanınan geniş takdir yetkisi dikkate alındığında hangi köyde yerleşik alan tespitinin 300 metreye kadar çıkarılacağı hususu sadece farklı iller arasında değil aynı il içerisinde dahi farklı ve kamu güvenini sarsabilecek uygulamalara yol açmaya adaydır. E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. Hukukumuzda Köy ve Köy Yerleşik Alanı Köy Yerleşik Alanlarında Hangi Yapılar Ruhsata Tabi Değildir Güncel Mevzuatta Köy Yerleşik Alanı Köy Yerleşik Alanı Tespitinin Sağladıkları ve Sonuçları Benzer yazılar:Ruhsatsız Pergola Ve Sundurma Yapılabilecek DurumlarPlaj İşletmelerinin Turizm İşletme Belgesi Almalarına İlişkin Düzenlemelerden Kaynaklanan ProblemlerHukuki El Atmada Görevli Yargı Yeri SorunuTiny House (Mobil Ev) Yönetmelik Değişikliği İle Getirilen Yenilikler", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/koy-yerlesik-alani-civarinin-100-metreden-300-metreye-cikarilmasi/"}
{"prompt": "İletişim 0 (532) 205 27 19 [email protected] İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız.", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/iletisim/"}
{"prompt": "İçindekiler Bugün herkesin eşit haklarının olduğu, hatta hakların bir kısmının evrensel/mutlak veya doğal olduğu düşüncesi genel kabul görmüş olsa da yaklaşık 300 sene önce kimse böyle düşünmüyordu. Haklar tarihin bir noktasında inşa ettiğimiz insan eli değmiş kavramlardır. En nihayetinde insan icadıdırlar. Toplumsal hayatta öteki ile bir arada yaşamayı sağlarlar. ”Öteki”nin olmadığı bir yerde ”hak” bir şey ifade etmez, çünkü hakka ihtiyaç yoktur. Hak mücadelesi dediğimiz şey de esasında ”öteki” ile aramızdaki ”sınıra” dair verilen bir kavgadır. Bu hakların sınırları çizilirken hakkın varlığının karşı tarafa kabul ettirilmesi de, varlığı kabul edilen bir hakkın uygulanmaması da kaçınılmaz olarak çatışmalara yol açar. Toplumsal hayatta bu çatışmalar karşılıklı ödünleşme ile uzlaşmaya dönüşür. Sadece bir tarafın ödün verdiği yerde uzlaşma değil tahakküm vardır. Yani hak mücadelesi aslında bir arada yaşamak için girişilen kavgadır. Ve bu kavga çoğu zaman ”güçler nisbetinde” bir arada yaşamamızı mümkün kılacak bir uzlaşmayla sonuçlanır. Hak kavramı üzerinde fikir yürütmeden önce ikili bir ayrım yapmak gerekir: 1- Kişilerin salt kendi toplumları ve yönetimleriyle ilişkileri açısından geçerli olan, zamana ve mekana göre değişkenlik gösteren, hukuk düşüncesini şekillendiren ve işlemesine imkan veren haklar: Bu anlamıyla ”hak”, hukuk düzeni tarafından tanımlanan, tanınan ve gerektiğinde ortadan kaldırılabilen bir kavramdır. Olağan koşullarda devlet yurttaşıyla arasındaki sözleşmenin gereği bireylerin anayasal haklarını daima göz önünde bulundurur ve korur. Fakat olağan dışı koşullarda devlet olağanüstü hal ilan ederek bireylerin anayasal haklarını bir süreliğine kısıtlayabilir, askıya alabilir, hatta bazen yok sayabilir. 2-İnsan olmaktan kaynaklanan, doğumla kazanılan dolayısıyla da evrensel olarak adlandırılan haklar: Uzlaşı gerektirmediği, kazanmak için insan olarak doğmanın yeterli olduğu, iktidar tarafından verilip alınamayacağı genel olarak kabul gördüğünden ötürü bütün insanların bu hakların içeriğine riayet etmesi beklenir. Bu haklara dair pozitif hukuktaki düzenlemeler, insanlık tarihine kıyasla çok yakın tarihlidir. İnsanları ikna etmek için ”mutlak hak” gibi kavramları kullansak da hakkın kendisi bağıl bir kavramdır. ”Doğal haklarımız var, bunları tartışmayalım” gibi ifadeler retorik olarak kulağa güzel gelse de zamandan mekandan bağımsız bir hak kavramı yoktur. Hakların alanı, nerede başlayıp nerede bittiğine dair sınırlar sürekli yeniden çizilir. Hakların ele alınışı ve tanımlanması daima dinamik bir süreçtir. Bu anlamda haklar olmuş bitmiş, tamamlanmış bir şey olmaktan çok, sürekli oluş halinde ve dönüşüm içindedir. Tarihin akışı içinde her momentte yeniden şekillenirler. İki insanın bir araya geldiği her yerde hakların mutlaka tanımlanması ve düzenlenmesi gerekir. Bugünden geçmişe bakıldığında eski zamanların hak düzenlemeleri çok yetersiz, çok zayıf, hatta çok sınırlı görünse dahi; aslında her dönemde, her çağda, her sınıftan insanın mevcut koşullar ölçüsünde bir takım hakları vardır. Ama modern zamanlarda biz bu hak tanımının çok daha detaylandığına ve çok daha genişlediğine şahit oluyoruz. Elbette her dönemde insanların bir takım haklara sahip oldukları söylenebilir, fakat bu haklar hiçbir zaman içinde yaşadığımız modern dönemdeki bireyin haklarıyla mukayese götürmez. Haklardaki değişimin sebebi kuşkusuz hayatı yaşayış ve tecrübe ediş şeklimizdeki farklılaşmadır. İnsanlığın bilgisi ve etkileşimi arttıkça ve toplumsal hayat hızlanıp karmaşıklaştıkça hakkın kapsamı da genişler. Pek çok faktöre bağlı olan değişim, hele de hak söz konusu olduğunda hiçbir zaman toplumun bütün unsurlarının desteğiyle gerçekleşmez. Fakat apaçık olan vakıa, her türlü değişimin haklarda da bir değişiklik yaratacağıdır. İnsanlık tarihinde olaylar kimi zaman yavaş ve derinden, kimi zaman hızlı ve yıkıcı biçimde cereyan eder. Yavaşlığın hüküm sürdüğü dönemlerde hak konusundaki değişim de hissedilmeyecek denli yavaş ve durağan gerçekleşir. Temel üretim ve ilişki biçimlerinin değişmediği yüzyıllar boyunca iktidarın, kölelerin, yabancıların, kadınların haklarında da pek bir değişim görülmez. Ama temel maddi koşullar ve ilişki biçimleri köklü bir değişime girdiğinde daha önce hiç akla bile gelmemiş haklar gündeme gelir, çatışmaya yol açar, kabul görür ve nihayetinde de iktidarlar bunları tanımak zorunda kalır. Günümüz, hepimizin hayatlarını öyle veya böyle etkilemeye başlayan yeni bir değişim çağına tanıklık ediyor. Küresel eşitsizliklerin ve gittikçe daha fazla bir şekilde iklim sorunlarının yarattığı göç olgusuyla birlikte özellikle kalkınmış ülkelerde bambaşka zorunlu ve öngörülemeyen karşılaşmalar ortaya çıkıyor. Enformasyon çağının zaten yaratmış olduğu etkileşim şimdi bir de fiziksel karşılaşmalarla ve yüzleşmelerle daha da karmaşık bir hal alıyor. Bunun haklar konusunda sadece Batıda değil, bu karşılaşmaların yaşandığı her yerde ve her kültürde farklı sonuçlar ve çetrefilli sorunlar doğurması kaçınılmaz. Belki de insanlığın, hatta daha dar bir şekilde Batının haklar konusunda artık katedilecek bir mesafe kalmadığını düşündüğü insan haklarının zaferi denilen çağın sonunda yeni bir hak kriziyle karşı karşıyayız. Bir yanda kadın hakları, lgbt hakları gibi toplumsal düzen için tehdit saydıkları haklarla ne yapacağına karar vermek zorunda olan muhafazakar kültürler, diğer yandan sahip olduğu zenginliği yeni misafirleriyle paylaşmaya mecbur edilen ve bunu bir hak temeline oturtma sancısı çeken zengin devletler. Belki de bugünlerin bize öğreteceği en önemli şey, hak konusunda kendi inşa ettiğimiz düzenlemelerin yetkinliğinden daha az emin olmamız gerektiğidir. Gerek hak düşüncesinde gerekse haklar listesinde baş döndürücü bir değişimin akıntısına kapılıp kendimizi bambaşka bir haklar manzarası karşısında bulacağımız günler yakın görünüyor. Dünün dünyasında dile getirildiğinde kamuoyu tarafından o günün koşulları ve hayat tarzı içinde ciddiye alınmayacak pek çok şeyin, bugünün dünyasında haklar listesine dahil edildiği ve tartışmasız hak olarak kabul edildiği açıktır. Modern zamanlarda ırk eşitliği mücadelesinin sembolü haline gelmiş 1955 tarihli Montgomery otobüs eyleminin kahramanı Rosa Parks’a o gün, gelecekte 2008 yılında ABD başkanlık seçimlerini bir siyahi olan Barack Obama’nın kazanacağını söylesek, otobüs içinde siyahlar ile beyazlar arasındaki ayrımı ortadan kaldırmak için direnen Parks’ın kendisi bile bunu ciddiye almazdı. Hakların statik değil dinamik bir yapısı olduğu, yani içeriğinin sürekli zenginleştiği ve sınırlarının durmaksızın genişlediği unutulmamalıdır. Hakların bu dinamik karakteri hesaba katıldığında bugün aklımıza gelmeyen yahut yeni yeni filizlenen tartışmalarda ”yok artık” dedirtecek kadar dallanıp budaklanan hak taleplerinin, şu an gerçekleşmesine hiç ihtimal vermediğimiz pek çok şeyin, mesela hayvan haklarının yarının dünyasının haklar listesinde tartışılmaz bir statü kazanacağı aşikardır. Aslında her çağ; antik çağ, orta çağ, rönesans, aydınlanma, modernite gibi her dönem hakların yeniden dağılımı ve toplum sözleşmesinin yenilenmesidir. Çağları değiştiren hep haklardaki bu köklü değişikliklerdir. Çağının ilerisinde olmakla nam salmış Atina demokrasisinin, halk yönetiminin ilk örneği olduğu kabul edilir. Fakat Atina demokrasisindeki ”demos”, yani ”halk” farklı sınıflardan oluşuyordu. Devlet yönetimine katılma imtiyazına sahip olanlar belli bir yaşı geçmiş, belli miktarda serveti bulunan özgür erkeklerdi. Bu söylediğimiz grup esasında Atina halkının çok küçük bir kısmını teşkil ediyordu. Çocuklar, kadınlar, aile evinde bulunan diğer erkekler ve çok büyük bir sayıya karşılık gelen köleler bu halk yönetiminin ”halk” tanımı içinde yer almıyordu. Bunun yanı sıra yönetime katılma hakkı kağıt üstünde bulunan ama yeterince mülk ve köleye sahip olamadığı için fiilen kamusal tartışmalara katılamayan Atinalıların da olduğu vakıadır. Sanayi devriminden önce ortaçağda en temel üretim aracı topraktı. Ticaretin mümkün olabilmesi için birilerinin bu toprağı işleyip üretim yapması gerekiyordu. Bu da birilerinin tarlada çalışıp tarım yapacağı anlamına geliyordu. Bu tarımsal ürünlerin alımı-satımı, başka bir ürünle takas edilmesi, bir mübadele ekonomisini ve tüccar sınıfını gerektiriyordu. Ürünlerin ve pazarın güvenliğini sağlayacak olansa askerleri olan bir kaleydi. Bu kaleyi inşa edecek, bakımını sağlayacak, askerlerin maaşlarını ödeyecek, bu sayede ürünleri ve pazarı, serfleri ve tüccarları koruyacak, bütün bu düzeni tesis edebilmek için artı ürüne el koyacak ve vergi toplayacak derebeyleri yahut aristokratlar da tarih sahnesine böyle çıktı. Toplumsal hayat, bir arada yaşayabilmemizi mümkün kılacak düzenlemeyi var eden, kimin ne yapacağı ve ne yapmayacağını, yaptığı şeyin karşılığında ne alacağını ve aldığı şeyin karşılığında ne vereceğini belirleyen bir iş bölümünü gerektirir. Toplumsal hayatı mümkün kılan iş bölümüyse, iş bölümünü de mümkün kılan hakların tanımlanmasıdır. Her toplumsal yapıda olduğu gibi feodal toplumsal yapıda da haklar vardır. Fakat şüphesiz feodal toplumdaki söz konusu haklar bizim bildiğimiz insan haklarıyla karşılaştırıldığında pek çok temel haksızlık içerir. Neticede feodal toplumdaki haklar toplumsal piramidin tabanına doğru genişletilmiş haklar değil, aksine toplumsal piramidin üstündeki küçük bir azınlığın çıkarlarını gözeten ve meşrulaştıran haklardır. Bu nedenle feodal toplum sözleşmesinde serflerin derebeylerine karşı yükümlülüklerini belirleyen bir takım temel haklar, derebeyinin evlenen bir serfin geliniyle ilk geceyi geçirme hakkı gibi bir garabetle yan yana bulunur. 17. yüzyılda teolojik dünya yerini seküler dünyaya bırakırken, yani feodal toplum yerini modern topluma, feodal devlet yapısı yerini modern ulus-devlet yapısına bırakırken, hak topluluklarla değil bireylerle anılmaya başlıyor. Feodal yapı çözülürken hakkın konusu doğrudan bireyler oluyor. Sivil bir alan oluşuyor. Kurallar kralların da üzerine çıkıyor. Kural/kral dönemi başlıyor. Kurallar, kuralı koyanın da üzerinde sayılıyor. Modern zamanda kilise ve kral gücünü yitirirken, modern devlet hızla güç kazanır. Bu yeni dönemde de tabii ki kimin hangi haklara sahip olduğunun tanımlandığı yeni bir toplum sözleşmesine ihtiyaç duyuluyor. Bu yeni toplum sözleşmesiyle birlikte de insanlık tarihinde sahneye ilk defa “birey” çıkıyor. İnsan haklarından bahsedebilmek için önce “birey” fikrine ihtiyacımız var. Bu anlamda bireyin bir suje olarak hukuk düzeni tarafından kabul edilmesi insanlık için önemli bir aşamadır. Birey modern bir icattır. Modern öncesi dönemde topluluklarda bulunan insanları bugünün “birey” kavramıyla nitelemek mümkün değildir. Modern dönem öncesi gruplarla anılan, müstakil varlıklar olarak görülmeyen insanlar sınırlı bazı haklara sahip olsa da, kendileri ve hayatları hakkında, pek çok konuda karar verme imkanına sahip değillerdi. Tanrı devlet yapısı çökünce hakkın konusu doğrudan bireyler olduğu için sivil bir alan oluştu. Kendi bedensel, ruhsal bütünlüğüne sahip, kendi hakları olan, bir sınıfa ve bir zümreye ait olduğu için değil, doğrudan kendisi olduğu için, kendi bedeni ve kendi ruhuyla hakları olan bir özne/birey fikri ortaya çıkıyor. Artık insanlar; aristokrat sınıfın bir unsuru ya da köylü sınıfın bir unsuru gibi değil de, kendi başına bir birey olarak, cemaatlerden kurtulmuş, hak sahibi olabilen bir özne/birey olarak kabul ediliyor. Bireyin icadıyla “halk” diye bir şey de ortaya çıkıyor. Bundan sonra o halkın içerisinde sadece erkeklere oy hakkı veriliyor. Sonra kadınların da halkın bir parçası olduğu kabul görüyor, böylece kadınlar da oy kullanmaya başlıyor. Ardından bununla da yetinmeyip oy verme yaşı 18’e kadar indiriliyor, bunun neticesinde de halk artık sadece yetişkin kadınlar ve erkeklerden değil, aynı zamanda gençlerden de oluşuyor. Modern devlette bireylerin haklarının iki kutbu bulunur. Bir hak varsa mutlaka ona karşılık gelen bir de yükümlülük vardır. Genelde yurttaşların haklarından bahsedilip iktidarın, devletin ya da kamunun hakkından pek bahsedilmemesi, meselenin bu iki yönlülüğünü gözden kaçırmamıza neden olmaktadır. Fakat çok iyi biliyoruz ki modern insan her geçen gün çok daha fazla kamusal yükümlülüklerle karşı karşıya kalmaktadır. Haklara dair sınırlar kurallarla çizilir. Kurallar tanım gerektirir ve tanımları da güçlü olanlar yapar. Tanımlar tanımı yapanın, yani güçlü olanın değer yargılarını ve iradesini yansıtır. Egemenlerin dini, etnik, ideolojik değer yargıları, hakların şekillenmesinde büyük rol oynar. Sıradan insanın hak konusundaki düşünceleri her zaman yaşadığı zamanın ve mekanın sınırları içerisindeki değer yargılarına göre şekillenir. Tarihten gördüğümüz kadarıyla güçlüler bir değer hiyerarşisi inşa edip kendilerinden olmayanları “öteki” olarak görürler. Ötekileri de asla kendileri ile eşit görmezler. Yani aidiyet hissettiklerine hak gördüklerini, diğerlerine hak görmezler. Carl Schmitt bu yüzden değerler meselesini hukuktan ve bilhassa anayasa hukukundan uzak tutmamızı söyler. Çünkü “değer” düşüncesinde kendisini iyi saklamış bir saldırganlık ikamet eder. İnsan bir şeyi değerli olarak tanımlarken zımnen başka bir şeyi de değersiz olarak tanımlamış olur. Bir şey daima başka şeylerin içinde ve başka şeylerle ilişkisinde değerli olur. Bir şey başka şeylerin içinde ve başka şeylerle ilişkisinde değer kazanıyorsa, bu onun karşısında başka şeylerin de değer kaybına uğrayarak, değersiz olduğu anlamına gelir. O vakit değerleri hukukun içine taşımak o değer karşısında başka her şeyi otomatikman değersiz kılar. Bu da değerli olanın değersiz olan üzerinde bir zulmüne/tiranlığına yol açar. Kısacası değerlerin olduğu yerde haklar gölgelenebilir. Bir değerin savunucularının ezici bir çoğunluk olduğu yerde o değer kaçınılmaz olarak güç haline gelir. Bu değer etnik, dini ya da politik bir değer olabilir. Bir yerde, çoğunluğun paylaştığı değer başka değerler karşısında açık ara öne çıkarsa, o değer artık egemenlerin iradesini; sübjektif değer yargıları sanki objektif bir yapıya sahipmiş gibi mahkeme kararları biçimi altında hukuki kudretle donatır. İşte değerler, hakları böyle gölgeler. Değersizleştirilen, değerliye boyun eğer; çünkü değeri güçlü ve özgür olan belirler. İnsanların doğuştan gelen haklarını evrensel bir değer olarak sunan ve bu anlamda insan hakları teorisine büyük katkıda bulunan John Locke, evrensel bir değer olarak insan hakları fikrini ortaya atarken aynı zamanda köle ticareti yapan bir firmanın ortaklarındandı. Bugün Locke’u tutarsızlık ve ikiyüzlülükle suçlayabiliriz, fakat kendi kültürünün ve kendi kültürel değerlerinin sınırları içinde kaldığı için Locke’u ahlaken mahkum etmek aslında hiç de makul değildir. Locke’un değerleri, Locke’un teorisindeki insan haklarını gölgelemiştir; bunun için Locke’u kimse suçlayamaz. Coğrafi keşiflerden önce Avrupa düşüncesinde siyasi ve toplumsal hiyerarşiyi anlamlandıran ve belirleyen bir “büyük varlık zinciri” vardı. Bu büyük varlık zincirinde Tanrıdan başlayarak evrendeki bütün varlıklar kendilerine uygun bir konumda yerlerini alıyordu. Papa’dan kardinale, kraldan şövalyeye, rahipten serfe, hayvandan bitkiye, taşa ve toprağa kadar her şeyin bu büyük varlık zincirindeki konumu bellidir. Ne zaman ki Avrupalı beyaz insan başka kıtalarda dilleri dillerine, dinleri dinlerine, renkleri renklerine, yaşama biçimleri yaşama biçimlerine benzemeyen yerlilerle karşılaştı, işte o vakit siyah ve kızıl derili yerlileri büyük varlık zincirinde nereye yerleştireceklerini bilemedi. Onlar için insan (tıpkı Locke için olduğu gibi) beyaz, Anglosakson ve Protestan (WASP) olandı. Yerlilerin beyaz, Anglosakson ve Protestan olmamaları, insan yerine de konulmamalarına yol açmıştı. Keza köleliğin hukuki bir kurum olarak uzun yıllar uygulandığı Amerika Birleşik Devletlerinde siyahların hak mücadelesi öncelikle taşınır eşya olarak değil, bir insan olarak görülmek olmuştu. Amerikalı yargıçlar, elbette beyaz ve erkek yargıçlar kölelerin hele de kadın kölelerin insan olduğunu kabul etmekte çok zorlanmışlardı. Böyle olunca da, efendisinin sürekli tekrarlanan cinsel saldırısından en nihayetinde kurtulmak isteyen bir kadın köle efendisinin şiddetine karşılık verip canını kurtardığında meşru müdafaa kurumunun olaya uygulanması tasavvur bile edilememişti. Esasında kağıt üzerinde köle sahiplerinin köle kadınlara tecavüz edemeyeceği kabul ediliyor, dolayısıyla köle kadının bir hakkı varmış gibi görünüyordu. Fakat tecavüzden kurtulmaya çalışmak bir hak olarak tanımlanmamıştı. Nitekim bu aşikar çelişkiyi ortaya çıkaran şey kölelerin insan tanımına dahil edilmesinde gösterilen dirençtir. Görüleceği üzere tanımlar masum değildir; çünkü hiçbir adlandırma masum değildir. “İnsan” hiçbir adlandırmanın tek başına tüketemeyeceği kadar çok renkli ve çok seslidir. Günlük hayatımızda ne zaman bir hak sorunu ortaya çıksa bu hakkı mahiyetine bakmaksızın evrenselmiş gibi düşünmeye meyilliyizdir. Mesela içinde yetiştiğimiz ve kendimizi ait hissettiğimiz bir toplumun dışına çıktığımızda sahip olduğumuzu düşündüğümüz haklardan başka hakların o farklı toplumda bulunmadığını veya o farklı toplumda kendi haklarımızın yanında bambaşka hakların da olabildiğini gördüğümüzde en basitinden şaşkınlık duyarız. Bu şaşkınlığın sebebi, kendi haklar evrenimizin biricik haklar evreni olduğunu düşünmemiz, yani kendi haklar evrenimizin evrensel olduğuna dair bir yanılgıya kapılmamızdır. Farklılığı deneyimlemenin sonucu kimi zaman özenme, kimi zaman küçümseme şeklinde ortaya çıkar. Ama ister özenelim, ister küçümseyelim sorgulanması gereken ilk fikir hakların evrenselliği fikridir. Hak üzerine düşünen, yazıp çizen pek çok insanın tarih boyunca aşmaya, dolayısıyla felsefi, mantıksal ve tutarlı bir temel bulmaya çalıştığı şey, ya hakların evrenselliği yahut da farklı hak evrenlerinin aynı anda mevcut olabilmesinin meşruiyeti olmuştur. Geçmişte karşılaştığımız pek çok düşünürün, dönemlerinin ruhuna da uygun olarak evrensellik iddiasını, kendi mensup oldukları dinin veya kültürün hak evrenini üstün bir konuma yerleştirerek çözmeye çalıştıklarını görüyoruz. Dolayısıyla çok tanrılı, Hristiyan, Yahudi veya Müslüman olup olmadığı fark etmeksizin düşünürler kendi dinlerinin hak evrenini, diğer bütün toplumların hak anlayışlarının karşısına koyarak mutlak değerleri ifade ettiğini düşünebilmişlerdir. Bu tip hak anlayışlarının tarihte önce soykırımlar, sömürgecilik ve işgallere gerekçe teşkil ettiğini, daha yakın zamanda ve günümüzde ise bir kültürel emperyalizm biçimi aldığını söyleyebiliriz. Nitekim özellikle gittikçe genişleyen haklar listesiyle birlikte insan hakları ve hatta demokratik düzenin neredeyse bir insan hakkı olarak kabul edilmesi, evrensellik iddiasına yönelik en sıcak gündemi oluşturmaktadır. Ne yazık ki insan hakları ve demokratikleşme bu sözde evrensel değerler adına hareket ettiği iddiasında bulunan rejimler tarafından askeri müdahalelerin ve zaman zaman da kültürel böbürlenmenin gerekçesini teşkil eder. Batının ekonomik üstünlüğü ele geçirmesiyle birlikte insan hakları ve demokratikleşme toplumsal refahın da ikiz kardeşi olarak sunulmakta, Batılı insan hakları ve demokrasi kurumlarına yer vermeyen dünyanın geri kalan ülkelerinin yoksulluğu böylece açıklanmış olmaktadır. Bu 2. ve 3. Dünya ülkesi yurttaşlarının kendi yoksullukları içerisinden Batılı hak evrenine bakarken duydukları şaşkınlık, özenmeyle de sonuçlanabilmektedir. Eski sömürge devletleri bağımsızlıklarını kazandıktan sonra da, sömürgeciler, sömürge döneminin yarattığı çatışma ve kargaşa hali içinde ekonomik ve siyasi yollarla sömürgecilik faaliyetine devam etmiştir. Yoksullaştırılan, güçsüzleştirilen ve farklı araçlarla sömürülmeye devam eden bu toplumlara yine Batıdan gelen insan haklarına saygısızlık ve medeniyetsizlik yakıştırılır. Batı sömürgeciliğinin yaratmış olduğu bu tahrip ve arkasından gelen kültürel küçümseme çok uzun bir geçmişi olan evrensellik tartışmalarını farklı bir boyuta taşımıştır. Eski dönemlerin siyasi sonuçları olsa da filozoflar eliyle yürütülen evrensellik tartışmaları artık siyasetçilerin tekeline geçmiş durumdadır. Evrensellik en nihayetinde siyasi bir organ olan Birleşmiş Milletlerin organlarındaki oylamalarda, buralarda hazırlanan ama her halükarda devletlerini temsil eden uzmanların hazırladığı raporlarda gün yüzüne çıkar. Eski sömürge devletleri, eski sömürgecileriyle aynı masaya oturduklarında insan haklarını kesinlikle felsefi bir sorun olarak göremez, bu konudaki her türlü düşünceyi aynı zamanda ulusal bağımsızlık ve ulusal kimlik kaygılarıyla tartışırlar. Dün insan hakları söz konusu olduğunda hiç taviz vermeyen Batılı devletler karşısında, artık kendi ülkesinde de insan hakları konusunda benzer tavizsiz tavrı gösteren onlarca Batı dışı devlet bulunmaktadır. İnsan haklarının, dolayısıyla da insan haklarının evrenselliğinin uluslararası siyasetle bu kadar iç içe geçmiş olması felsefi, yani kültürlerden, devletlerden bağımsız bir tartışmayı yürütmeyi hayli zorlaştırmaktadır. Bunun için de günümüzde insan haklarının evrenselliği sorunu, salt felsefi bir temellendirme arayışı sorunu olmaktan çıkmış gibi görünüyor. Hak öncelikle bireyler arasındaki ilişkinin biçimini ama asıl olarak da iktidarı elinde bulunduranlarla yönetilenler arasındaki ilişkinin temelini ve içeriğini belirlediğinden, haklar konusundaki tartışmalar ve uygulamalar her zaman güçle yakından ilişkili olmuştur. Bir yönüyle hak kavramı iktidarın, yönetilenler üzerindeki tasarruflarını haklılaştırmanın bir aracıdır. Böylece kalabalıkları istediği gibi yönlendirmek şeklindeki hayli külfetli ve masraflı iktidar arzusu, bu yönlendirmenin bir hakka dayanmasıyla kolaylaşıverir. İktidarın hakkına ilişkin bu pratik, ilk bakışta özneleri ve içerikleri tarih boyunca değişmiş gibi görünse de en ilkel toplumdan en karmaşık topluma kadar varlığını devam ettirmiştir. Dolayısıyla hak, temelsiz bir tahakküm arzusunun bir mistifikasyon yoluyla hayata geçirilmesinden başka bir şey olarak görünmeyebilir. Krala itaat etmeniz, onu rahat ettirmeniz, çalışmaktan kurtarıp kendi ürünlerinizden vermeniz, onu savunmak için hayatınızdan vazgeçmeniz gerekir. Çünkü kralın kimi zaman soydan, kimi zaman Tanrı’dan kimi zaman çeşitli becerilerinden kaynaklanan bir yönetme hakkı vardır. Dolayısıyla kaba gücün itaat etmeye ikna etmediği durumlarda öğrenilmiş ve kabullenilmiş bir hak kavramıyla itaat garanti altına alınır. Çağlar değişir, kral dönüşür, inançlar mahiyet değiştirir ama yöneticilerin tarihten, milli iradeden, halkın ruhundan, tanrılardan, düşmanların tehditlerinden ya da kamudan aldığı yönetme hakkının meşruiyeti her zaman aynı işlevi görmeye devam eder. Bir başka yönüyle ise hak güçsüzlerin güçlü karşısındaki konumunu korumaya alır. İster yurttaşlar arasında olsun, isterse yurttaş ile iktidar mücadelesinde olsun hak güçlü olanın istediği şeyi, istediği zaman güçsüz aleyhine ve gücü yettiğince yapabilmesini engelleyen bir bariyer görevi görür. İnsanlığın eski zamanlarında hayatta kalmak için doğayla girişilen mücadelede en belirleyici olan güç, kuşkusuz fiziksel güçtü. Fakat tarihin içerisinde yaşanan değişimlerden sonra hayatta kalma mücadelesinde verilen kavganın hasmı değiştiğinden ihtiyaç duyulan güç tipi de değişti. Günümüz dünyasında toplumsal hayatta bir bireyin var olabilmesi için fiziksel güçten ziyade mental güce ve şüphesiz ekonomik güce gereksinimi vardır. Günümüz dünyasında hayat kavgasında en hayati güç, ekonomik güçtür. Güçsüzü güçlü karşısında koruyan haklar hiçbir zaman bir lütuf olarak ortaya çıkmaz. Güçlülerin güçsüzlere haklarını tanıyarak kendi tasarruf imkânlarını sınırlaması ya bir ödünleşmenin ya da bir kavganın sonucunda ortaya çıkar. Tek tek bireylere ait haklar, hâlihazırda sanki birbirinden dağınık atomize olmuş kişilere aitmiş gibi görünse de esasında bu hakları ortaya çıkaran bir araya gelmiş bireylerin mücadelesi veyahut da bireylerin bir araya gelmesinden duyulan korkudur. Hak ilişkileri bu şekilde okunduğunda güçlü olanın hep haklı olduğu sonucu çıkmasa bile ancak güçlü olanın bir hakkı olduğu görülür. Fakat eşitsiz bir toplumsal düzende mutlak eşitlikle tanımlanmayan her durumda hak mücadelesi en nihayetinde en güçlü olanın lehine sonuçlanır. İktidardakilerin tanımak zorunda kaldıkları haklar güçsüzlerin pozisyonlarında bir ilerleme olarak değerlendirilebilse de, iktidar taviz vermek suretiyle ilk başta zayıflar gibi görünse de esasında yerini tahkim etmiştir. Dolayısıyla mutlak eşitlikle sonuçlanmayan ödünleşme süreci yine hakkın güçlü olanlar tarafından belirlenmesiyle neticelenir. Hak daima güçlü tarafından tanımlandığı ve güçsüzler tarafından talep edildiği için ekonomik güçten yoksun kalabalıkların hak talepleri duymazdan gelinir yahut onların talepleri hak tanımının içinde görülmediğinden maruz kaldıkları haksızlıklar çoğu kez haksızlık olarak bile görülmez. Dolayısıyla haklardan yararlanıp yararlanmamamız, hak mağduru olup olmamamız ekonomik güçten yoksun olup olmamakla, bir başka ifadeyle ekonomik güce sahip olup olmamakla ilgilidir. Ekonomik gücü olanların hakları vardır, ekonomik gücü olmayanlarınsa sadece mağduriyetleri. Bu ifadede gözden kaçmaması gereken husus buradaki hak veya mağduriyetlerin ekonomik temelli olmak zorunda olmamasıdır. Yani esasında bütün bir haklar listesinin mücadelesi de, kazanımı da, uygulaması da esasında ekonomi temelli bir savaşın parçasıdır. O yüzden, hak taleplerinin ve hak arayışlarının mevziisi kadın ve LGBT gibi toplumsal cinsiyet veya göçmen gibi etnik temel üzerine değil, ekonomik imkânlara ulaşıp ulaşamamak üzerinden sınıfsal temelli kurulmalıdır. Sınıf temelinde yürütülmeyen bir mücadele başarısızlıkla sonuçlanmaya mahkûmdur. Söz konusu diğer haklar ancak sınıfsal eşitliğin sağlanmasıyla hayata geçirilir. Hem hukuk düzenleri tarafından toplumlara tanınan haklar, hem de evrensel olduğu kabul edilen daha genel haklar, kâğıt üzerinde bulunsa da hayatın içinde bunları aynı açıklıkta göremiyoruz. Nasıl ki hiçbir hak durup dururken iktidar tarafından kabul edilmez, hakların tanınması için iktidarlara karşı mücadele vermek gerekirse, iktidarların haklara karşı direnci de haklar kabul edilip resmileştirildikten sonra da devam eder. Dün hakları tanımamak için en sert yöntemlere başvurma konusunda tereddüt göstermeyen iktidarların, durumu büyük bir serinkanlılıkla kabullenmesini beklemek zaten gerçekçi olmayacaktır. İktidarda bulunanlar hakların ya mahiyetini ya da gerçekleşmesini sürekli kendilerine doğru yontarlar. Dolayısıyla kâğıt üzerinde yazsa da hakların tanınması için verilen mücadele hiçbir zaman tanıma eylemiyle sona eremez ve mevcut hakların korunması ve hayata geçirilmesi için de aynı yoğunlukta bir mücadele vermek gerekebilir. Bu yüzden her yurttaşın haklarını önemsemesi ve yerine getirilmesi için bir şeyler yapması gerekebilir. Tarihsel gelişime baktığımızda genelleşmiş bir hak anlayış ve uygulaması için her insanın bir birey olarak görülmesinin ne kadar önemli olduğuna değinmiştik. Hukuki anlamda birey olmakla ilgili sorunların büyük bir kısmı en azından yurttaşlar bakımından büyük oranda çözülmüş durumda. Üstelik tarihin eski dönemleriyle karşılaştığımızda bireyler “kâğıt üzerinde” muazzam haklara sahipler. Sadece bu açıdan değerlendirecek olursak bireylerin hak ve özgürlüklerinde neredeyse bir haklar enflasyonundan bahsedilebilir. Yine kâğıt üzerinde bireyler hiçbir zaman olmadıkları kadar özgürler. Hatta dünyanın özgürlük açısından bugün için en kötü karnesine sahip devletlerin yurttaşları bile 100-150 yıl öncesinin en özgürlükçü devletlerinin önünde yer alıyor olabilir. Fakat kâğıt üzerinde sahip olduğumuz hak ve özgürlükler gerçekten hayata geçiyor mu? Bugünün bireyinin seyahat hakkı, bir insan hakkı olarak görülmektedir. Kişinin hareket etme özgürlüğüne müdahale anlamına gelebilecek yasaklar büyük oranda azaltılmış, bu konudaki kısıtlamaların ancak çok istisnai durumlarda meşru olabileceği kabul edilmiştir. Eğer seyahat hakkı evinden işe veya bakkala gitmenin dışında da bir anlam taşıyacaksa, hareket etmeyi mümkün kılan ekonomik imkânlardan yoksun olan bir bireyin bu hakka gerçekten sahip olup olmadığını sorgulamak gerekir. Evet devlet, istisnai durumlar haricinde yurttaşların hareket etmelerine karışmamaktadır. Ama acı bir vakıa, pek çok insan zorunluluklar haricinde de hareket edememektedir. Temel, yaşamsal ihtiyaçların karşılanması gittikçe daha masraflı bir hal almakta, insanlar en temel ihtiyaçları olan barınma, beslenme, temiz su ve çağın getirdiği ihtiyaçlardan, mesela elektronik haberleşme gibi ihtiyaçlar için kazançlarının büyük bir kısmını harcamak zorunda kalmaktadır. Çalışma alanında son yüzyıl içerisinde elde edilen kazanımlar bir taraftan temel ihtiyaçların tedarikinin özelleştirilerek pahalılaşmasıyla, diğer yandan da esnek çalışma, kısmi çalışma gibi uygulamalarla törpülenmektedir. Bugünün bireyi, kâğıt üstünde pek çok hakka sahip olmanın rahatlığıyla gerçekten atomize olmuş bir halde fiili olarak haklarını kaybetmektedir. Bunun en açık göstergesi toplumsal tabakalar arasında gelir ve servet uçurumunun gittikçe büyümesidir. Bugün sahip olduğumuz haklar imparatorluğu bir yönüyle insanlık için gurur duyulacak bir anlam taşıyabilir. Bugünün bireyleri geçmişe bakıp kulluktan, kölelikten, 2., 3. hatta numarasız sınıf insan olmaktan kurtulduğu için bir ilerleme hissine kapılabilir ve bunda haklıdır da, fakat kağıt üstündeki hakların fiilen budanmış olması ve gerçekliğe dökülmelerinin gittikçe zorlaşması, belki de tarihteki birey olma mücadelesinin yerine geçmesi gereken yeni bir mücadeleye ihtiyacımız olduğunu göstermektedir. Tuhaftır ki kâğıt üstünde pek çok hakkı elde etmiş olan günümüz bireyi, tarihte hiç olmadığı kadar iktidarın haklarını da tanımış bulunmaktadır. Esasında pek çoğu sosyal sermayelerini kullanarak, hatta çoğu kez hukuk kurallarını çiğneyerek iş dünyasında başarılı olmuş müteşebbislerin aşırı zenginleşmesi bırakın garipsenmeyi, alkış almaktadır. Kayda değer hiçbir üretimi olmayan pek çok insan toplumsal hiyerarşi basamaklarını hızla çıkabilmekte ve insanlar için rol model olabilmektedir. Bu gidişat içerisinde toplumsal ilişkilerimizi belirleyen değerleri yeniden tanımlayarak öncelikle fiilen elimizden alınan hakları hayata geçirmek, ardından da sık sık kendini hatırlatan eşitlik ideali için çağın iktidarlarının ve ezilenlerinin mevcut ilişkilerine karşılık gelen yeni mücadele yöntemleri bulmak, çağın yeni bireyinin göreviymiş gibi duruyor. Yeni çağın yeni sorunları karşısında yeni bir hak mücadelesi verecek ve bu hak mücadelesinde yeni yöntemler bulacak olan yeni bireyin, her şeyden evvel tüketimle ilgili davranış kalıplarını siyasete aktarmaması ve içildikten sonra atılan boş bir kola kutusuna benzer şekilde demokrasiyi ve hak mücadelesini adeta bir tüketim nesnesi olarak görmemesi gerekir. Demokrasinin zayıfladığı, yasanın egemenliğinin çatırdadığı ve değişimin sancılarının toplumun her katmanında hissedildiği dönemlerde hak mücadelesi özgürlüğün son kalesi haline gelir. Haklarından gönüllü olarak feragat eden, hakları askıya alındığında bunu dert etmeyen tüketici yurttaşlar daima iktidardakiler için hayatı kolaylaştırırlar. Oysa sadece seçimden seçime oy kullanmakla yetinmeyen hakiki yurttaşlar haklarının kıymetini bildikleri için iktidardakilerin hayatını daima zorlaştırırlar. Yurttaşların yurttaşlık ödevlerini yerine getirmedikleri toplumlarda, yani demokratlardan yoksun demokrasilerde hakların sınırlarının daralacağı aşikardır. Hakların alanının genişletilebilmesi ve daha adil ve daha barışçıl şekilde bir arada yaşamayı mümkün kılmak için haklarını önemseyen insanlardan oluşan demokrasiler inşa etmek şarttır. Mücadelenin olmadığı yerde hak da yoktur. Benzer Yazı Bulunamadı E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. Antik Yunan Tanrı Kral Modern Dönem ve Bireyin İcadı", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/oteki-ile-aramizdaki-sinir-hak/"}
{"prompt": "İçindekiler Mülkiyet hakkına kamulaştırma süreci işletilmeksizin yapılan müdahaleler kamulaştırmasız el atma olarak tanımlanmıştır. Mülkiyet hakkında geçici olmayacak bir şekilde, yasal bir dayanak bulunmaksızın fiili olarak müdahale edilmesi fiili el atma; idari bir kararla mülkiyet hakkının tanıdığı yetkilerin kullanılmasının engellenmesi ise hukuki el atma olarak nitelendirilmektedir. Hukuki el atma genel olarak bir bölgede yapılan imar planı ile özel mülkiyete tabi taşınmazların okul, yol, park vs. gibi kullanım amacıyla umumi hizmete ayrılmaları şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Fiili olarak el atılan taşınmazın bedelinin tahsili için yapılacak yargılamada adli yargının görevli olduğu konusunda tartışma bulunmamaktadır. Hukuki el atma durumunda taşınmaz bedelinin tahsilinde görevli yargı yolu konusunda 2012 yılında kadar adli yargının görevli olduğu kabul edilmekteydi. Fakat, 2012 yılından sonra verilen Uyuşmazlık Mahkemesi, Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay Hukuk Genel Kurulu kararları sonrasında, hukuki el atmalardan kaynaklanan tazminat istemli davaların idari yargının görevinde olduğu kabul edilmiştir. Ancak; Anayasa Mahkemesinin 05/04/2019 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanan 20/12/2018 tarih ve E:2016/181, K:2018/111 sayılı kararı ile Kamulaştırma Kanununun ek 1. maddesinin”Bu süre içerisinde belirtilen işlemlerin yapılmaması halinde taşınmazların malikleri tarafından, bu Kanunun geçici 6 ncı maddesindeki uzlaşma sürecini ve 3194 sayılı İmar Kanununda öngörülen idari başvuru ve işlemleri tamamlandıktan sonra taşınmazın kamulaştırmasından sorumlu idare aleyhine idari yargıda dava açılabilir.”kısmının iptal edilmesi üzerine, hukuki el atmalardan kaynaklanan tazminat istemli davalarda görevli yargı yeri sorunu tekrar ortaya çıkmıştır. Kamulaştırmasız el atma durumunda, malikin taşınmazına haksız olarak el atan idareye karşı men’i müdahale veya bedel davası açabileceği ilk olarak Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 16.05.1956 gün ve 1/6 sayılı kararıyla kabul edilmiştir. 16.05.1956 gün ve 1/7 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı ile de, bu şekilde açılacak bedel davalarında zamanaşımının söz konusu olmayacağına karar verilmiştir. 11.02.1959 tarih ve E:1958/17, K:1959/17 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararıyla da, kamulaştırmasız el atmadan doğan tazminat davalarında adli yargının görevli olduğuna karar verilmiştir. Yukarıda belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararlarında, kamulaştırmasız el atmadan kastedilen fiili el atmadır. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 15.12.2010 tarih ve E:2010/5-662, K:2010/651 sayılı kararıyla;“uzun yıllar programa alınmayan imar planının fiilen hayata geçirilmemesi nedeniyle kamulaştırma ya da takas cihetine gitmeyen davalı İdarece, pasif ve suskun kalınmak ve işlem tesis edilmemek suretiyle taşınmaza müdahale edildiği; bu haliyle İdarenin eyleminin, mülkiyet hakkının özüne dokunan ve onu ortadan kaldıran bir niteliğe sahip bulunankamulaştırmasız el koyma olgusunun varlığı için yeterli bulunduğu”şeklinde karar verilmiş ve böylece hukuki el atma da kamulaştırmasız el atma kapsamında değerlendirilmiştir. Bu kararda görev yönünden herhangi bir değerlendirme yapılmayarak adli yargının görevli olduğu kabul edilmiştir. Yargıtay’ın bu kararı sonrasında hukuki el atma nedeniyle taşınmaz bedelinin tazmini istemiyle adli yargıda açılan davalarda, görev itirazında bulunulması üzerine olumlu görev uyuşmazlığı çıkmış, uyuşmazlığı inceleyenUyuşmazlık Mahkemesi 09/04/2012 tarih ve E:2011/238, K:2012/63 sayılı kararıyla;“…davanın konusunun, davalı idarece 3194 sayılı Kanunu uyarınca kamu gücü kullanılarak tek yanlı irade ile yapılan imar planlarında yeşil alan olarak yer alan davacılara ait taşınmazın bedelinin tazminine ilişkin bulunduğu anlaşılmış olup, belirtilen duruma göre, imar planı ve buna dayalı imar uygulaması sonucunda uğranılan zararın tazminine yönelik bulunan davanın, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 2/1-b maddesinde yer alan “İdari eylem ve işlemlerden dolayı kişisel hakları doğrudan muhtel olanlar tarafından açılan tam yargı davaları” kapsamında idari yargı yerince çözümlenmesi gerekmektedir.”gerekçesiyle idari yargıyı görevli bulunmuştur.[1] 11.06.2013 tarih ve 28674 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 6487 sayılı Kanun’un 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun geçici 6. maddesinde değişiklik yapan 21’inci maddesinin 10. fıkrasının 6. cümlesinde“Uygulama imar planlarında umumi hizmetlere ve resmi kurumlara ayrılmak suretiyle veya ilgili kanunların uygulanmasıyla tasarrufu kısıtlanan taşınmazlar hakkında, 03.05.1985 tarihli ve 3194 sayılı İmar Kanununda öngörülen idari başvuru ve işlemler tamamlandıktan sonra idari yargıda dava açılabilir.”hükmüne yer verilmek suretiyle “hukuki el atma” olarak nitelendirilen, imar planındaki belirleme sebebiyle mülkiyet hakkına getirilen kısıtlamadan kaynaklanan tazminat davalarının görüm ve çözümünde İdari Yargının görevli olduğu öngörülmüştür. 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun Geçici 6. maddesinin bazı fıkralarının iptali istemiyle Anayasa Mahkemesine yapılan itiraz başvurusunda;Anayasa Mahkemesi 25.9.2013 tarih ve E: 2013/93, K: 2013/101 sayılı kararında“Sonuç olarak, davacının taşınmazının imar planlarında “dere mutlak koruma alanı”nda bırakılması nedeniyle, tasarruf hakkının kısıtlanmasının kamulaştırmasız el atma sonucu olduğu ve tasarruf hakkının kısıtlanması sebebiyle doğan zararın ancak idari yargıda açılacak bir tam yargı davasına konu edilebileceği sonucuna ulaşılmaktadır.”şeklinde karar verilmiştir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 30.10.2013 tarih ve E:2013/603, K.2013/1503 sayılı kararıylada, imar planındaki kısıtlamalardan kaynaklanan “hukuki el atmalardan” kaynaklanan tazminat istemli davaların idari yargının görevinde olduğu hüküm altına alınmıştır. Tüm bu süreç neticesinde, kamulaştırmasız el atma dolayısıyla açılan taşınmazın bedelinin tazmini davalarında görevli yargı yerinin belirlenmesi hususunda, el atmanın fiili veya hukuki olması durumuna göre bir ayrıma gidilmiştir. Fiili el atma durumunda adli yargı, hukuki el atma durumunda ise idari yargı görevli kabul edilmiştir.[2] Bu tarihten sonra verilen Uyuşmazlık Mahkemesi kararlarında da, hukuki el atmadan kaynaklanan taşınmazın bedelinin ödenmesi istemiyle açılan davaların idari yargının görevinde olduğu kabul edilmiştir.[3] 20.00.2016 tarih ve 6745 sayılı Yatırımların Proje Bazında Desteklenmesi ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 34. maddesiyle 2942 sayılı Kanun’un Geçici 6. maddenin 10. fıkrasının 3. cümlesindeki;“Uygulama imar planlarında umumi hizmetlere ve resmi kurumlara ayrılmak suretiyle veya ilgili kanunların uygulanmasıyla tasarrufu kısıtlanan taşınmazlar hakkında, 03.05.1985 tarihli ve 3194 sayılı İmar Kanununda öngörülen idari başvuru ve işlemler tamamlandıktan sonra idari yargıda dava açılabilir.”düzenlemesi yürülükten kaldırılmış ve aynı Kanun’un 33. maddesiyle 2942 sayılı Kanun’a eklenen ek 1. maddesinde;“….Bu süre içerisinde belirtilen işlemlerin yapılmaması halinde taşınmazların malikleri tarafından, bu Kanunun geçici 6 ncı maddesindeki uzlaşma sürecini ve 3194 sayılı İmar Kanununda öngörülen idari başvuru ve işlemleri tamamlandıktan sonrataşınmazın kamulaştırmasından sorumlu idare aleyhine idari yargıda dava açılabilir.”hükmüne yer verilmiştir. 20.00.2016 tarih ve 6745 sayılı Yatırımların Proje Bazında Desteklenmesi ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 33. maddesiyle 2942 sayılı Kanun’a eklenen ek 1. maddesinin;“….Bu süre içerisinde belirtilen işlemlerin yapılmaması halinde taşınmazların malikleri tarafından, bu Kanunun geçici 6 ncı maddesindeki uzlaşma sürecini ve 3194 sayılı İmar Kanununda öngörülen idari başvuru ve işlemleri tamamlandıktan sonra taşınmazın kamulaştırmasından sorumlu idare aleyhine idari yargıda dava açılabilir.”kısmı, Anayasa Mahkemesinin 05/04/2019 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanan 20.12.2018 tarih ve E:2016/181, K2018/111 sayılı kararıyla iptal edilmiştir. Anayasa Mahkemesinin söz konusu iptal kararından sonra, hukuki el atmalardan kaynaklı taşınmaz bedelinin tazmini istemiyle açılacak davalarda görevli yargı yerinin neresi olduğu tekrar tartışma konusu olmuştur. Yargıtay 5. Hukuk Dairesinin 04.07.2019 tarih ve E:2018/207, K:2019/13651 sayılı kararıyla;idari yargıda dava açılabileceğine ilişkin kısmın da Anayasa Mahkemesince iptal edildiğine vurgu yapılarak ve Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 16.05.1956 gün ve 1/6 sayılı kararı ile HGK.nun 15.12.2010 gün ve 2010/5-662/651 sayılı kararına atıf yapılarak; “… uzun yıllar programa alınmayan imar planının hayata geçirilmemesi nedeniyle kamulaştırma ya da takas cihetine gitmeyen davalı İdarece, pasif ve suskun kalınmak ve işlem tesis edilmemek suretiyle taşınmaza müdahale edildiği; bu haliyle İdarenin, mülkiyet hakkının özüne dokunan ve onu ortadan kaldıran bu eylemi ile kamulaştırmasız el koyma olgusunun gerçekleştiğinin kabulü gerekir. Kamulaştırmasız el koyma olgusunun varlığının doğal sonucu, İdarenin hukuka aykırı eylemiyle mülkiyet hakkı engellenen taşınmaz mal sahibi davacının, dava yoluyla kamulaştırmasız el koyma hükümleri doğrultusunda mülkiyetin bedele çevrilmesini, eş söyleyişle idareden değer karşılığının verilmesini isteyebileceği açıktır. Bu itibarla taşınmaza davalı idarece fiilen el atılmamış ise de makul süre içinde imar planına uygun herhangi bir işlem tesis edilmediğinden kamulaştırmasız el atma olgusu gerçekleşmiş olup, taşınmazın aynına ilişkin bu davaya bakmak Adli Yargının görevidir.”şeklinde karar verilmiştir. Yargıtay 5. Hukuk Dairesi, sonraki tarihli kararlarında da bu görüşünü devam ettirmiştir.[4]Yargıtay bu içtihadıyla, hukuki el atmadan kaynaklı taşınmazın bedelinin ödenmesi istemiyle açılan davalarda 2013 yılı öncesindeki içtihatlarına dönüş yaparak adli yargının görevli olduğuna karar vermiştir. Anayasa Mahkemesinin iptal kararından sonra verilen Danıştay 6. Dairesi kararlarında, hukuki el atmadan kaynaklanan taşınmazın bedelinin tazmini istemiyle açılan davaları idari yargının görevinde kabul edilerek davaların esasını incelenmeye devam etmektedir.[5] Uyuşmazlık Mahkemesinin 08.07.2019 tarih ve E:2019/213, K:2019/416 sayılı kararında; Anayasa Mahkemesinin söz konusu iptal kararı sonrasında, hukuki el atmalardan kaynaklanan tazminat istemli davalarda yargı yolunun değişip değişmeyeceği hususu irdelenmiştir. Uyuşmazlık Mahkemesi;“davacıların taşınmazları üzerinde tasarruf etme hakkının kısıtlanmasının, idarenin bir eyleminden değil, idari bir işlem niteliğindeki imar planından kaynaklanması; davacıların bu işlem sebebiyle doğduğunu iddia ettikleri zararın ancak idari yargıda açılacak bir tam yargı davasına konu edilebileceğinin tartışmasız olmasının yanında; Anayasa Mahkemesinin belirtilen kararının gerekçesinde; bu konuya ilişkin uyuşmazlıkların adli yargıda görülmesinin gerektiği, diğer bir anlatımla taşınmazın malikleri tarafından idari yargıda dava açılabileceğinin hukuka aykırı olduğu yönünde herhangi bir irdelemeye yer verilmediği gözetildiğinde; Mahkememizin bu konuda istikrar bulmuş kararları doğrultusunda, yargı yolunun değişmesini gerektirecek bir durum bulunmadığı sonucuna varılmıştır.”gerekçesiyle idari yargının görevli olduğuna karar vermiştir. Uyuşmazlık Mahkemesi sonraki tarihli kararlarında da bu görüşünü devam ettirmiştir.[6] Anayasa Mahkemesinin 20.12.2018 tarih ve E:2016/181, K:2018/111 sayılı kararının farklı yorumlanması nedeniyle, hukuki el atma nedeniyle taşınmazın bedelinin ödenmesi istemiyle açılan davalarda görevli yargı yeri sorunu tekrar ortaya çıkmıştır. Bu konuda Uyuşmazlık Mahkemesinin ve Danıştay görüşünün daha isabetli olduğunu düşünüyoruz. Zira, hukuki el atma durumunda idari yargının görevli olduğu hususu, Anayasa Mahkemesinin söz konusu kararıyla iptal edilen 2942 sayılı Kanun’a eklenen ek 1. maddesinden önceki içtihatlarla(Uyuşmazlık Mahkemesi 09/04/2012 tarih ve E:2011/238, K:2012/63 sayılı kararı, Anayasa Mahkemesi 25.9.2013 tarih ve E: 2013/93, K: 2013/101 sayılı kararı ve Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 30.10.2013 tarih ve E:2013/603, K.2013/1503 sayılı kararıyla)kabul edilen bir durumdur. Bu içtihatlarda vurgu yapılan temel hususu ise, taşınmaz malikinin zararının idari işlemlerden ve davalı idarelerin imar planı gereği yapılması gereken kamulaştırmalar konusundaki hareketsizliği şeklinde ortaya çıkan idari eylemlerden kaynaklanması nedeniyle idari yargının görevli olduğudur. Ayrıca, Anayasa Mahkemesinin belirtilen kararının gerekçesinde; bu konuya ilişkin uyuşmazlıkların adli yargıda görülmesinin gerektiği belirtilmemiştir. İptal kararında incelenen konunun, hukuki el atmalarda idare ile taşınmaz sahibinin uzlaşma sürecinin işletilmesi zorunluluğunun kaldırılması olduğu görülmektedir Bu nedenle, Anayasa Mahkemesi iptal kararının hukuki el atmalardan kaynaklanan tazminat istemli davalarda görevli yargı yerini değiştirmediği kanaatindeyiz. [1]Benzer yönde Uyuşmazlık Mahkemesinin 09/04/2012 tarih ve E:2012/41, K:2012/77 sayılı kararı [2]Danıştay 6. Dairesinin, 29.01.2015 tarih ve E:2011/6762, K:2015/296 sayılı kararı [3]Uyuşmazlık Mahkemesi Hukuk Bölümünün 30.11.2015 tarih ve E:2015/800, K:2015/815 sayılı kararı [4]Yargıtay 5. Hukuk Dairesinin 04.12.2019 tarih ve E:2019/8237, K:2019/19615 sayılı kararı. [5]Danıştay 6. Dairesinin 04.12.2019 tarih ve E:2019/15854 sayılı kararı [6]Uyuşmazlık Başkanlığı Hukuk Bölümünün 23.12.2019 tarih ve E:2019/609, K:2019/814 sayılı kararı E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. GİRİŞ 1.TARİHSEL SÜREÇ 2.ANAYASA MAHKEMESİNİN 20.12.2018 TARİH VE E:2016/181, K:2018/111 SAYILI KARARINDAN SONRAKİ DURUM SONUÇ Benzer yazılar:Ruhsatsız Pergola Ve Sundurma Yapılabilecek DurumlarPlaj İşletmelerinin Turizm İşletme Belgesi Almalarına İlişkin Düzenlemelerden Kaynaklanan ProblemlerHazine Taşınmazlarının İhalesiz Satıldığı Hallerİmara Aykırı Yapının Tespiti – Yapı Tatil Tutanağı", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/hukuki-el-atmada-gorevli-yargi-yeri-sorunu/"}
{"prompt": " Av. Gökhan BİLGİN&Av. Arb. Kübra BİLGİN Ünlü bir hukuk ilkesi usulün esastan önce geldiğini söyler. Özellikle de ceza hukuku söz konusu olduğunda yargılamada usule uygunluk çok büyük önem taşır. Yurttaşların ceza yargılamasını meşru görmesini sağlayacak en önemli unsur ceza yargılamasına ilişkin usul kurallarının harfiyen uygulanmasıdır. Usul kurallarına uymak, sahip çıkmak dava konusu olay ne olursa olsun bütün hukukçuların öncelikli vazifesidir. Biz de bu yazımızda ceza yargılamasında yüksek yargı organlarının somut olarak karara bağladığı bozma sebeplerini karar örnekleriyle ele alacağız. GEREKÇESİZ HÜKÜM : -Anayasanın 141/3 maddesinde “Bütün mahkemelerin her türlü kararları gerekçeli yazılır.” ve 5271 sayılı CMK’nın 34. maddesinde “Hakim ve mahkemelerin her türlü kararı, karşı oy dahil gerekçeli yazılır.” hükümlerine yer verilmiştir. Gerekçe, hükmün dayanaklarının akla, hukuka ve maddi olaya uygun olarak açıklanmasıdır. Gerekçenin geçerli, yasal ve yeterli olması gerekir. Mahkeme kararının Yargıtay denetimine olanak sağlayacak şekilde açık olması ve bunun için de kararın dayandığı tüm kanıtların, bu kanıtlara göre mahkemenin ulaştığı sonuçların, iddia, savunma ve dosyadaki diğer belgelere ilişkin değerlendirmelerin ve sanığın eyleminin ne olduğunun açık olarak gerekçeye yansıtılmaması bozma sebebidir.(YARGITAY 6. C.D. 11.09.2018) -Soyut ve yetersiz gerekçeyle hüküm kurulması bozma sebebidir.(YARGITAY 9. C.D. 04.06.2015 355/5584) GEREKÇELİ KARARDA ÇELİŞKİ: -Silahlı tehdit suçunu işlediği sabit olup, dedikten sonra tehditten ceza vermek.(YARGITAY 1. C.D. 11.02.2015) -Sanıklar hakkında hem beraat hem de ceza verilmesine yer olmadığı kararı verilmesi.(YARGITAY 2. C.D. 25.01.2016) -Gerekçede sanığın eyleminin teşebbüs aşamasında kaldığı belirtilmesine rağmen teşebbüsü de ceza gerektiren bir suç bakımından beraat kararı verilmesi.(YARGITAY 3. C.D. 12.01.2016) -Sanığın kişiliği ve duruşmadaki tutum ve davranışları, erteleme hükümleri uygulanırken olumlu değerlendirilmesine karşın HAGB konusunda olumsuz kabul edilmesi.(YARGITAY 4. C.D. 19.02.2015) -Sanık hakkında alt sınırdan hapis cezası belirleyip aynı gerekçeyle adli para cezasına esas alınan tam gün sayısında alt sınırdan uzaklaşılması.(YARGITAY 8. C.D. 31.05.2017) MÜDAFİİ BULUNMAKSIZIN YAPILAN SORGU: -Kolluk aşamasındaki müdafii hazır bulunmadan verilen soyut iddialar içeren ifadenin aksini gösterir; hukuka uygun, her türlü kuşkudan uzak, kesin, yeterli ve inandırıcı deliller yoksa beraat yerine ceza verilmesi bozmayı gerektirir.(YARGITAY 2. C.D. 07.05.2018) -Sanık, müdafii hazır olmadan kolluk ifadesinde yüklenen suçu ikrar etmiş ise de duruşmada yüklenen suçu işlemediğini savunması karşısında soruşturma aşamasında dinlenen tanıklar duruşmaya çağırıp dinlenerek tüm tanıklar toplanıp değerlendirmeden karar verilmesi…(YARGITAY 4. C.D. 25.01.2016) -Yaş Küçüklüğü ve Akıl Hastalığı kapsamındaki kişilerin zorunlu müdafi tayini yapılmadan ifadelerinin alınması…(YARGITAY 3. C.D. 26.10.2017 2501/13566) -Sağır ve dilsiz olan sana istemi aranmaksızın müdafi atanması gerektiğinden…(YARGITAY 13. C.D. 12.01.2016) -Alt sınırı beş yıldan fazla hapis cezasını gerektiren suçlar da müdafi huzurunda sorgu yapılmaması bozma sebebidir.(CMK M.150/3, 188/1) (YARGITAY 6. C.D. 29.03.2016) AYNI MÜDAFİİ İLE TEMSİL EDİLEN SANIKLAR ARASINDAKİ MENFAAT ÇATIŞMASI: -Aynı müdafiinin temsil ettiği, biri suçlamayı kabul eden diğeri kabul etmeyen sanıklar bu kapsamdadır.(YARGITAY 1. C.D. 04.10.2017) -Sanıklardan birisinin savunulmasının diğer sanık yönünden savunmada zafiyet yarattığını durumlarda menfaat çatışması bulunur…(YARGITAY 3. C.D. 21.03.2016) HÜKME ESAS ALINAN BELGELERLE İLGİLİ EKSİKLİKLER: -Sosyal inceleme raporunun aslı ya da onaylı sureti dosya içerisinde bulunmadan başka dosya için düzenlenmiş sosyal inceleme raporunun onaysız ve fotokopi niteliğindeki sureti ile yetinilmesi bozma sebebi sayılmıştır.(YARGITAY 2. C.D. 17.09.2018) -Şikayet hakkının bulunduğuna dair belgelerin asılları veya resmi makamlarca onaylı suretleri getirilmeden onaysız fotokopilere dayanılarak karar verilmesi bozma sebebidir.(YARGITAY 7. C.D. 22.10.2014) -Sanık hakkındaki aramanın dayanağını oluşturan önleme arama kararının aslı veya onaylı örneğinin dosya içine alınmaması bozma sebebidir.(YARGITAY 7. C.D. 17.11.2015) DURUŞMADA AÇIKLIK VE KAPALILIK KURALLARININ İHLAL EDİLMESİ: -18 yaşını dolduran sanığın bu tarihten sonra savcının mütalaa verdiği ve hükmün açıklandığı duruşmaların açık yerine kapalı olarak yapılması açıklık ilkesini ihlal eder.(YARGITAY 1. C.D. 14.09.2015) İDDİANAME VE EKLERİ OKUNMADAN/ ANLATILMADAN SORGU YAPILMASI -İddianame yerine geçen görevsizlik kararı okunmadan sanığın sorgusunun yapılması savunma hakkının kısıtlanması niteliğinde olduğundan bozma sebebidir.(YARGITAY 2. C.D. 24.03.2016) -Sanığın kimlik tespitinin yapılıp iddianamenin okunmaması ve CMK’nın 147. maddesindeki hakların hatırlatılmaması bozma sebebidir.(YARGITAY 6. C.D. 23.05.2018) ESAS HAKKINDAKİ MÜTALAAYA İLİŞKİN SÜRE TALEBİNİN REDDİ: -Esas hakkındaki mütalaa sonrası, esas hakkında savunma yapmak için süre İsteyen sanıklar müdafiinin bir gerekçe gösterilmeden talebinin reddi ile savunma hakkının kısıtlanması…(YARGITAY 3. C.D. 10.12.2015) SON SÖZÜN SANIĞA VERİLMEMESİ: -Hükümden önce son sözün hazır bulunan sanığa verilmemesi suretiyle CMK’nın 216/3. Maddesine aykırı davranılması…(YARGITAY 4. C.D. 17.11.2015) DAYANILAN DELİLLERİN DURUŞMAYA GETİRİLMEMESİ: -Suça konu eşya/belge duruşmaya getirtilip, denetime olanak verecek şekilde dosya içerisine alınmaması, niteliğinin tartışılmaması…(YARGITAY 8. C.D. 19.03.2018) TEŞHİS USULÜNE AYKIRILIK: -Teşhisin gerçekleştiği yer ve zamanın açık olarak anlaşılamaması, teşhise katılan tanıkların teşhisten önce, faili tarif eden beyanlarının alındığının tutanağa yansıtılmaması, teşhiste sanık dışında başka kişilerin de bulunması gerekliliğine riayet edilmemesi…(YARGITAY 6. C.D. 23.05.2016) YARGILAMA ŞARTININ GERÇEKLEŞMEMESİ: -Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkında Kanun hükümleri uyarınca yetkili merciden soruşturma izni alındıktan sonra dava açılması gerektiğinden soruşturma izni olup olmadığı araştırılmadan hüküm kurulması…(YARGITAY 5. C.D. 13.06.2017) -213 sayılı VUK’ nun 367. Maddesi uyarınca dava şartı olan mütalaanın verilip verilmeyeceğinin Vergi Dairesi Başkanlığından sorulmadan hüküm kurulması…(YARGITAY 11. C.D. 22.01.2015) İDDİANAMEDE UNSURLARI GÖSTERİLEN SUÇTAN BAŞKA BİR SUÇ HAKKINDA HÜKÜM KURULMASI: -Sanık hakkında hükmolunan suçtan açılmış bir dava bulunmadığı halde mahkumiyetine karar verilmesi…(YARGITAY 1. C.D. 14.11.2017) -İddianamede açıklanan eylemlerin çizdiği sınır dışına çıkılarak, ek iddianame ile de dava açtırılmadan sanığın mahkumiyetine karar verilmesi…(YARGITAY 3. C.D. 17.10.2017) -İddianamede suça ilişkin bir anlatım ve sevk maddesi bulunmadığı halde açılmayan suçtan hüküm kurulması…(YARGITAY 8. C.D. 30.10.2017) EK SAVUNMA HAKKI VERİLMEMESİ: -İddianame ile sanık hakkında hırsızlık ve konut dokunulmazlığını ihlal suçlarından dava açıldığı halde ek savunma hakkı tanınmadan sanık hakkında TCK m. 43/1 uyarınca artırım yapılması…(YARGITAY 2. C.D. 24.02.2016) -Sanık hakkında güveni kötüye kullanma suçundan dava açıldığı halde ek savunma hakkı tanınmadan hırsızlık suçundan mahkumiyetine karar verilmesi…(YARGITAY 2. C.D. 26.09.2018) LEHE HÜKÜMLERİN UYGULANMASINA İLİŞKİN İSTEMLERİN TARTIŞILMAMASI: -Sanık müdafiinin lehe hükümlerin uygulanması talebine karşı; hükmün açıklanmasının geri bırakılıp bırakılmayacağı hususunun tartışılmaması…(YARGITAY 4. C.D. 13.10.2015) -Sanık müdafiinin lehe hükümlerinin uygulanması isteminin, erteleme istemini de kapsadığı gözetilmeden erteleme hususunda olumlu ya da olumsuz bir karar verilmemesi…(YARGITAY 15. C.D. 17.10.2018) -Lehe hüküm talebi bulunan sanık hakkında, hükmedilen hapis cezasının adli para cezasına çevrilmesi hususunda olumlu ya da olumsuz bir karar verilmemesi…(YARGITAY 19. C.D. 13.09.2018) HAGB SONRASINDA HÜKMÜN AÇIKLANMASINDA USULE AYKIRILIK: -Hakkında hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararı verildikten sonra denetim süresi içerisinde kasıtlı bir suç işlediği ihbar edilen sanığın, usulüne uygun çağrı kağıdı çıkarılıp, hükmün açıklanmasını gerektiren koşulların oluşup oluşmadığının duruşma açılarak değerlendirilmesi gerektiğinden…(YARGITAY 10. C.D. 04.10.2018) HÜKÜM BAŞLIĞINDA EKSİKLİK: -Gerekçeli karar başlığında dosya içeriğine uygun olmayan şekilde maktulün ve katılanın gösterilmemesi…(YARGITAY 1. C.D. 15.12.2015) -Katılan sanığın katılan sıfatının gerekçeli karar başlığında yazılmaması…(YARGITAY 1. C.D. 25.03.2015) -Mağdurun isminin karar başlığında gösterilmemesi…(YARGITAY 3. C.D. 13.09.2018) -Gerekçeli kararda suç tarihinin kolluk tutanaklarındakinden farklı yazılması…(YARGITAY 3. C.D. 11.09.2018) -Hükme katılmadığı halde gerekçeli karar başlığına Cumhuriyet Savcısı’nın adı ve soyadının yazılması…(YARGITAY 3. C.D. 11.09.2018) TARAF TEŞKİLİNİN SAĞLANMAMASI -Suçtan zarar görenin duruşmaya çağrılarak haklarının hatırlatılması, delilleri ile şikayetinin ve katılma talebinin olup olmadığının sorulmasından sonra yargılamaya devam edilerek hüküm kurulması gerekirken…(YARGITAY 1. C.D. 11.09.2018) -Hazırlık aşamasında şikayetçi olan kişinin yargılama aşamasında şikayet ve katılma haklarının hatırlatılması gerekirken…(YARGITAY 3. C.D. 25.09.2018) KATILMA TALEBİ HAKKINDA HERHANGİ BİR KARAR VERİLMEMESİ (CMK m. 238) -Maktulün annesinin şikayetçi olduğu ve davaya katılma talebinde bulunduğu halde bu talebe ilişkin olarak olumlu veya olumsuz bir karar verilmemesi…(YARGITAY 1. C.D. 17.10.2018) -Malen sorumlunun katılma isteği hakkında olumlu ya da olumsuz bir karar verilmemesi…(YARGITAY 7. C.D. 18.09.2018) UZLAŞMA HÜKÜMLERİNİN UYGULANMAMASI: -Uzlaşmaya tabi suçta katılana uzlaşma teklif edilmeden sanığın cezalandırılması yönündeki beyanları yeterli görülerek hüküm kurulması…(YARGITAY 2. C.D. 20.09.2018) SANIĞA BOZMA İLAMININ OKUNUP DİYECEKLERİNİN SORULMAMASI -Duruşmada hazır bulunan sanığa bozmaya karşı diyeceklerini sorulmaması…(YARGITAY 3. C.D. 07.07.2015) -Bozma kararı sanığa okunup beyanı alınmadan yargılamaya devam edilmesi…(YARGITAY 8. C.D. 08.02.2016) -Bozma kararı sanık aleyhine olmasına rağmen, sanığın duruşmaya katılımı sağlanıp bozmaya karşı diyeceklerinin sorulmaması savunma hakkının kısıtlanması sonucunu doğuracağından…(YARGITAY 19. C.D. 09.10.2018) ALT SINIRI BEŞ YIL VE DAHA FAZLA OLAN SUÇLARDA İSTİNABE SURETİYLE SORGU YAPILMASI VE CEZAEVİNDE OLAN SANIĞIN YOKLUĞUNDA HÜKÜM KURULMASI: -Hüküm tarihinde farklı/aynı yargı çevresinde bulunan ceza evinde başka bir suçtan hükümlü bulunan sanığın duruşmadan vareste tutulmak isteyip istemediği sorulmadan, duruşmada hazır edilmeden hükümlülüğüne karar verilmesi savunma hakkını kısıtladığından bozma sebebidir.(YARGITAY 2. C.D. 03.03.2016) (YARGITAY 2. C.D. 18.04.2017) -Öngörülen cezanın alt sınırının 5 yıl olması nedeniyle savunmasının yargılamayı yapan mahkemece alınması gerekirken, istinabe yoluyla alınması CMK 196/2 muhalefet oluşturduğundan bozma sebebidir.(YARGITAY 3. C.D. 14.10.2015) USULSÜZ ARAMA NETİCESİNDE ELDE EDİLEN DELİLLERİN HÜKME ESAS ALINMASI: -Sanık ve kaçak eşya konusunda mahkemece verilmiş usulüne uygun bir arama kararı olmadığı gibi gecikmesinde sakınca olduğu gerekçesiyle Cumhuriyet Savcısı tarafından da verilmiş bir yazılı arama izni ya da Cumhuriyet Savcısı’na ulaşılamaması nedeniyle kolluk amirince verilmiş yazılı arama emri de bulunmaması karşısında hukuka aykırı arama sonucu ele geçen eşyanın yasak delil niteliğinde olduğu ve bu hukuka aykırı suretle elde edilen delillere dayalı olarak yazılı şekilde hüküm kurulması bozmayı gerektirir.(YARGITAY 7. C.D. 27.11.2017) -Hukuka uygun olmayan arama sonucu elde edilen delillerin değerlendirme dışı tutularak buna göre sanığın hukuki durumunun tayin ve takdirinin gerektiğinin gözetilmemesi…(YARGITAY 9. C.D. 08.05.2017) -Önleme arama kararının dosyada olmadığı anlaşıldığından bu kararın aslı veya onaylı örneğinin getirtilerek duruşmada okunması ve tartışılmasının sağlanması gerektiği gözetilmeksizin yazılı şekilde hüküm kurulması…(YARGITAY 8. C.D. 11.04.2017) -“Cumhuriyet Savcısı hazır olmaksızın konut, iş yeri veya diğer kapalı yerlerde arama yapabilmek için o yer ihtiyar heyetinden veya komşulardan iki kişi bulundurulur” amir hükmüne aykırı olarak yapılan arama sonucu elde edilen ve buna ilişkin düzenlenen tutanağın yerel mahkemece hükme esas alınması…(YARGITAY 2. C.D. 27.01.2016) -Cumhuriyet Savcısı tarafından gecikmesinde sakınca bulunduğundan bahisle verilmiş yazılı bir arama izni bulunmasına rağmen arama kararında gecikmesinde sakınca bulunan halin gerekçesinin belirtilmediği, aramanın hafta içi mesai saatleri içerisinde yapılmış olması nedeniyle arama kararının savcılık tarafından verilemeyeceğinden…(YARGITAY 7. C.D. 23.10.2017) GÖREVSİZLİK: -Sanığın eyleminin ağır ceza mahkemesinin görevine giren bir suç kapsamında (yağma, nitelikli dolandırıcılık, parada sahtecilik vs.) bulunup bulunmadığına ilişkin delillerin takdiri ve değerlendirilmesi CMK madde 5’e göre üst dereceli ağır ceza mahkemesine aittir. Görevsizlik kararı yerine duruşmaya devamla esas hakkında karar verilmesi bozma sebebidir.(YARGITAY6.CD. 2023/2750 E. 2023/12596 K.) -5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 7. Maddesine göre; “Yenilenmesi mümkün olmayanlar dışında, görevli olmayan hakim veya mahkemece yapılan işlemler hükümsüzdür.” Bu düzenleme doğrultusunda görevli olmayan mahkemece örneğin tanık beyanı alınması(YARGITAY 4.CD. 2016/9397 E. 2017/17344 K.)veya sanık sorgusunun yapılması(YARGITAY 8.CD 2021/12862 E. 2023/1265 K.)bu beyanlarhükme esas alınırsa bozma sebebidir. CMK MADDE 42/1’E GÖRE; TEMYİZ TALEBİ İLE BİRLİKTE ESKİ HALE GETİRME İSTENDİĞİNDE YETKİSİZ KARAR VERME: -Temyiz aşamasında eski hale getirme konusunda ilk derece mahkemesi tarafından verilen karar hukuken geçersizdir.(Yargıtay 2. C.D. 03.10.2017)Hukuki değerden yoksundur.(Yargıtay 8. C.D. 09.03.2016)Yok hükmündedir.(Yargıtay 9. C.D. 29.02.2016) TANIKLIK GÖREVİYLE İLGİLİ AYKIRILIKLAR: -Tanıklık görevinin önemi anlatılmadan ve yemin verilmeden tanık dinlenilmesi bozma sebebidir.(YARGITAY 3. C.D. 21.05.2018) -Tanıklıktan çekinme hakkı bulunmuyor ve anlatımı hükme esas alınan tanığın yeminsiz dinlenmesi bozma sebebidir.(YARGITAY 4. C.D. 23.11.2015) – Sanığın eşinin kardeşine kayın hısımlığı nedeniyle tanıklıktan ve yeminden çekilme hakkı hatırlatılmadan dinlenilmesi bozma sebebidir.(YARGITAY 4. C.D. 13.03.2015) HAKSIZ UYGULANAN KORUMA TEDBİRLERİ NEDENİYLE HÜKMEDİLEN TAZMİNATTA YAPILAN HATA: -Tutuklama tarihinden itibaren yasal faiz talep edilmesine rağmen kabul edilen maddi ve manevi tazminat miktarlarına gözaltı tarihinden itibaren faiz uygulanmasına hükmedilmemesi.(YARGITAY 12. C.D. 26.12.2017) -Nesnel bir ölçüt olmamakla birlikte, hükmedilecek manevi tazminata davacının sosyal ve ekonomik durumu, üzerine atılı suçun niteliği, tutuklanmasına neden olan olayın cereyan tarzı, tutuklu kaldığı süre ve benzeri hususlar ile tazminat davasının kesinleşeceği tarihe kadar davacının elde edeceği parasal değer dikkate alınıp hak ve nesafet ilkelerine uygun makul bir miktar olarak tayin ve tespit edilmemesi bozma sebebidir.(YARGITAY 12. C.D. 04.12.2017) KATALOG SUÇLARA İLİŞKİN OLMAYAN GÖRÜŞME KAYITLARININ DELİL DEĞERLENDİRMESİNİN DIŞINDA BIRAKILMAMASI: CMK’nın 135/6. Maddesinde gösterilen katalog suçlardan olmayan suçlarda, telefon konuşmaları yasak delil niteliğinde olduğundan bunlara dayanılarak mahkumiyet kararı verilmesi.(YARGITAY 4. C.D. 14.09.2015) TANIK BEYANLARIYLA İLGİLİ AYKIRILIKLAR: -Olayda tek görgü tanığı olan kişinin dinlenmeden karar verilmesi suretiyle CMK’nın 210/1. Maddesine aykırı davranılması…(YARGITAY 2. C.D. 05.06.2017) -Görgüye dayalı bilgileri olduğu anlaşılan tanıkların usulünce duruşmaya çağrılarak dinlenilmemesi veya hukuki dayanağı gösterilip dinlenilmelerine gerek bulunmadığına dair bir karar verilmemesi(YARGITAY 4. C.D. 24.09.2018) -Tanıkların soruşturma ve kovuşturma aşamalarındaki beyanları arasında çelişkiler olduğu durumda bu çelişkiler giderilmeden hüküm kurulması…(YARGITAY 3. C.D. 01.06.2015) -Çelişki giderilemediği takdirde hangi anlatıma hangi nedenle üstünlük tanındığı açıklanıp tartışılarak sonucuna göre sanığın hukuki durumunun belirlenmesi gerekir.(YARGITAY 4. C.D. 14.10.2015) KAZANILMIŞ HAKKIN GÖZETİLMEMESİ (CMK 307/son) -Sanık aleyhine temyiz başvurusunun bulunmaması karşısında ilk hükümdeki kazanılmış hak gözetilmeden açıklanmasına karar verilen hükümde sanık hakkında hapis cezasına da karar verilmesi…(YARGITAY 4. C.D. 14.05.2015) DİĞER: -Davaya konu eşyanın müsaderesi veya iadesi hususlarında duruşma açılarak için kurulması gerektiği gözetilmeden evrak üzerinden yapılan inceleme sonucu karar verilmesi (CMK m. 256, 257)(YARGITAY 7. C.D. 25.02.2016) -Bozmaya uyuduğu halde sanık hakkında bozma kararı SİRAYET ettirilerek bu sağlık yönünden de hüküm kurulmaması.(YARGITAY 9. C.D. 23.01.2007) -Mahallinde yapılan keşifte CMK 64/6 maddesine rağmen orman ve fen bilirkişilerine yemin ettirilmemesi bozma sebebidir.(YARGITAY 19. C.D. 25.02.2016) E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. Benzer yazılar:Yargı Kararlarıyla Tiny HouselarYargı Kararlarıyla Tarım Arazilerinde Yapılaşma (Bağ Evi, Tarımsal Amaçlı Depo vb.)Yargı Kararlarıyla İmar Planlarının İptali SebepleriYargıtay Kararlarıyla Muris Muvazaasının İspatı Ve Unsurları", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/yargi-kararlariyla-ceza-muhakemesinde-usulden-bozma-sebepleri/"}
{"prompt": "İçindekiler 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’a değişiklikler ve yenilikler getiren kanun teklifi meclisten geçti. Bu kanun değişikliği ile kentsel dönüşümle ilgili neredeyse tüm işlemlerin yargılama süreleri kısaltıldı. Mahalli idarelerin kullanımında olan imar planı yapma, ruhsat ve iskân verme gibi birçok yetki merkezi idareye aktarıldı. Riskli yapı tespiti, yıkım ve tahliye gibi işlemlerde kolluk kuvvetlerine zor kullanma yetkisi verildi. Rezerv yapı alanlarını düzenleyen hükümden “yeni yerleşim alanı olarak kullanılmak üzere” ifadesi çıkarılarak eski yerleşim yerlerinin de rezerv yapı alanı olarak belirlenmesinin önü açıldı. Tescil dışı alanların da Kentsel Dönüşüm Başkanlığına devredileceği düzenlenerek kentsel dönüşüm tescil dışı alanlara doğru genişledi. Belli durumlarda dönüşüme giren parsellerden %30 kesinti yapılması düzenlendi. Riskli yapı olarak tespit edilen yerlerin 90 gün içerisinde tüm altyapı hizmetlerinin durdurulacağı belirtildi. Karar yeter sayısı 2/3’ten salt çoğunluğa indirildi. Kira ve kredi yardımlarının yanına yapım yardımı şeklinde bir kalem eklendi. Maddi imkanı olmayanlara dönüşüm sonucunda bağımsız bölüm edinemiyorlarsa hayatları boyunca oturma hakkı getirildi. Bu kanun değişikliğini yorumlamaya geçmeden önce kentsel dönüşüm meselesini düzenleyen tek kanunun 6306 sayılı Kanun olmadığını hatırlamak gerekiyor. Kentsel dönüşüm tartışmalarında pek dillendirilmese de ülkemizde kentsel dönüşümü düzenleyen 3 farklı kanun bulunuyor ve bir ülkede 3 tane kentsel dönüşüm kanunu olması, üzerinde düşünülmeye değer bir husus. Değişiklikleri ele alırken diğer kanunlara olan etkisini de gözetmek gerekiyor. Ayrıca dönüşüm konusunun farklı mevzuatlarda işlenmesi ve farklı kurumların bu konuda yetki paylaşmalarının dönüşüm projelerinin sağlıklı bir şekilde yürümesi için gereken uzmanlığın oluşmasının önünde bir engel olduğunu belirtmek gerekir. Kentsel dönüşümü düzenleyen kanunlar: 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 73. Maddesi 5366 sayılı Yıpranan Tarihi Ve Kültürel Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması Ve Yaşatılarak Kullanılması Hakkında Kanun Aşağıda 6306 sayılı Kanuna getirilen son değişikliklere ilişkin bazı değerlendirmelerde bulunacağız. Kentsel dönüşümdeki başlıca sorun sürecin ilk aşaması olan riskli yapının tespitidir. Riskli yapı tespitinin çok önemli sonuçları bulunuyor. Riskli yapı tespit edildikten sonra 90 gün içinde sakinleri tahliye ediliyor ve elektrik, su, kanalizasyon vb. altyapı hizmetleri kesiliyor. Kanuna göre maliklerden herhangi biri riskli yapı başvurusunda bulunabiliyor. Riskli yapı olarak tespit edilirse binadaki tüm malikler tahliye edileceği ve bina oturulamaz hale geleceği için tespit başvurusunda bulunan kişinin diğer tüm maliklerle karşı karşıya gelmesi kaçınılmaz olmaktadır. Üstelik bu başvuruyu yapacak olan kişi tespit parasını da kendisi ödemek zorunda kaldığından akabinde bu miktarı diğer maliklerden almaya çalışmaktadır. Hasılı kentsel dönüşümün ilk adımı olan riskli yapı tespitini maliklere bıraktığımız için birçok yerde kentsel dönüşüm başlayamıyor. Bu yüzden devletin yaptığı kentsel dönüşüm projelerine kıyasla şahısların yaptığı kentsel dönüşüm çok az sayıdadır. Ne yazık ki 6306 sayılı Kanuna getirilen son değişiklikler Kentsel Dönüşümle ilgili bu soruna çözüm mahiyetinde herhangi bir yenilik getirmemiştir. Bu durum bir sorun teşkil etmektedir zira toplumsal hayatta çoğu kimse öne çıkarak bu tarz risklere kendini atmak istemez. Bu nedenle riskli yapı tespitinde sorumluluğu devletin alarak öne çıkması ve süreci başlatması gerekir. Ancak kentsel dönüşümü konuşurken, bu konuda yasa çıkarırken, hatta mevcut yasayı değiştirirken dahi elimizde kentsel dönüşümün ana müsebbiplerinden olan riskli yapılara dair bir haritamız bulunmuyor. Türkiye’nin neresinde hangi yapılar riskli, bunu bilmiyoruz. Öncelikli iş olarak riskli yapıların bulunduğu yerleri devlet tespit etmeli, buna göre bir plan ve bütçe yapılmalı ve konu bu eksende bütüncül bir şekilde ele alınmalıdır. Geniş bir bakış açısıyla konuya yaklaşılmazsa her parsel kendi ihtilaflarıyla boğuşacak ve büyük ihtimalle dönüşüm girişimlerinin çoğunda tahliye için öngörülen 90 günde bir karar çıkamayacaktır. Dolayısıyla insanların kendi başına bırakılmaları ya da devletin uygulamayı malikleri dahil etmeksizin kendisinin yapmasından daha esnek, daha dengeli bir yöntem uygulanmalıdır. Mesela bin konutluk bir alanın riskli yapı tespitini devlet yaptıracak, sonra o yapıların yeniden inşası için müteahhitler arasında ihaleye çıkılacak fakat hangi müteahhidin yapım işini yükleneceğine devlet karışmayacak, bu konuda karar maliklere ait olacak. İşte bu daha hakkaniyetli sistem ile büyük bir alanın kentsel dönüşümü bir çırpıda gerçekleştirilebilir. Şuanki düzenleme çerçevesinde riskli yapı tespitinde, gerek 6 ve 6/A maddelerindeki yıkım ve tahliye işlemlerinde mülki idare amirinin yazılı izniyle kolluk kuvvetleri zorla binanın içerisine girebilecek, karot alabilecek, kapalı alanları açabilecek ve riskli yapıları re’sen tespit edebilecek. Kira fiyatlarındaki fahiş artışla birlikte düşünüldüğünde bu kanunun yürürlüğe girmesiyle birlikte muhtemelen bu kanunla birlikte kolluk kuvvetlerinin sert yüzünü daha sık göreceğiz. Bu konuda kolluk kuvvetlerinin dahil olabileceği sert önlemleri uygulamaktansa yurttaşlar ile devlet arasında daha az gerginlik çıkaracak yöntemler bulmak gerekiyor. Kanunda yapılan ve medyaya da yansıyan en önemli yenilik “rezerv yapı alanı” tanımının değişmesidir diyebiliriz. Önceki halinde rezerv yapı alanı, yerinde dönüşüm yapılması mümkün olmayan durumlarda “yeni yerleşim alanı olarak kullanılmak üzere” TOKİ’nin veya idarenin talebine bağlı yahut re’sen bakanlıkça belirlenen alanı tanımlıyordu. Ama kanun değişikliği ile buradaki “yeni yerleşim alanı olarak kullanılmak üzere” ibaresi çıkarıldı. Bu, artık bu kanun uyarınca gerçekleştirilecek uygulamalarda “eski yerleşim alanlarında” da bu kanunun uygulanabileceği anlamına geliyor. Ömrünü tamamlayan yapıların tespit edilip yenilenmesi ve afet riski bulunan inşai faaliyete uygun olmayan alanların düzenlenmesi amacını taşıyan kentsel dönüşümde, “rezerv yapı alanı” daha önce yerinde dönüşüm yapmanın mümkün olmadığı alanları zorunlu olarak belirlenen rezerv yapı alanlarına taşımak için kullanılıyordu. Yani rezerv yapı alanları yeni yerleşim yerleri olarak düzenleniyordu. Fakat “yeni yerleşim yeri” kriteri kalktığında, artık afet riskli alan kavramı ile rezerv yapı alanı kavramlarının iç içe gireceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu durumda mevcut yerleşim alanları rezerv yapı alanı olarak belirlendikten sonra farklı bir amaca ayrılırsa yeni sorunlar çıkabileceği açıktır. Uygulama kolaylığı sağlama amacıyla olsa bile bu kadar hayati kavramları birbirine karıştırmak hiç de makul değildir. Riskli olmayan yerler de rezerv yapı alanı olarak belirlenirse, bu durum kamu yararı bulunmadığından mülkiyet hakkının ihlaline yok açacaktır. Düzenlemeye göre riskli alan için Cumhurbaşkanı kararı gerekirken rezerv yapı alanı için Kentsel Dönüşüm Başkanlığı onayı yetiyor. Afet riski olmayan bölgeleri de dönüşüm kapsamına alma yetkisi başkanlığa verildikten sonra hala afet riskli alan belirlemesi için Cumhurbaşkanı Kararı almaya pek de gerek kalmıyor. Bunun yanında Anayasanın 35. Maddesine göre mülkiyet hakkı kamu yararı için sınırlanabilir. Bu açıdan bakıldığında içerisinde kanuna uygun olarak ruhsatlandırılmış yapıların bulunduğu zemin ve yer bakımından da riskli olmayan bir alanın rezerv yapı alanı ilan edilmesinin iptale tabi olması beklenir. Alana yayılmış bir risk bulunmadan insanların belki de çocukluklarından itibaren yaşadıkları alanı terk etmeleri birden fazla hak ihlaline neden olacaktır. Değişiklikle birlikte eski yerleşim yerlerini de kapsamına alan “rezerv yapı alanı” tanımı sorunludur. Eğer anayasa mahkemesi tarafından iptal edilmezse birçok davaya neden olacağını ve devletin bu davaları mevcut hukuk çerçevesinde kaybetmesi gerektiğini peşinen söyleyebiliriz. Yasal düzenlemelerle kavramların içi boşaltıldığında bunların yargıdan döneceği tecrübeyle sabittir. Ankara’daki Saraçoğlu Mahallesi örneğini mutlaka hatırlayanlar olacaktır. Burası da değerlendirilmek üzere afet riskli alan kapsamına sokulmak istendi. Ancak afet riski için ya yapının yıkılacak derecede tehlikeli olması ya da zeminin bina yapmaya uygun olmaması kriterleri gerektiğinden ve Saraçoğlu özelinde bu kriterler sağlanamadığından, bu bölgeyle ilgili riskli alan kararını Danıştay riskli alan kriterlerinin bulunduğunun ispat edilememesi nedeniyle iptal etmişti. Doğrudan karara bakacak olursak: “Dava konusu alan üzerindeki yapılardan seçilen 3 (üç) ayrı tip yapının analizi sonucunda elde edilen performans düzeyini temel alarak, dava konusu alan üzerindeki bütün yapılar hakkında genel bir kanaate ulaşılmaya çalışıldığından bahisle; dava konusu alan üzerindeki yapıların tamamı için; 6306 sayılı afet riski altındaki alanların dönüştürülmesi hakkında kanunun 2/ç maddesinde belirtilen can ve mal kaybına yol açma riski taşıdığı hükmüne varılamayacağı, bu çatlakların tekniğine uygun olarak ve çimento veya epoksi enjeksiyon ile onarılabileceği, değerlendirildiğinde bilirkişi raporu ile dosyada yer alan bilgi ve belgelerin birlikte değerlendirilmesi sonucunda, 18.11.2013 günlü, 2013/5594 sayılı dava konusu bakanlar kurulu kararında kamu yararına ve hukuka uyarlık bulunmamıştır.”(Danıştay 14. D., E. 2013/11002 K. 2016/1134 T. 25.2.2016) Bu karardan da görüleceği üzere; riskli bir alan ile riskli olmayan bir alandaki kentsel dönüşüm arasında mülkiyet hakkı bakımından bir fark gözetmek gerekir. Kamu yararıyla mülkiyet hakkı çatıştığında buradaki kamu yararı genelde tartışmalara neden olur. Özellikle de insanların uzun süredir alıştıkları hayat düzenlerini kökten değiştirmek yerine başka alternatifler varken. Oysa devletin elinde çok sayıda alternatif bulunmaktadır. Bunlar değerlendirilmeden eski yerleşim alanlarının, içerisindeki mevzuata uygun ve ömrünü tamamlamamış binalarla birlikte toptancı bir yaklaşımla ortadan kaldırılmasında mülkiyet hakkının kısıtlanmasını gerektirecek bir kamu yararının bulunmadığını söyleyebiliriz. Peki yargılamayı hızlandıran değişiklikler düşünüldüğünde, rezerv yapı alanı ilan edildikten sonra bunun yargı denetimi acaba ne kadar sağlıklı yapılabilecek? Keşif yapıldı, rapor düzenlendi, tamam ama yargının kronikleşmiş iş yoğunluğunu da hesaba katarsak 15 gün içinde bunun itirazı nasıl değerlendirilecek, bilirkişiler bu kısa sürede ne kadar sağlıklı inceleme yapabilecek? Dolayısıyla bu değişikliklerin ardından hala böyle bir sistem için amacını gerçekleştirme kabiliyetindedir diyemiyoruz. Ayrıca değişiklikle birlikte gerçek veya özel hukuk tüzel kişilerince mülkiyetlerindeki taşınmazların rezerv yapı alanı olarak belirlenmesi talebinde bulunulabilmesi için; bu taşınmazların yapılaşmaya esas arsa metrekaresinin yüzde otuzunun mülkiyetinin devrine muvafakat edilmesi veya aynı miktarın değerinin dönüşüm projeleri özel hesabına gelir olarak kaydedilmek üzere başkanlığa verileceği hükme bağlanmıştır. Kentsel dönüşüm projelerinde değişiklik öncesinde sürecin başlatılabilmesi için 2/3 oranında malikin rızası aranıyordu. Değişiklikle birlikte bu oran salt çoğunluğa indirildi. Hiç kuşkusuz bu değişikliğin amacı daha düşük bir anlaşma oranıyla sürecin hızlandırılmasının sağlanmasıdır. Bu değişiklik ülkemizdeki demokrasi anlayışının son dönemdeki gidişatıyla paralellik arz ediyor. Salt çoğunluğun bütün adına her şeyi söyleme yetkisi yanında teknik meselelerin dahi oy çokluğuyla karara bağlanması artık olağan bir uygulama haline geldi. Hukuku, elitleri, profesyonelleri hesaba katmayan, sadece sayılara bakan bir yaklaşım popülizmle yürüdüğünden ortaya sadece vasatların iktidarı çıkar. Her türlü, yolsuzluk, verimsizlik halk böyle istiyor goygoyuyla uygulanmaya başlar. Sandık demokrasinin sadece bir ayağı, aslolan azınlığı mağdur etmeden çoğunluğun karar almasıdır. Halbuki her mesele oylamayla çözülemez. Hatta belli bir alandaki kentsel dönüşümle ilgili verilecek karar hiçbir zaman sadece o alandaki hak sahiplerinin hele de onların salt çoğunluğunun kararına bırakılamaz. Kentler birbirinden kopuk parçalardan oluşmaz. Parseller, mahalleler sadece idari işlerde ve haritalarda birbirinden ayrılır. Halbuki bir bütün olarak kentin içinde izole edilmiş kentin diğer parçalarından bağımsız herhangi bir alan yoktur. Dolayısıyla kentin herhangi bir yerinde gerçekleştirilecek bir kentsel dönüşüm projesinin bütün süreçlerinde sadece o bölgenin değil kentin diğer sakinlerinin ve özellikle de yerel yöneticilerin söz ve karar hakkı bulunmalıdır. Kentsel dönüşüm sürecinin ilgili alandaki hak sahiplerinin talep ve onaylarına bırakılmış olması demokratiklik görünümüyle meşrulaştırılamaz. Teknik konularda uzman olmayan kişilerin topladıkları kalabalığın büyüklüğünün herhangi bir önemi yoktur. Yapılması gereken teknik konuların işin ehline bırakılması, kentsel dönüşümün bir binanın yıkılıp yerine yapılmasından çok daha fazlası olduğunun anlaşılması aynı zamanda mevcut mülkiyet haklarının ihlal edilmemesidir. Kentsel dönüşüm konusundaki bu kanun değişikliğinden önce 10.09.2023 tarihinde 153 numaralı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile Kentsel Dönüşüm Başkanlığı kurulmuştu. Önceden doğrudan bakanlığın bir alt birimi olarak kurulmuş olan Altyapı Genel Müdürlüğü vardı. Burada, kentsel dönüşüm müdürlüğünü biraz daha profesyonelleştirmek amacıyla bütçeleri özelleştirilmiş ayrı bir birim kuruldu. Kanun değişikliği ile merkezi yönetime çok fazla yetki verildiğini söyleyebiliriz. Riskli yapı kararı almaktan, imar ve parselasyon planı yapmaya, inşaat ruhsatı ve iskân vermeye kadar bakanlığın yetkili kılınması ve artık bu kapsamdaki işlerde mahalli idarelerin yetkili olmaması anayasada düzenlenen yerinden yönetim ve merkezi yönetim ayrımına aykırılığı akla getirdiği için büyük ihtimalle Anayasa Mahkemesince bu kanun değişikliği iptal edilecek gibi görünüyor. Ola ki bu kanun değişikliği iptal edilmedi, bu durumda da başkanlığa yüklenen yetkiler ile ilgili işlemlerin sürelerinin kısaltılması birlikte değerlendirildiğinde başka sorunlar ortaya çıkacak gibi duruyor. Teşkilat kurmak veya teşkilat içerisinde yeni bir yapılanmaya gitmek sistemdeki tıkanıklığı çözmeye daha evvel yaramadığı gibi yine yaramayacak gibi görünüyor. Bir netice almak için devletin sadece düzenleyici, organize edici olduğu, aynı zamanda kişilerin de teşvik edildiği bir sistem inşa edilmesi gerekmektedir. Değişiklikte 6306 sayılı yasanın yanında kentsel dönüşümle alakalı neredeyse tüm işlemler için yargılama sürelerini kısaltan ve idari davalardaki genel usullerden farklılaştıran 2577 sayılı Yasanın geçici 11. Maddesi de düzenlendi. (Sürelere ilişkin tüm detaylar kanun maddesinde bulunduğu için bkz. https://www.mevzuat.gov.tr/mevzuatmetin/1.5.2577.pdf) Hukukla ilgisi profesyonel olsun ya da olmasın herkesin malumu olduğu üzere usul esastan önce gelir. Bu son yasa düzenlemesinde konu ile ilgili usûli anlamda esaslı ve köklü değişiklikler yapıldığını görmekteyiz. Mesela değişiklik ile daha da kısalan süreler kaçırıldığında mahkeme, vatandaş davasında ne kadar haklı olursa olsun dosyayı esastan incelemeyecektir. Bu bakımdan ciddi hak kayıplarının yaşanmaması için sürelerin öncelikle ele alınması gerekiyor. Normal usulde iptal davasında duruşma talep edilmesine rağmen duruşma kararı verilmemesi ihlal sayılarak bozma sebebi olarak değerlendiriliyordu. Bu değişiklikle taraflar duruşma istese dahi, duruşmanın yapılıp yapmaması mahkemenin takdirine bırakılmış. Süreler kısaltılsa da muhakemeye ilişkin sürelere riayet edilmemesi dosyanın bozulmasını gerektirecek nitelikte değildir. Yalnızca mahkemenin müfettişlerce eleştirilmesi sonucunu doğuracak ve belki de terfilere etki edebilecektir. Ancak davanın neticesine etkisi olmayacaktır. Normal usulde İdari Yargılama Usul Kanunu madde 12’ye göre işlemin iptali ve işlemden kaynaklanan zararın tazminini aynı davada isteyebiliyorduk. Ama değişiklikte kentsel dönüşümle ilgili olarak beraber dava açma konusunda istisna getirildi. Buna göre artık iki davayı ayrı ayrı açmak gerekecek. Hatta kanunun yürürlüğe girmesinden önce beraber açılmış dosyalar varsa bunlar da ayrılacak. Düzenlemede kanun kapsamındaki yapıların tahliyesine ve yıktırılmasına ilişkin olarak ayni ve şahsi hak sahiplerine yapılacak tebligatlar bakımından da değişiklikler yapıldı. Buna göre tebligatlar: “Tahliye ve yıktırmaya ilişkin tutanağın yapıya asılması, maliklere e-devlet kapısı üzerinden bildirilmesi ve ilgili muhtarlıkta on beş gün süre ile ilan edilmesi suretiyle yapılır.” Yurttaşların çoğunun e-devlet uygulamasına sürekli girmediğini düşündüğümüzde e-devletten yapılan bildirime hukuki sonuç bağlanmasının çok da doğru olmayacağı kanaatindeyiz. Muhtemelen e-devlet üzerinden bildirim yapılmasına ilişkin kısım Anayasa Mahkemesince iptal edilecektir. Kanunun 6. Maddesinin 3. Fıkrasında yapılan değişiklikle dönüşümden sonra bağımsız bölüm sahibi olamayan yoksul ve dar gelirlilerin, malik olmasalar da oturacakları bir eve yerleştirilmeleri düzenlendi. Buna göre: “Başkanlıkça yürütülen uygulamalarda; 775 sayılı Kanuna göre yoksul veya dar gelirli olarak kabul edilenlere verilecek bağımsız bölümlerin paylı mülkiyet esaslarına göre başkanlık ile hisseli olması durumunda, hak sahibinin dönüşümden önceki taşınmazının tapu kaydında yer alan ipotek, ihtiyati haciz, haciz ve intifa hakkı gibi haklar ve şerhler tapuda sadece hak sahibinin hissesi üzerinde devam ettirilir ve hak sahibinin üzerine kayıtlı ikamet edebileceği konut nitelikli başka bir gayrimenkulü yok ise, hak sahibine, hak sahibi evli ise hak sahibi ve eşine bu bağımsız bölüm üzerinde 4721 sayılı Kanun hükümlerine göre oturma hakkı tanınır.” Hükmü getirildi. Medeni Kanun madde 823 ve 824’e göre oturma hakkı: “Oturma hakkı, bir binadan veya onun bir bölümünden konut olarak yararlanma yetkisi verir. Oturma hakkı, başkasına devredilemez ve mirasçılara geçmez. Kanunda aksine hüküm bulunmadıkça, intifa hakkına ilişkin hükümler oturma hakkına da uygulanır. Oturma hakkı sahibi, hakkın şahsına özgülendiği açıkça belirtilmedikçe, bina veya onun bir bölümünde ailesi ve ev halkı ile birlikte oturabilir.” Kentsel Dönüşüm uygulamalarında 6306 sayılı Kanunun sistematiğinden kaynaklanan bazı sorunlar bulunuyordu. Ne var ki yapılan son değişiklikler varsayıldığı şekilde kentsel dönüşümü bir sorun olmaktan çıkarma hedefini gerçekleştirecek gibi görünmüyor. Kanun, her ne kadar genel kurgusu itibariyle maliklerin anlaşmasını teşvik etmeyi amaçlıyorsa da aslında mevzuat büyük ölçüde devletin uygulamalarına yoğunlaşmış durumda. Böyle olunca da asıl mesele özel sektörün teşvik edilmesinden ziyade kamunun işlerinin kolaylaştırılması gibi algılanıyor. Bu yüzden de süreci hızlandırıcı hükümler bilhassa da kentsel dönüşüm yapanlar için çok da etkili olacak gibi durmuyor. Gerçek anlamda bir dönüşüm yapılabilmesi, ciddi bir uzmanlık gerektirdiği için konuya aslında tam da buradan yaklaşmak gerekiyor. Gerçek bir risk olmayan bölgelerde insanların bütün bir hayatlarını geçirdikleri yerlerden ayrılmak zorunda bırakılması kaçınılmaz olarak hak ihlallerine yol açacaktır. Açıkçası mülkiyet hakkı bu kadar rahat görmezden gelinmemelidir. Yıkılma tehlikesi olan yerlerde, afet bölgelerinde eski binaların yıkımını öngören düzenlemeler zaten vardı. Mevcut düzenlemelerdeki bir eksikliği bulup düzeltmeye hiç girişmeyen bu düzenlemeyle birlikte karar oranının salt çoğunluğa indirilmesi, kentsel dönüşüm isteyen salt çoğunluğun ve müteahhidin işlerini kolaylaştırsa da kuşkusuz azınlıkta kalanların haklarının zarar göreceği anlamına gelir. Bunun yanında şu veya bu sebeple dönüştürülemeyen yapıların güçlendirilmesinin kanun koyucunun hiç aklına gelmediğini görüyoruz. Geçmiş uygulamalarda kira yardımı yaparken bile problemler yaşandı. Kira bedellerine kısıtlamalar getirilmesi, 18 ayla sınırlanması, kiraların 3 ay sonra verilmesi, ödenen tutarların güncel kira bedellerini yansıtmaması haklı şikayetlere neden olmuştu. Kentsel Dönüşüm Başkanlığının artık özel bütçeli ve bağımsız bir kurum haline gelmesi belki de bu sorunları azaltacak en önemli adımdır. Fakat yine de bir ülkede kentsel dönüşüm düzenleyen 3 ayrı kanunun olması, o ülkedeki kentsel dönüşümün, kentsel dönüşümden başka her şey olduğu anlamına gelebilir. E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. GİRİŞ RİSKLİ YAPI REZERV YAPI ALANI DEMOKRATİK OYLAMA BAŞKANLIĞIN KURULMASI VE YETKİLERİ YARGILAMA USULÜNE GETİRİLEN YENİLİKLER TEBLİĞ OTURMA HAKKI SONUÇ Benzer yazılar:Taşınmazı İhale İle Sattırmadan Hissedarı Paydaşlıktan Çıkarma", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/kentsel-donusum/"}
{"prompt": "İçindekiler Kat Mülkiyeti Kanunu’nda, “yok” veya “mutlak butlanla” hükümsüz kabul edilecek kararların hangileri olduğu düzenlenmemiştir. Genel itibariyle kanunun emredici hükümlerine aykırı olan kat malikleri kurulu kararlarının yok hükmünde olduğunu söyleyebiliriz. Yok veya mutlak butlanla hükümsüz kararlar kat malikleri için bağlayıcı değildir. Bu kararlar baştan itibaren geçersiz sayılır. Bu yazımızda süre şartına tabi olmaksızın her zaman iptali istenebilecek kat malikleri kurulu kararlarına dair yargı kararları üzerinden bir değerlendirme yapacağız. 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanunu’nun 33. maddesine görekat malikleri kurulunca verilen kararların iptali için: Bağımsız bölümlerin öğrencilere kiraya verilmesinin yasaklanması hakkında alınan kat malikleri kurulu kararı mülkiyet hakkını kısıtlayıcı nitelikte olduğundan mutlak butlanla hükümsüz sayılması gerekir.(Yargıtay 18. HD, 08.02.2016) 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun gereği riskli yapı olarak nitelendirilen ana yapının yıkılmasına ilişkin kararların, mülkiyet hakkını doğrudan ilgilendirdiği için Kat Mülkiyeti Kanununda öngörülen bir aylık hak düşürücü süre şartı aranmadan iptali istenebilir.(Yargıtay 18. H.D. 27.06.2016) Kat malikleri kurulu kararlarının iptali için 1 ay ve 6 aylık süreler öngören Kat Mülkiyeti Kanununun 33. maddesi 14.11.2007 tarihinde 5711 sayılı yasayla getirilmiş ve 14.11.2007 tarihinden önce alınmış kararlar hakkında hangi sürede dava açılabileceğine dair bir geçiş hükmüne yer verilmemiştir. Bu nedenle 1 ve 6 aylık süreler yasanın yürürlüğe girdiği tarihten sonraki kat malikleri kararları için uygulanır. 14.11.2007 tarihinden önce alınmış kat malikleri kurulu kararlarının iptali için açılacak davalarda süre şartı aranmaz.(Yargıtay 18. H.D. 22.03.2011) Kat Mülkiyeti Kanunu’nun 42. maddesi kapsamında ısıtma sisteminin dönüşümüne ilişkin bir karar olup sayı ve arsa payı çoğunluğu gerektirdiğinden süre koşulu aranmaz.(Yargıtay Kararı – 18. HD. 03.02.2015) Ana gayrimenkulün tüm kat maliklerinin oybirliği ile alacakları kararla bir kısım yerlerin ortak alandan çıkarılması veya bir kısım yerlerin ortak alan olarak belirlenmesi de mümkündür. Bununla birlikte tüm kat maliklerinin oybirliği olmadan alınan ve ortak alanlarda mülkiyet/arsa payı değişikliği anlamına gelecek kararlar mutlak butlanla hükümsüzdür.(Yargıtay 22. H.D. 10.12.2019) Toplantıda alınan “Çatıya itfaiye merdiveni ile pencere açılması…” kararının, yasanın aradığı karar nisabı ile alınmaması halinde Kat Mülkiyeti Kanunu’nun 33. maddesine göre butlanla hükümsüz olacağından dava için bir süre bulunmamaktadır.(Yargıtay 20. H.D. 2020/2293 K.) Yönetim planının değişikliği hakkındaki karar beşte dörtlük çoğunluk sağlanmadan alınmışsa yok hükmünde sayılır. (Yargıtay 18. H.D. 09.12.2015) Mesken niteliğindeki bağımsız bölümün cins değişikliği için Kat Mülkiyeti Kanunu madde 24/2’ye göre oy birliği alınması gerekir. Bu konuda kat maliklerinin beşte dördünün onayı ile alınan karar süre şartı aranmaksızın iptale tabidir. (Yargıtay 20. HD 17.02.2020) Ana gayrimenkulün yıkılıp yeniden yapılması hakkında ancak oy birliği ile karar alınabilir. Bu konuda oy çokluğu ile alınmış kat malikleri kurulu kararı mutlak butlanla hükümsüzdür. (Yargıtay 20. H.D. 27.11.2018) Ana gayrimenkulün ortak alanının oy birliği sağlanmaksızın bir kat malikine özgülenmesi hakkındaki karar kesin hükümsüzdür.(Yargıtay 20. H.D. 10.12.2019). Yönetici veya denetçi seçimi hakkında karar yeter sayısına ulaşılmadan alınan kararlar süre sınırına tabi değildir.(Yargıtay 20. H.D. 25.09.2018) Kat Mülkiyeti Kanununun emredici hükümlerine aykırı olan kararlar yok hükmünde sayılacağından iptali için açılacak davada süre şartı aranmaz.(Yargıtay 18. H.D. 13.02.2014) Kat malikleri kurulu toplantısının kanunun ve yönetim planının öngördüğü usulde yapılmamış olduğu ve davacının da bu toplantıya katılmadığı anlaşıldığından, alınan kararın iptaline karar verilmesi gerekir.(YARGITAY 18. H.D. K.2014/16997) Kat Mülkiyeti Kanunu’nun 38. Maddesinde Kat malikleri kurulu kararlarının iptaline ilişkin davaların kat maliklerini temsilen yöneticiye husumet yöneltilmek suretiyle açılabileceği belirtilmişse de, toplantıya katılan kat maliklerine karşı dava açılmasını engelleyen bir hüküm bulunmadığından dava iptal edilmek istenen karara olumlu oy kullanan kat maliklerine karşı da açılabilir. Yöneticiye karşı açılmadığı için dava reddedilemez.(Yargıtay 18. H.D. 19.03.2015 E. 2015/4252 K. 2015/3949)Kat maliklerinden davalı olarak gösterilmeyenler varsa onlarında yöntemince davaya katılmaları sağlamalı ve taraf teşkili sağlandıktan sonra karar verilmelidir.(Yargıtay 18. H.D. 07.07.2005 E. 2005/5046 K. 2005/7195) Av. Gökhan BİLGİN & Av. Arb. Kübra BİLGİN E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. Mülkiyet Hakkını Doğrudan İlgilendiren Kararlar 14.11.2007 Tarihinden Önce Alınmış Kat Malikleri Kurulu Kararları Karar Yeter Sayısına Ulaşılamaması Emredici Hükümlere Aykırı Kararlar Dava Kime Karşı Açılır? Benzer yazılar:Yargı Kararlarıyla İmar Kirliliğine Neden Olma SuçuYargı Kararlarıyla İmar Planlarının İptali SebepleriYargı Kararlarıyla Ceza Muhakemesinde Usulden Bozma SebepleriYargıtay Kararlarıyla Muris Muvazaasının İspatı Ve Unsurları", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/yargi-kararlariyla-kat-malikleri-kurulunun-her-zaman-iptali-istenebilecek-hak-dusurucu-sureye-tabi-olmayan-kararlari/"}
{"prompt": "İskan bir inşaatın projesine uygun olarak tamamlandığını gösterir. Ülkemizdeki bina stoğunun büyük bir kısmını İskânsız yapılar oluşturur. Bunun iki ana sebebi vardır. İskan taşınmazın değerini doğrudan etkiler. Bankaların kredi vermesi için çok önemli bir kriterdir. Satın alınacak taşınmazın iskan durumu gözardı edilemez. İskan durumu ilgili belediye veya il özel idaresinden sorulabilir. Ayrıca e-devlette bulunan ”Yapı kullanma izin belgesi” sayfasından bakılabilir. Bir inşaat projesinde olağan beklenti yapının tamamının projeye uygun olarak tamamlanması ve tamamına ilişkin iskanın alınmasıdır. Ancak bazı durumlarda yapının sadece bir kısmı için de iskan alınması mümkün olmaktadır. çeşitli sebeplerle yapının bir kısmı için iskan alınamadığı veya iskan alma sürecinin uzadığı durumlarda kısmi iskan alınma olanağı hem müteahhitler hem de alıcılar için avantajlı bir durum yaratacak, normalde iskan alınabilecek kısımlar için sürecin uzaması ve belirsizlik ortaya çıkması engellenmiş olacaktır. Kısmi iskan alma olanağının çok bilinmemesi nedeniyle bu imkandan yeterince faydalanılmadığı gözlemlenmektedir. Hatta uygulayıcılar da bu yola yaygın başvurulmadığı için meseleyi nasıl ve hangi hukuki temellerde ele almaları gerektiğini zaman zaman kestirememektedir. Aşağıda kısmi iskan verilmesinin mümkün olduğu durumlara işaret eden mevzuata ve birkaç örnek karara işaret edeceğiz. 3194 sayılıİmarKanunumuzun 30.maddesi tamamlanmamış inşaatlara da kısmen kullanılmasının mümkün olduğu hallerde iskan verilmesi gerektiğini düzenlemiştir : ”Yapı tamamen bittiği takdirde tamamının, kısmen kullanılması mümkün kısımları tamamlandığı takdirde bu kısımlarının kullanılabilmesi için, inşaat ruhsatını veren belediye, valilik bürolarından; 27 nci maddeye göre ruhsata tabi olmayan yapıların tamamen veyakısmenkullanılabilmesi için ise ilgili belediye ve valilikten izin alınması mecburidir.Mal sahibinin müracaatı üzerine, yapının ruhsat ve eklerine uygun olduğu ve kullanılmasında fen bakımından mahzur görülmediğinin tespiti gerekir.” Planlı Alanlar Tip İmar Yönetmeliğinin 64. maddesi: “Yapı tamamlandığında tamamının veya kısmen kullanılması mümkün kısımları tamamlandığında bu kısımlarının kullanılabilmesi için, mal sahibinin müracaatı üzerine yapı ruhsatını veren ilgili idareden izin alınması zorunludur. Bu iznin alınması için ilgili idareye yapılan başvuru dilekçesi ekinde, fenni mesullerin veya yapı denetim kuruluşlarının yapının ruhsat eki projelerine, fen ve sağlık kurallarına uygun olarak yapılıp yapılmadığını, mevzuata uygun malzeme kullanılıp kullanılmadığını belirten raporları, yetki belgesini haiz mimar, mühendis veya kuruluşlarca tanzim edilen enerji kimlik belgesi ile yapıya ilişkin fotoğrafları yer alır.” 4708 sayılı Yapı Denetimi Hakkında Kanunun2. maddesinde: ”Yapının ruhsat eki projelerine uygun olarakkısmen veya tamamenbitirildiğine dair ilgili idareye rapor vermek” işi yapı denetim kuruluşlarının görevleri arasında sayılmıştır. Danıştay 6.Dairesi 2020 tarihinde verdiği bir karardaİmar Kanunumadde 30ve Yönetmeliğin 64 maddesini beraber uygulamak suretiyle değerlendirme yapmıştır: ”Yapının tamamen bittiği takdirde tamamının, kısmen kullanılması mümkün kısımları tamamlandığı takdirde bu kısımlarının kullanılabilmesi için yapının fen ve sağlık kurallarına uygun olarak yapıldığının tespiti üzerine yapı kullanma izni verilebileceği, davacıya ait bağımsız bölümün bulunduğu binada ve/veya sitede statik, elektrik tesisatı, mekanik ve sıhhı tesisat ve mimari yönden eksikliklerin bulunduğu görüldüğünden, bu itibarla davacının bu yöndeki başvurusunun reddi yolundaki dava konusu işlemde hukuka aykırılık bulunmadığı sonucuna varılmıştır.” Danıştay 6. Dairesi 2017 yılında verdiği bir başka kararda: ”Davacı tarafından zemin katta yer alan 2 dükkanın sonradan yapılan değişiklikle 4 daireye dönüştürülmesinin yukarı katlarda yer alan dairelere zarar verip vermediği incelenerek elde edilecek sonuca göre, şayet bu proje değişikliği yukarıda yer alan dairlere zarar vermiyorsa; yapının ruhsat ve eklerine uygun olmayan kısmı için İmar Kanunu 32. maddeye göre işlem tesis edileceği açık olmakla birlikte; yapının kısmen kullanılması mümkün olan,ruhsat ve eklerine uygun olduğu ve kullanılmasında fen bakımından mahzur görülmeyen kısmı için kısmi yapı kullanma izni verilebileceği açıktır.” İllerinimar yönetmeliklerinde de benzer hükümler bulunmaktadır. Mesela İstanbulİmar Yönetmeliği 67. Maddesinde: ”İlgili idareler, yapı kullanma izni işlemlerinde; uydu antenleri ve diğer haberleşme antenleri ile telefon, televizyon, kablo tv ve fiberoptik internet gibi, sesli ve görüntülü haberleşme ve iletişim sistemlerine dair tesisatı, kullanıcıların aynı hizmeti aynı anda farklı kuruluşlardan sağlamasına imkân veren çoklu sisteme uygun olarak ve görüntü ve haberleşme kirliliğine yol açmayacak şekilde tesis edilip edilmediğini, ticari binalarda standartlara uygun ve görüntü kirliliğine yol açmayacak şekilde tabela yeri bırakılıp bırakılmadığını, binalarda usulüne uygun atık ayrıştırma bacası yapılıp yapılmadığını, ilgili mevzuatına uygun olarak yenilenebilir enerji kaynaklarından faydalanılıp faydalanılmadığını, sitelerde gri su toplama havuzu, dış güvenlik kamerası tesisatı ve benzeri önlemlerin alınıp alınmadığını varsa projesini de dikkate alarak denetlemek zorundadır.” 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu 83. maddesinde 5198 sayılı Kanun’un 12. maddesinin 2. fıkrasıyla eklenen son fıkrada; Valilikler, belediyeler, ve ruhsat vermeye yetkili diğer merciiler tarafından, yapı kullanma izin belgesi verilmeden önce ilgililerden bu bina inşaatı işyerlerinden dolayı Kuruma borçlarının bulunmadığına dair Kurumca düzenlenmiş bir belgenin istenmesinin zorunlu olduğu kurala bağlanmıştır.Ancak Danıştay müteahhidin borçlarının şahısların mülklerine sirayet edemeyeceğine hükmetmiştir. Bir inşaat projesinde öngörülen koşullar uyarınca ve yapı güvenliği sağlanarak bitirildiğini gösteren en önemli resmi belge mahiyetindeki iskanın çeşitli sebeplerle yapının tamamı için alınamadığı durumlarda projeye uygunluk gösteren ve güvenlik sorunu bulunmayan diğer bölümler için kısmi iskan alınmasının mümkün olduğunu hukuki dayanaklarıyla sunmaya çalıştık. Her ne kadar arzu edilen ve beklenen husus iskanın yapının tamamı için alınmış olması ise de mevzuatın öngördüğü koşullar gerçekleştiği takdirde yapının bazı kısımları için daha erken ruhsat alma imkanının hem müteahhitler hem de yapı bölümlerini satın almak isteyenler için önemli olduğu açıktır. E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. SONUÇ Benzer yazılar:Tapu Tahsis Belgesi Yürürlükten KalkıyorRuhsatsız Pergola Ve Sundurma Yapılabilecek Durumlarİmar Hukukunda Ruhsata Tabi Yapı Ve Esaslı Tadilat KavramlarıKöy Yerleşik Alanlarında Ve Kırsal Mahallelerde Ruhsatsız Ev Yapmak", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/tamamlanmamis-binalara-kismen-iskan-alma-yollari/"}
{"prompt": "İçindekiler Tarım Arazilerinin Korunması, Kullanılması ve Planlanmasına Dair Yönetmelik’egöre tarımsal amaçlı yapılar şunlardır: – Toprak koruma ve sulamaya yönelik altyapı tesisleri, – Mandıra, – Üreticinin bitkisel üretime bağlı olarak elde ettiği ürünü için ihtiyaç duyacağı yeterli boyut ve hacimde depolar, – Un değirmeni, – Tarım alet ve makinelerinin muhafazasında kullanılan sundurma ve çiftlik atölyeleri, – Seralar, – Tarımsal işletmede üretilen ürünün özelliği itibarıyla hasattan sonra iki saat içinde işlenmediği takdirde ürünün kalite ve besin değeri kaybolması söz konusu ise bu ürünlerin işlenmesi için kurulan tesisler ile – Bakanlık tarafından tarımsal amaçlı olduğu kabul edilen entegre nitelikte olmayan diğer tesisleri. 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 3. maddesi “Herhangi bir saha, her ölçekteki plan esaslarına, bulunduğu bölgenin şartlarına ve yönetmelik hükümlerine aykırı maksatlar için kullanılamaz.” hükmünü taşımaktadır. Plansız Alanlar İmar Yönetmeliği’nin 3. maddesine göre; Yönetmelik kapsamındaki alanların onaylı bir çevre düzeni planı kapsamında kalması halinde, çevre düzeni planı kararlarına uyulur. – İskan Dışı Alanlarda Tarımsal Amaçlı Yapılar – Köy Yerleşik Alanlarında Tarımsal Amaçlı Yapılar – Büyükşehirlerde Mahalle Olan Köylerde Tarımsal Amaçlı Yapılar – Yerleşik Alan Tespiti Yapılmamış Köylerde Tarımsal Amaçlı Yapılar Planlı Alanlar İmar Yönetmeliğinin “Belediye ve Mücavir Alan Sınırları içinde ve Dışındaki Yerleşme Alanı Dışında Kalan (İskan Dışı) Alanlarda Uygulanacak Esaslar”a ilişkin Altıncı Bölümünün “yapı şartları” başlıklı 63. maddesinde üst ölçekli planı (çevre düzeni planı) bulunmayan iskan dışı alanlarda bulunan parsellerde aşağıdaki koşullarda yapılaşmaya izin verildiği görülmektedir: Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu 31.03.2021 tarihli kararında: Danıştay 10. Dairesi 11.01.2021 tarihli kararında: Danıştay 6. Dairesi 18.12.2019 tarihli kararında: Danıştay 6. Dairesinin 30.3.2015 tarihli kararında; Uyuşmazlıkta, davacının kurmak istediği tesis Plansız Alanlar İmar Yönetmeliği kapsamında tarımsal üretimi korumak amacıyla yapılacak bir tesis olmayıp entegre nitelikte bir tesis olduğundan anılan Yönetmelik kapsamında yapı ruhsatı verilmesi mümkün olmadığından davacının yapı ruhsatı verilmesi isteminin reddine ilişkin işlemde hukuka aykırılık bulunmamaktadır. İmar Kanunu’nun 27. maddesine göre; Bu hükümlere göre köy yerleşik alanlarında tarımsal amaçlı yapıların ruhsatsız olarak yapılabilmesi için şu şartların mevcut olması gerekir: 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 8. maddesine 12.07.2013 tarihli ve 6495 sayılı Kanunla eklenen (ğ) bendine göre, büyükşehir belediyesi sınırının il sınırı olması nedeniyle mahalleye dönüşen, nüfusu 5.000’in altında kalan ve kırsal yerleşim özelliği devam eden yerlerdeki uygulamalar, büyükşehir belediye meclisince aksine bir karar alınmadıkça, uygulama imar planı yapılıncaya kadar 27. madde hükümlerine göre yürütülür. Bu maddeye göre 6360 sayılı Kanun nedeniyle Büyükşehir belediyesi sınırının il sınırı olması nedeniyle mahalleye dönüşen ve nüfusu 5.000’in altında kalan yerlerde bazı koşulların varlığı halinde ruhsat alınmadan yapı yapılabilecektir. 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 8. maddesinde yer alan hüküm nedeniyle, maddede şartları taşıyan köylerde 27. maddeye göre ruhsat alınmadan yapı yapılabilir. Eğer köy yerleşik alanı tespiti yapılmamış ise, ruhsat almadan yapı yapılabilmesi mümkün değildir. Bu durumda, Plansız Alanlar İmar Yönetmeliğinin 64. maddesi hükümlerinin uygulanması ve yapı ruhsatı alınması gerekir. Danıştay 6. Dairesi tarafından verilen 20.11.1989 tarihli ve E:1989/831, K:1989/2190 sayılı kararda köy yerleşik alanı sınırları belirlenmemiş köylerde ilgili valiliklerden ruhsat alınması gerektiği ifade edilmiştir E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. a) İskan Dışı Alanlarda Tarımsal Amaçlı Yapılar İlgili Yargı Kararları b) Köy Yerleşik Alanlarında Tarımsal Amaçlı Yapılar c) Büyükşehirlerde Mahalle Olan Köylerde Tarımsal Amaçlı Yapılar d) Yerleşik Alan Tespiti Yapılmamış Köylerde Tarımsal Amaçlı Yapılar Benzer yazılar:Yargı Kararlarıyla Tiny HouselarYargı Kararlarıyla İmar Planlarının İptali SebepleriYargı Kararlarıyla Ceza Muhakemesinde Usulden Bozma SebepleriYargıtay Kararlarıyla Muris Muvazaasının İspatı Ve Unsurları", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/yargi-kararlariyla-tarim-arazilerinde-yapilasma-bag-evi-tarimsal-amacli-depo-vb/"}
{"prompt": "İçindekiler Av.Gökhan BİLGİN&Av. Arb.Kübra BİLGİN İnternetin hayatımızın merkezine yerleştiği günümüzde internet kullanıcılarının asıl işlevleri potansiyel tüketici olmalarıdır. Ücretli platformlar yanında farklı amaçlarla kullandığımız her mecra biz potansiyel tüketicilere reklam ulaştırmayı amaçlamaktadır. İnterneti ve iletişim araçlarını uyanık kaldığımız vakitlerin büyük bir kısmında kullanıyor olmamız reklam verenleri her geçen gün daha fazla bu mecralara yönlendirmektedir. Bu mecralar üzerinden geleneksel araçlara nispetle çok daha kolay bir şekilde tüketicilere ulaşmak mümkün olduğu için pek çok üretici ve hizmet sağlayıcısı bazen yaptığı paylaşımın hukuken reklam olduğunun dahi farkında olmayarak ürününün veya sunduğu hizmetinin tanıtımını yapmaktadır. Oysa çeşitli yasal düzenlemeler ürün ve hizmet tanıtımı için belirli bazı standartlar öngörmekte ve aykırı faaliyetleri yaptırıma bağlamaktadır. Bu çerçevede büyük şirketlerin yayınlanması için ücret ödediği ve profesyonellerce hazırlanmış yüksek bütçeli reklamlardan bir hekimin muayenehanesinde yaptığı bir işleme ilişkin sosyal medya paylaşımına kadar her türlü tanıtım belli yasal düzenlemelere ve yaptırımlara tabidir. Bu yazıda 6502 sayılı tüketicinin korunması hakkında kanun ve ilgili yönetmelik çerçevesinde reklam ve tanıtımlara getirilmiş standartlara, ihlal teşkil eden faaliyetler için öngörülen yaptırımlara baktıktan sonra somut örnek teşkil etmesi için ilgili yüksek mahkeme kararları ile Reklam Kurulu kararlarının bir kısmına yer vereceğiz. Ancak önemli bir hususu belirtmemiz gerekiyor. Farklı ticari faaliyet ve meslek alanları için reklam ve tanıtımlar bakımından özel kanuni düzenlemeler bulunmaktadır. Dolayısıyla bir faaliyet alanı için böyle bir özel kanunun da bulunması halinde bu yazıda konu edilen standart ve yaptırımlar haricinde dikkate alınması gereken hususlar bulunabilir. Böyle bir durumun varlığı halinde okurlarımızın kendi faaliyet alanlarına ilişkin düzenlemelere de başvurması gerekecektir. 6502 sayılı Kanunun 61. Maddesine göre “Ticari Reklam”: ticaret, iş, zanaat veya bir meslekle bağlantılı olarak; bir mal veya hizmetin satışını ya da kiralanmasını sağlamak, hedef kitleyi oluşturanları bilgilendirmek veya ikna etmek amacıyla reklam verenler tarafından herhangi bir mecrada yazılı, görsel, işitsel ve benzeri yollarla gerçekleştirilen pazarlama iletişimi niteliğindeki duyurulardır. Ticari reklamların Reklam Kurulunca belirlenen ilkelere, genel ahlaka, kamu düzenine, kişilik haklarına uygun, doğru ve dürüst olmaları esastır. Reklam olduğu açıkça belirtilmeksizin yazı, haber, yayın ve programlarda, mal veya hizmetlere ilişkin isim, marka, logo veya diğer ayırt edici şekil veya ifadelerle ticari unvan veya işletme adlarının reklam yapmak amacıyla yer alması ve tanıtıcı mahiyette sunulması örtülü reklam olarak kabul edilir. Her türlü iletişim aracında sesli, yazılı ve görsel olarak örtülü reklam yapılması yasaktır. Aynı ihtiyaçları karşılayan ya da aynı amaca yönelik rakip mal veya hizmetlerin karşılaştırmalı reklamı yapılabilir. Reklam verenler ticari reklamlarında yer alan iddiaların doğruluğunu ispatla yükümlüdür. Reklam verenler, reklam ajansları ve mecra kuruluşları bunlara uymakla yükümlüdür. Ticari Reklam ve Haksız Ticari Uygulamalar Yönetmeliği’nin 5. Maddesine göre reklamlar için getirilen sınırlamalar şunlardır: Reklamlar; a) Genel ahlak kurallarına aykırı ifade ya da görüntüler içeremez. b) Kamu sağlığını bozucu nitelikte olamaz. c) Kamu düzenini bozan, şiddet hareketleri ile yasadışı veya kınanacak davranışlara yol açan, göz yuman, bu davranışları özendiren veya destekleyen unsurlar içeremez. ç) Hasta, çocuk, yaşlı ve engellileri istismar edici ifade ya da görüntüler içeremez. d) Dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri özelliklere yönelik kötüleme, istismar, önyargı veya ayrımcılık içeremez. e) İnsan onuru ve kişilik haklarını zedeleyici biçimde yapılamaz. f) Önceden izin alınmadan, hiç kimsenin özel ya da sosyal yaşamına dair ifade veya görüntüler içeremez; reklamlarda o kişiye atıfta bulunulamaz; kişinin özel mülkü, ilgili ürüne ya da organizasyona verilmiş kişisel onay etkisi oluşturacak şekilde görüntülenemez veya belirtilemez. g) Tüketicilerin korkularını ve batıl inançlarını istismar edemez. h) Toplumu endişeye sevk edici veya yanıltıcı biçimde; hastalık, yaralanma ve benzeri bir durumla ilgili ifade ya da görüntüler içeremez. ı) Güvenlik kurallarının gözetilmediği ve güvenlik açısından tehlike oluşturabilecek uygulama ve durumlarla ilgili hiçbir sunum ya da tanımlama içeremez. Ankara BİM, 9. İDD, K. 2019/638 T. 13.6.2019: “İncelemeye sebep olan şikayetçi tüketicinin mağduriyetinin giderildiği, alınmak istenen bedava biletin müşteri hizmetleri ile yapılan görüşme sonrasında mobil uygulama üzerinden alındığı, hatta yapılan telefon görüşmesi ücretinin de müşteri memnuniyeti kapsamında ilgiliye iade edildiği, müşteri hizmetleri aracılığı ile biletlendirme yapılmamasının münferit bir durum olduğu dikkate alındığında, dava konusu internet sitesindeki kampanyaya ilişkin tanıtımın tüketicileri aldatıcı ve yanıltıcı nitelikte ve tüketicinin satın alma kararlarını etkileyecek nitelikte olmadığı sonucuna varıldığından, dava konusu reklamların durdurulmasına yönelik işlemde hukuka uygunluk bulunmadığı gerekçesiyle dava konusu işlemin iptaline…” Ankara BİM, 9. İDD, K. 2020/996 T. 9.9.2020: “Olayda; davacı şirkete ait özel hastane tarafından tüketicilere gönderilen kısa mesajlarda leke tedavileri için leke açıcı ışıltı peeling uygulamasının/tedavisinin anılan hastanede yapıldığı ifadesinin yer aldığı, anılan ifadenin davacı şirkete ait hastanede leke açıcı ışıltı peeling uygulamasının/tedavisinin yapıldığı konusunda tüketicileri bilgilendirme amacı taşıdığı, kısa mesajda leke açıcı ışıltı peeling uygulamasının/tedavisinin yapılması dışında herhangi bir bilgiye yer verilmediği hususları dikkate alındığında, tüketicilere gönderilen kısa mesajlarda yer alan ifadenin talep yaratmaya yönelik olmadığı, bilgilendirme ve tanıtım faaliyetleri kapsamında olduğu sonucuna varıldığı, bu durumda, tüketicilere gönderilen kısa mesajlarda yer alan ifadeler ticari reklam olarak nitelendirelemeyeceğinden, davacı şirkete 30.176,00 TL idari para cezası uygulanması ve anılan reklam ve tanıtımları durdurulmasına ilişkin 13.03.2018 tarih ve 270 sayılı dava konusu işlemde hukuka uygunluk bulunmadığı gerekçesiyle Ankara 11. İdare Mahkemesi’nce dava konusu işlemin iptaline…” Yönetmeliğin 10. Maddesine göre: Reklamlar; hiçbir kişi, kurum veya kuruluşu, ticari ya da mesleki faaliyeti, malı ya da hizmeti, reklamı veya markayı aşağılayamaz, açıkça alay konusu edemez ve benzeri bir biçimde kötüleyemez. İstanbul BAM, 13. HD., K. 2023/1357 T. 28.9.2023: “İlk derece mahkemesince alınan bilirkişi heyet raporunda, yapılan reklamın TTK m.55/l-a-5 anlamında haksız rekabet oluşturduğu, maddi tazminat için aranan koşulların gerçekleştiği ancak davacı şirketin zararının miktarını ispat edemediği belirtilmiş ise de, söz konusu eylemin haksız rekabet oluşturup oluşturmayacağının değerlendirmesinin hakim tarafından da yapılabileceği, bilirkişi raporunun takdiri bir delil olduğu, dava dosyası içerisindeki bilgi ve belgeler gözetildiğinde; Davalı … firması tarafından 2017 yılında basılı , görsel olarak tv ve sanal ortamda yayınlanan reklamlarda “en iyi fiyat garantisi” ifadesi açık ve net bir şekilde “belirli model ürünler” ifadesiyle ve model adıyla birlikte yayınlanmış olup yayınlanan reklamlar bir bütün olarak değerlendirildiğinde; Yayınlanan Reklamda hiçbir şekilde davacı … firmasının ya da başkaca bir firmanın ürünüyle kıyas, karşılaştırma yapılmadığı, reklamın içeriği ve yayınlanma şeklinin kişilik haklarına saldırı niteliğinde ve haksız rekabet kapsamında kabul edilemez. Mahkemece, belirtilen hususlar gözetilerek davanın reddine karar verilmesi dosya kapsamına, usul ve yasaya uygun olup mahkemenin kabul ve gerekçesine göre davacı vekilinin istinaf sebepleri yerinde görülmemiştir.” Yönetmeliğin 11. Maddesine göre: Reklamlarda; a) Bir kişi, kurum veya kuruluşun adı veya amblem, logo ve diğer ayırt edici kurumsal kimlik unsurları, tüketicinin yanıltılmasına yol açacak şekilde kullanılamaz. b) Bir kişi adından ya da bir firma, kurum veya kuruluşa ait ticaret unvanından fikri ve sınai mülkiyet hakkından veya bir reklam kampanyası ile sağlanmış bulunan itibardan haksız olarak yararlanılamaz. Yönetmeliğin 12. Maddesine göre: Reklamlar, başka bir reklamın; metni, sloganı, görsel sunumu, müziği, ses efektleri ve benzeri unsurlarını tüketiciyi yanıltacak ya da karışıklığa yol açacak biçimde taklit edemez. Reklamlarda bir mal veya hizmet, koruma altındaki bir marka veya ticaret unvanına sahip başka bir mal veya hizmetin taklidi veya kopyası olarak sunulamaz. Yönetmeliğin 16. Maddesine göre: Reklamlarda, tanıklığına başvurulan kişi, kurum veya kuruluşun tecrübesine, bilgisine veya araştırma sonuçlarına dayanmayan ve gerçek olmayan hiçbir tanıklık ya da onay ifadesine yer verilemez veya atıfta bulunulamaz. Reklamlarda, geçerliliğini yitiren veya başka nedenlerle uygulanamaz duruma gelen tanıklık ya da onay ifadeleri kullanılamaz. Reklamlarda; doktor, diş hekimi, veteriner hekim ve eczacılar ile sağlık kuruluşlarının bir mal veya hizmete yönelik sağlık beyanında bulunduğuna ilişkin ya da bu izlenimi uyandıran herhangi bir görüntü, beyan veya atfa yer verilemez. Yönetmeliğin 17. Maddesine göre: Reklamlar, tüketicilerin çevre konusundaki duyarlılığını ya da bu alandaki olası bilgi eksikliğini istismar edecek biçimde yapılamaz. Reklamlarda, çevresel etki konusunda sadece akademik kuruluşlarca kabul görmüş bilimsel çalışmalara dayalı bilimsel bulgular ve teknik gösterimler kullanılabilir. 6502 sayılı Kanunun 77. Maddesinin 12. Fıkrasına göre: Bu Kanunun 61 inci maddesinde belirtilen yükümlülüklere aykırı hareket eden reklam verenler, reklam ajansları ve mecra kuruluşları hakkında durdurma veya aynı yöntemle düzeltme veya idari para cezası ve gerekli görülen hâllerde de üç aya kadar tedbiren durdurma cezası uygulanır. Reklam Kurulu, ihlalin niteliğine göre bu cezaları birlikte veya ayrı ayrı verebilir. Aykırılık; a) Yerel düzeyde yayın yapan televizyon kanalı aracılığı ile gerçekleşmiş ise on bin Türk Lirası, b) Ülke genelinde yayın yapan televizyon kanalı aracılığı ile gerçekleşmiş ise iki yüz bin Türk Lirası, c) Süreli yayınlar aracılığıyla gerçekleşmiş ise (a) ve (b) bentlerinde belirtilen cezaların yarısı, ç) Yerel düzeyde veya uydu üzerinden yayın yapan radyo kanalı aracılığı ile gerçekleşmiş ise beş bin Türk Lirası, d) Ülke genelinde yayın yapan radyo kanalı aracılığı ile gerçekleşmiş ise elli bin Türk Lirası, e) Uydu üzerinden yayın yapan televizyon kanalı veya internet aracılığı ile gerçekleşmiş ise elli bin Türk Lirası, f) Kısa mesaj aracılığı ile gerçekleşmiş ise yirmi beş bin Türk Lirası, g) Diğer mecralar aracılığı ile gerçekleşmiş ise beş bin Türk Lirası, idari para cezası verilir. Reklam Kurulu, idari işleme konu ihlalin bir yıl içinde tekrar edilmesi hâlinde yukarıda belirtilen idari para cezalarını on katına kadar uygulayabilir. Bu cezalarla birlikte aykırılığın internet ortamı üzerinden gerçekleştirilmesi hâlinde, ihlalin gerçekleştiği yayın, kısım, bölüm ile ilgili olarak (URL vb. şeklinde) erişimin engellenmesine Reklam Kurulu tarafından karar verilebilir. Ancak, teknik olarak ihlale ilişkin içeriğe erişimin engellenmesi yapılamadığı veya ilgili içeriğe erişimin engellenmesi yoluyla ihlalin önlenemediği durumlarda, internet sitesinin tümüne yönelik olarak erişimin engellenmesi kararı verilebilir. Bu karar uygulanmak üzere 4/5/2007 tarihli ve 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanunun 6/A maddesi gereğince Erişim Sağlayıcıları Birliğine gönderilir. Bu karara karşı sulh ceza hakimliğine başvurulabilir. Sulh ceza hakimliğince verilen karara karşı 4/12/2004 tarihli ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu hükümlerine göre itiraz edilebilir. İstanbul BİM, 8. İDD, E. 2016/21 K. 2016/276 T. 21.12.2016: “İdare hukukunda “yetki” idareye yasalarla tanınmış olan karar alma, işlem ve eylemde bulunma gücünü ifade etmektedir. Bu yönüyle idari işlemin en temel unsurunu oluşturan “yetki”, yasayla hangi makama verilmiş ise, bu yetki kapsamındaki idari işlemlerin, Anayasa ve yasaların yetkili kıldığı organ, makam ve kamu görevlileri tarafından tesis edilmesi hukuki bir zorunluluktur. Bu bağlamda, “yetki” yasanın açık izni olmadan kullanılamayacağı gibi yetki konusunda geniş yorum ve kıyasen uygulama da kabul edilemez. Yukarıda yer verilen 6502 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun’un 78. maddesinde; Kanun’un 77/1. maddesi uyarınca uygulanan idari yaptırımın yaptırım uygulananın merkezinin bulunduğu Valilik tarafından verileceğine dair getirilen hükümle idari yaptırımı uygulayacak olan yetkili makam açık bir şekilde gösterilmiştir. Anılan madde uyarınca yetkilendirilen Valilik dışındaki bir mülki idare amirince uygulanan idari yaptırım “yetki” yönünden hukuka aykırı olacaktır.” Danıştay 15. D., K. 2017/369 T. 19.1.2017: “5326 sayılı Kabahatler Kanunu’nun 3. maddesinde; Kanun’un, idari yaptırım kararlarına karşı kanun yoluna ilişkin hükümlerinin, diğer kanunlarda aksine hüküm bulunmaması halinde, diğer genel hükümlerinin ise, idari para cezası veya mülkiyetin kamuya geçirilmesi yaptırımını gerektiren bütün fiiller hakkında uygulanacağı hükmü yer almıştır. Aynı Kanun’un 5. maddesinde, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun zaman bakımından uygulamaya ilişkin hükümlerinin kabahatler bakımından da uygulanacağı, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun “Zaman bakımından uygulama” başlıklı 7. maddesinde ise, suçun işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanun ile sonradan yürürlüğe giren kanunların hükümleri farklı ise, failin lehine olan kanunun uygulanacağı ve infaz olunacağı belirtilmiştir. Kabahatler Kanunu’nun anılan hükümlerinin gözardı edilerek karar verilmesi mümkün olmadığı gibi, bir çeşit hukuk güvenliği sağlayan ve günümüz temel ceza hukuku ilkelerinden biri olan lehe kanun uygulamasından davacının mahrum edilmesinin de düşünülemeyeceği açıktır.” Danıştay 10. D. K: 2021/869: “Adı geçen ürünlerin tanıtımında tedaviye yönelik ve endikasyon belirtilerek ürünlerin tedavi edici ya da tedaviye yardımcı olduğu ifadeleriyle tüketicileri yanıltıcı sağlık beyanlarına yer verildiği, tıp literatüründe hastalık olarak kabul edilen ve hekim kontrolünde tedavi edilmesi gereken rahatsızlıkların anılan ürünler ile tedavi edilebileceği izlenimi oluşturulduğundan, 4077 sayılı Kanun’un 16. maddesine aykırılık tespit edildiğinden davacıya uygulanan idari yaptırımın yerinde olduğu; ancak,davacıya verilen idari para cezasının 28/05/2014 tarihinde yürürlüğe giren 6502 sayılı Kanun’un 61. maddesine aykırılık halinde müeyyideyi düzenleyen 77. maddesinin 12. fıkrasının (e) bendinin davacı lehine uygulanması gerektiğinden, dava konusu işlemde bu yönüyle hukuka uygunluk görülmediği gerekçesiyle dava konusu işlemin 87.915,00 TL idari para cezası verilmesine ilişkin kısmının iptaline karar verilmiştir.” Danıştay 10. D., K. 2021/892 T. 3.3.2021 “4077 sayılı Kanun’un 16. maddesine aykırılığı tespit edilen davacılara uygulanan para cezası verilmesine ilişkin idari yaptırımın yerinde olduğu ancak, davacılara verilen idari para cezasının 28/05/2014 tarihinde yürürlüğe giren 6502 sayılı Kanun’un 61. maddesine aykırılık halinde müeyyideyi düzenleyen 77. maddesinin 12. fıkrasının (e) bendinin davacılar lehine uygulanması gerektiğinden dava konusu işlemde hukuka uygunluk görülmediği sonucuna varılarak dava konusu işlemin idari para cezası uygulanmasına ilişkin kısmının iptaline…“ İstanbul BİM, 10. İDD, K. 2019/653 T. 7.3.2019: “4077 sayılı Kanunun 16. maddesine aykırılığı tespit edilen davacıya verilen idari para cezasının 28.05.2014 tarihinde yürürlüğe giren 6502 sayılı Kanunun 61. maddesine aykırılık halinde müeyyideyi düzenleyen 77. maddesinin 12. fıkrası (g) bendinin davacı lehine uygulanması gerektiği sonucuna varıldığından, dava konusu ödeme emrinde gerek bu yönüyle ve gerekse de dayanağı idari para cezası iptal edildiğinden ortada kesinleşmiş bir amme alacağından söz edilemeyeceğinden hukuka uyarlık görülmediği gerekçesiyle dava konusu işlemin iptali yolunda İstanbul 11. İdare Mahkemesi Hakimliğince verilen 30/10/2018 tarih ve E:2018/1257, K:2018/1678sayılı kararın; hukuka aykırı olduğu, yapılan işlemlerde mevzuata aykırılık olmadığı iddialarıyla kaldırılması ve işin esası hakkında yeniden karar verilmesi davalı idareler tarafından istenilmektedir.” Ankara BİM, 9. İDD, K. 2017/1294 T. 28.12.2017: “Olayda, idari para cezası ile birlikte reklam durdurma cezasının da dava konusu edilmesi nedeniyle 2576 sayılı Kanunun 7/1-a maddesinde sözü edilen tek hakimle görülecek davalar arasında bulunmayan dava konusu uyuşmazlık hakkında mahkeme heyetince karar verilmesi gerekirken, tek hakim tarafından karar verilmesi nedeniyle itiraza konu kararda usul hükümlerine uyarlık görülmemiştir.” Ankara BİM, 9. İDD, K. 2020/994 T. 9.9.2020 Aralık 2016 tarihinde yayınlanan reklam ve tanıtımlarda 6502 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun’un 61. maddesine aykırı hareket edildiğinden bahisle davacı şirket hakkında 11.625,00-TL idari para cezası uygulanmasına ilişkin dava konusu kararın alındığı, bu durumda; davacı şirket ortağı tarafından yapılan itiraz üzerine Reklam Kurulu’nca “X2 TV” logolu televizyon kanalında “X3 kremi” isimli ürünün tanıtımı amacıyla Ekim 2016 tarihinde yayınlanan reklam ve tanıtımlar nedeniyle 6502 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun’un 61. maddesine aykırı hareket edildiğinden bahisle davacı şirket adına 11.625,00-TL idari para cezası uygulanmasına karar verilmesi gerekirken davacı şirketin herhangi bir ticari ilişkisinin bulunmadığı “X1 TV” logolu televizyon kanalında “Çörek otu yağlı devam kremi” isimli ürünün tanıtımı amacıyla Aralık 2016 tarihinde yayınlanan reklam ve tanıtımlar nedeniyle davacı şirket hakkında 11.625,00-TL idari para cezası uygulanmasına ilişkin dava konusu kurul kararında konu unsuru yönünden hukuka uygunluk bulunmadığı gerekçesiyle dava konusu işlemin iptaline Ankara BİM, 9. İDD, K. 2019/644 T. 13.6.2019: “”www.X1.com” adresli internet sitesinde ve instagram mecrasında yer alan “2 Al 1 Öde” başlıklı kampanyaya ilişkin tanıtımların dava dışı F3 ileti firması tarafından gerçekleştirildiği, söz konusu ürün satışı ve tanıtımı ile ilgili tüm hukuki sorumluluğun bu firmaya ait olduğu, gönderici F3 İleti firması ile aralarında imzalanan sözleşme gereği davacı şirketin sadece asıl gönderici ile taşıyıcı arasında aracı taşıyıcı olarak faaliyet gösterdiği, dolayısıyla satıcı konumunda olmadığı, buna göre, dava konusu işlemin cezaların şahsiliği ilkesine aykırı olduğu davacı vekili tarafından ileri sürülerek kaldırılması istenilmektedir.” Ankara BİM, 9. İDD, K. 2020/92 T. 15.1.2020: “Şikayete konu olay tarihinde davacının internet sitesinin sahibi olmadığı, bu durumda, söz konusu reklamlar nedeniyle 4077 sayılı Kanun uyarınca tesis olunacak işlemlerin, bu reklamların yayınlandığı dönemdeki internet sitesinin sahibi olan F4 Market-K4 adına tesis olunması gerekmekte iken, Anayasa’nın 38. maddesinde ifadesini bulan ve hukukun genel ilkelerinden olan, suç ve cezaların şahsiliği ilkesine aykırı olarak davacı şirket adına idari para ve reklam durdurma cezası uygulanmasına yönelik davaya konu işlemde hukuka uyarlık görülmediği gerekçesiyle dava konusu işlemin iptaline ilişkin olarak Ankara 5. İdare Mahkemesi’nce verilen 16/11/2018 gün ve E: 2018/150, K: 2018/2317sayılı kararın onanmasına…” Reklam Kurulu T. 12.12.2017: “Değerlendirme/Karar:www.X1.comadresli internet sitesinde yer alan; “X2 Fantezi Siyah Der, Slip Kemer Görünümlü Slip, X2 Komik Hindi Fnatazi Slip…” ve benzeri başlıklı birçok görselin “pornografik” nitelikte olduğu, daha fazla dikkat çekebilmek için görsellerde müstehcen bir şekilde, kadınların ve erkelerin mahrem bölgelerine açıkça yer verilerek kadın ve erkek mankenlerin bedenlerinin istismar edildiği ve bu durumun genel ahlak kurallarını ihlal edici nitelikte olduğu iddia edilse de Türkiye Çocuk ve Genç Psikiyatri Derneği’nden alınan görüş kapsamında yapılan incelemede; anılan görsellerin cinsel içerikli medya olmadığı, kadınların giydiği iç çamaşırlarına yönelik yapılan reklamların herhangi bir mevzuat kapsamında yasaklanmadığı ve anılan görsellerin genel ahlaka aykırı olacak şekilde müstehcenlik içermediği değerlendirilmiş olup, söz konusu reklamların Ticari Reklam ve Haksız Ticari Uygulamalar Yönetmeliği’nin ilgili hükümleri ile 6502 Sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun’un 61 ve 62 nci maddelerineaykırı olmadığınakarar verilmiştir.” Reklam Kurulu 17.4.2018: “Değerlendirme/Karar:X1 markalı ürünün ambalajında yerverilen “Çevreye Daha Duyarlı”ifadesinin Reklam Mevzuatında yer verilen hususlara aykırılık taşımadığı değerlendirilmiş olup, Dolayısıyla inceleme konusu tanıtımların, Ticari Reklam ve Haksız Ticari Uygulamalar Yönetmeliği’nin ilgili hükümleri ile 6502 Sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun’un 61 ve 62 nci maddelerineaykırı olmadığınakarar verilmiştir.” Reklam Kurulu, 12.6.2018: “Değerlendirme/Karar:Firmaya ait reklamlarda, indirimin başlangıç ve bitiş tarihlerine yer verildiği, indirimli ürünlerin etiketler üzerine konulan işaretlerle ayrıldığı, dolayısıyla inceleme konusu tanıtımların, Ticari Reklam ve Haksız Ticari Uygulamalar Yönetmeliği’nin ilgili hükümleri ile 6502 Sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun’un 61 ve 62 nci maddelerineaykırı olmadığınakarar verilmiştir.” Reklam Kurulu, 16.5.2018: “Değerlendirme/Karar:Firma tarafından sunulan bilgi ve belgelerden “Sevgililer Gününe Özel Binlerce Üründe Net %50+%50 İndirim Sizlerle” kampanyası kapsamında birçok üründe gerekli indirimlerin uygulandığı, tüketicinin ise iddiasını kanıtlayacak herhangi bir bilgi ve belge sunmadığı değerlendirilmiş olup, inceleme konusu tanıtımların 6502 Sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun’un 61 ve 62nci maddelerineaykırı olmadığınakarar verilmiştir.” Reklam Kurulu, 14.7.2020: “Değerlendirme/Karar:Yürütülen inceleme neticesinde, Tarım ve Orman Bakanlığı tarafından çıkarılan 2014/33 numaralı Türk Gıda Kodeksi Sofralık Zeytin Tebliğinin Etiketleme başlıklı 12 nci maddesinin “c) Zeytin çeşidi, tüm zeytinlerde etiket üzerinde belirtilen ürün adının punto büyüklüğünden, daha büyük bir puntoda olmamak şartıyla “……çeşidi” şeklinde yazılarak belirtilebilir. Zeytin çeşidi, ürün adı olarak kullanılmaz.” hükmü ile anılan Bakanlıkça çıkarılan 2007/33 numaralı 5553 Sayılı Tohumculuk Kanununa Tabi Tohumluk Çeşitleri Hakkında Tebliğ’de Gemlik zeytininin tescil edilen ürün çeşidi olarak sayılması ve 03.10.2005 tarih ve 76 sayı ile tescil altına alınan Gemlik Zeytini coğrafi işaretinde belirtilen hususlar bir arada değerlendirildiğinde, ürün ambalajı üzerinde ürün adı ile aynı punto büyüklüğünde veya daha küçük olmak üzere “Gemlik Çeşidi” ifadesine yer verilmesinin mevzuata aykırı olmadığı Dolayısıyla inceleme konusu tanıtımların, Ticari Reklam ve Haksız Ticari Uygulamalar Yönetmeliği’nin ilgili hükümleri ile 6502 Sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun’un 61 ve 62 nci maddelerineaykırı olmadığıgörüş ve kanaatine varılmıştır.” Reklama konu ürün ile ilgili mevzuatta reklam ile getirilen punto büyüklüğü gibi kriterlere uyulması gerekir. Reklam Kurulu, T. 13.7.2021: “Değerlendirme/Karar:Firmanın kendilerine yapılan başvurular üzerine tüketicileri ürünlerin bulunduğu ilgili şubelere yönlendirdiği, ürünlerin stoklarda bulunmaması durumunda kendisine başvuran tüketicilere üreticilerle temasa geçerek bu ürünleri sağladığı, bu hususlar göz önüne alındığında, ilgili mağazalarda yapılan afişlemenin mağazaya özgülenmesinin mevzuatta bir karşılığının bulunmadığı, tüketicilerce ürünlerin ilgili mağazalarda olmadığına ilişkin bir kanıt sunulamadığı, çok sayıda ürünün satışa sunulduğu bu kampanyalardaki şikayet adetlerinin sınırlı olduğu, bu çerçevede, firmanın tüketicileri yanıltmaya yönelik eylemler çerçevesinde değerlendirmek mümkün değildir.“ Reklam Kurulu, T. 13.7.2021: “Değerlendirme/Karar:“Aldın aldın” kampanyası kapsamında çok sayıda mağazada (yaklaşık 10000) satışa sunulan ürünlerin stok sayılarına ilişkin genel bilgilendirmeye yer verildiği ve bu çerçevede mağaza başına kısıtlı sayıda ürün düştüğü,bu ürünlerin mağazalardaki stok miktarı konusunda ortalama tüketicinin yeterli bilgiye sahip olduğu, piyasaya göre uygun fiyatla ve oldukça düşük stokla (mağaza başı sınırlı adette) satışa sunulan ürünlerin hızlıca tükendiği, mazağa dış mekanlarında standart afişlerin kullanıldığı ve tüketicilerin bu firmaya yönelik talebinin oluşturulmaya çalışıldığı, firmanın kendilerine yapılan başvurular üzerine tüketicileri ürünlerin bulunduğu ilgili şubelere yönlendirdiği, firmanın internet mecrasını da etkin bir biçimde kullandığı ve ilgili ürünlerin bu mecra üzerinden de satın alınabildiği, ürünlerin stoklarda bulunmaması durumunda kendisine başvuran tüketicilere üreticilerle temasa geçerek bu ürünleri sağladığı, bu hususlar göz önüne alındığında, ilgili mağazalarda yapılan afişlemenin mağazaya özgülenmesinin mevzuatta bir karşılığının bulunmadığı, tüketicilerce ürünlerin ilgili mağazalarda olmadığına ilişkin bir kanıt sunulamadığı, çok sayıda ürünün satışa sunulduğu bu kampanyalardaki şikayet adetlerinin sınırlı olduğu, bu çerçevede, firmanın tüketicileri yanıltmaya yönelik eylemler çerçevesinde değerlendirmek mümkün değildir.“ Reklam Kurulu, 12.10.2021: “Değerlendirme/Karar:Yapılan incelemeler sonucunda; “X1” isimli üründe gramaj değişikliği yapılmadığı, farklı gramajda iki farklı ürünün piyasaya arz edildiği ve söz konusu uygulamanın mer’i mevzuata aykırı bir durum teşkil etmediği yönünde kanaat hasıl olduğundan, inceleme konusu ticari uygulamanın 6502 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanunun 61 ve 62 nci maddelerineaykırı olmadığınakarar verilmiştir.” Aynı ürünün daha düşük gramajlısı satışa sunulmuş ve eski gramajdanda satış devam ediyorsa gramaj bakımından bir mevzuata aykırılıktan bahsedilemez. Yanıltma kastı yoktur. Reklam Kurulu, 12.10.2021: “Değerlendirme/Karar:Yapılan incelemeler sonucunda; firmaya ait “X1 Silgisi”markalı ürünlerin ambalajında yer alan“zehirsiz”ifadesi ile ilgili sunulan bilgi ve belgeler kapsamında şikayet konusu hususta Reklam Mevzuatı hükümlerine aykırı bir unsura rastlanmadığından, anılan reklamların Ticari Reklam ve Haksız Ticari Uygulamalar Yönetmeliği’nin ilgili hükümleri ile 6502 Sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun’un 61 ve 62 nci maddelerineaykırı olmadığınakarar verilmiştir.” Reklam Kurulu, 14.3.2023: “Değerlendirme/Karar:Yapılan incelemeler sonucunda; haber verme, yayma ve bilgi alma hakkı çerçevesinde www.X1.com adresli internet sitesinde yayınlanan “Temiz enerji sektörünün tecrübeli ismi K1 F2 şirketini kurdu” başlıklı yazının tüketicilerin aydınlanma ve bilgilenme ihtiyacını karşıladığı değerlendirilmiş olup, Dolayısıyla inceleme konusu tanıtımların, Ticari Reklam ve Haksız Ticari Uygulamalar Yönetmeliği’nin ilgili hükümleri ile 6502 Sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun’un 61 ve 62 nci maddelerineaykırı olmadığınakarar verilmiştir.” Reklam Kurulu, T. 14.3.2023: “Değerlendirme/Karar:Yapılan incelemeler sonucunda; “X1” kapsamında tüketicilere tarifeye dahil olarak e-dergi uygulamasından ve uygulamada geçerli sınırsız internetten yararlanma hakkı sunulduğu, tüketicilere gönderilen fatura ayrıntılarında ise e-dergi için ayrı bir ücrete yer verilmiş olmakla birlikte bunun sebebinin vergisel yükümlülükler olduğu ve toplamda ödenecek ücretin tarife için belirlenen ücreti aşmadığı, vergisel yükümlerden kaynaklanan bu ücret ayrıntılandırması dışında pratikte e-dergi kullanımı için tarife ücretini aşan bir ücret talep edildiğini gösteren bir bilgi veya belge bulunmadığı değerlendirilmiş olup, Dolayısıyla inceleme konusu tanıtımların; Ticari Reklam ve Haksız Ticari Uygulamalar Yönetmeliği’nin ilgili hükümleri ile 6502 Sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun’un 61 ve 62 nci maddelerineaykırı olmadığınakarar verilmiştir.” Ücretsiz/tarifeye dahil olarak verilen bir ürün/hizmet vergisel yükümlülükler nedeniyle fatura da ücretlendirilse de bu ücret ayrıntılaması dışında pratikte e-dergi kullanımı için tarife ücretini aşan bir ücret talep edildiğini gösteren bir bilgi veya belge bulunmuyorsa yaptırım uygulanmaz. Reklam Kurulu, 11.4.2023: “Değerlendirme/Karar:Yapılan incelemeler sonucunda; https://www.X1.com adresli internet sitesinde yer alan tanıtımlarda yer alan “çevreye ilişkin beyan” niteliğindeki iddia ve gösterimlerin akredite olmuş veya akademik kuruluşlarca kabul görmüş bilimsel çalışmalara dayalı olarak ve Ticari Reklam ve Haksız Ticari Uygulamalar Yönetmeliği’nin“İspat külfeti” başlıklı 9 uncu maddesinde yer alan esaslar çerçevesinde ispatlandığı ve Reklam Mevzuatı hükümlerine aykırı bir unsura rastlanmadığı değerlendirilmiş olup, Dolayısıyla inceleme konusu tanıtımların, Ticari Reklam ve Haksız Ticari Uygulamalar Yönetmeliği’nin ilgili hükümleri ile 6502 Sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun’un 61 ve 62 nci maddelerineaykırı olmadığınakarar verilmiştir.” Reklam Kurulu, T. 9.5.2023: “Değerlendirme/Karar:Yapılan incelemeler sonucunda; reklamda yer alan akıllı telefonun farklı taksit sayıları olsa da çok sayıda aboneye faturaya ek taahhüt ile satıldığının anlaşıldığı,başvuru sahibinin iddiasını destekleyen yeterli bilgi ve belge bulunmadığı,cihazın taksitle satılmış olması karşısında cihazın sadece nakit olarak satıldığına ilişkin tüketicilere yönelik genel bir uygulamadan bahsedilemeyeceği vecihazın faturaya ek taksitle satın alınabilmesi için ilgili internet sayfasında yer alan ödeme performansı, belirli bir abonelik süresi gibi bazı kriterlerin sağlanması gerektiği değerlendirilmiş olup…” Reklam Kurulu, 14.3.2023: “Değerlendirme/Karar:Yapılan incelemeler sonucunda, anılan tanıtımlarda yer alan yüzde 0 faizle bağlı tüketici kredisi kullandırımınıntüketicilere sağlandığına yönelik ispat niteliğinde bilgi ve belgelerin reklam veren tarafından sunulduğu anlaşıldığındananılan kampanyaya ilişkin tanıtımların tüketicileri yanıltıcı nitelikte olmadığı değerlendirilmiş olup” Reklam Kurulu, 11.4.2023: “Değerlendirme/Karar:Yapılan incelemeler sonucunda; F1 A.Ş. unvanlı şirkete ait “1000 megabit hız Türkiye’nin hakkı” başlıklı reklamlarda kullanılan ifadelerde ana vaadin Türkiye’nin 81 İlinde söz konusu internet bağlantısının sunulabilmesi olduğu, bu vaadi ortaya koyabilecek bilgi ve belgelerin sunulduğu, söz konusu bağlantı hızı için geçerli ortalama fiyatlar dikkate alındığında potansiyel abone sayısının daha fazla olduğu ve1000 Mbps hızdan faydalanmak için gerekli istisnalara da mevzuata uygun şekilde yer verildiği değerlendirilmiş olup, Dolayısıyla inceleme konusu tanıtımların; Ticari Reklam ve Haksız Ticari Uygulamalar Yönetmeliği’nin ilgili hükümleri ile 6502 Sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun’un 61 ve 62 nci maddelerineaykırı olmadığınakarar verilmiştir.” Reklam Kurulu, 11.4.2023: “Değerlendirme/Karar:Yapılan incelemeler sonucunda, reklam veren bankaya ait X1.com/bireysel-ihtiyac-kredisi URL adresinde 15.11.2022-30.12.2022 tarihleri arasında yer alan “İyi ki Tanışmışız Dedirten Kredi F1 Mobilde” başlıklı kampanya kapsamında başvuran tüketici yönünden, banka risk değerlendirmeleri çerçevesinde kredi onayının gerçekleşmediği,kredilendirme hususunda bankaların risk politikaları uyarınca gerekli kriterlerin kendileri tarafından belirlendiği,reklam veren banka tarafından ilgili kampanya vaadi kapsamında ihtiyaç kredisi kullandırımının tüketicilere sağlandığına yönelik ispat niteliğinde bilgi ve belgelerin sunulduğu, dolayısıylatüketicinin kampanyadan yararlanamamasının sebebinin reklamın hukuka aykırı olmasından değil yaşanan bireysel bir tüketici uyuşmazlığından kaynaklandığı değerlendirilmiş olup, Dolayısıyla inceleme konusu reklam ve tanıtımların, Ticari Reklam ve Haksız Ticari Uygulamalar Yönetmeliği’nin ilgili hükümleri ile 6502 Sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun’un 61 ve 62 nci maddelerineaykırı olmadığınakarar verilmiştir.” Reklam Kurulu, T. 10.1.2023: “Değerlendirme/Karar:Yapılan incelemeler sonucunda; firmaya ilişkin olarak www.X1.com adresli internet sitesinde ve broşürlerde yer alan tanıtımlar(sertifikalandırma İSO vb.) ile ilgili sunulan bilgi ve belgeler kapsamında inceleme konusu reklamların tüketicilere yönelik olmadığı değerlendirilmiş olup, Dolayısıyla inceleme konusu tanıtımların, Ticari Reklam ve Haksız Ticari Uygulamalar Yönetmeliği’nin ilgili hükümleri ile 6502 Sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun’un 61 ve 62 nci maddelerineaykırı olmadığınakarar verilmiştir.” Reklam Kurulu, 14.3.2023: “Değerlendirme/Karar:Yapılan satışların ve indirimin Bakanlığa gönderilen cevap yazısı ekinde yer alan bilgi ve belgeler ile ispatlandığı, söz konusu reklamlarda kampanya başlangıç ve bitiş tarihlerine yer verildiği, reklamlarda yanıltıcı nitelikte ve dürüst rekabet ilkelerine aykırılık teşkil edecek herhangi bir durum bulunmadığı değerlendirilmiş olup,” Reklam Kurulu, 14.3.2023: “Değerlendirme/Karar:İndirimden önceki fiyat olarak belirtilen fiyata yönelik şirketin bilgi sistemlerindeki log kayıtları ile sipariş sevk belgelerinde anılan fiyatın son 30 gündeki en düşük fiyat olduğu, ürün satış sayfalarında indirimli olarak satışa sunulan ürünlerin stok/miktar bilgilerine yer verildiği tespit edilmiş olup,” Reklam Kurulu, 11.4.2023: “Değerlendirme/Karar:Yapılan incelemeler sonucunda; şikayet eden tüketicinin adresinde sunulan fiber internet altyapısının Binaya Kadar Fiber olduğu ve sadece bina içerisinde bakır kablo kullanıldığı, bu anlamda sunulan hizmetin fiber internet kapsamında olduğu değerlendirilmiş olup,” Reklam Kurulu, 14.3.2023: “Değerlendirme/Karar:Yapılan incelemeler sonucunda; söz konusu ürünün reklamda belirtilen fiyattan pek çok şubede satıldığı, stok bilgilerinin doğru olduğu, pek çok şubede yapılan satışların ve stok bilgilerinin Bakanlığa sunulan cevap yazısı ekinde yer alan fatura, stok satış raporu ve stok raporu ile ispatlandığı, reklamlarda yanıltıcı nitelikte ve dürüst rekabet ilkelerine aykırılık teşkil edecek herhangi bir durum bulunmadığı değerlendirilmiş olup,” Reklam Kurulu, 11.7.2023: “Değerlendirme/Karar:Reklam veren/ticari uygulamada bulunan tarafından sunulan sözleşme örnekleri, faturalar, rezervasyon belgeleri, log kayıtları gibi bilgi ve belgeler çerçevesinde anılan kampanyaya ait tanıtımlarda vaat edilen %40 indirimin tüketicilere sağlandığı ispat edilmiş, kampanya öncesi araç fiyatların artırıldığına yönelik iddia yönünden ise somut bir dayanağın mevcut olmadığı anlaşıldığından şikayete konu tanıtım ve uygulamaların tüketicileri yanıltıcı nitelikte olmadığı değerlendirilmiş olup,” Reklam Kurulu, 11.4.2023: “Değerlendirme/Karar:Firmanın stoklarında satışı yapılan ürünün stoğunun bulunduğu ancak malı teslim edecek olan şubesinde stoğun bulunmadığı, tüketiciyi yanıltma amacının olmadığı değerlendirilmiş olup,” Reklam Kurulu, 9.5.2023: “Değerlendirme/Karar:“drone” yerine insansız hava araçlarının mevcut durumda kullanılmaya başlandığı, şikayet konusu reklamda vurgulanan doğal afet ve arama kurtarma çalışmalarına çekim gücü desteği sağlama vaadi çerçevesinde 9-12 Şubat tarihlerinde deprem bölgesinde Ankara’dan kalkan Aksungur İHA’nın kullanıldığı ve bu uçuşlarda saatte yaklaşık ortalama 350 ses ve 2.500 data bağlantısının İHA F1 Baz İstasyonu üzerinden sağlandığı, bu anlamda şikayet konusu reklamda X2 teknolojisinin örnek uygulama olması, gösterilen cihazların temsili olması, bireysel abonelik kapsamında temin edilemeyecek olması gibi istisnalara yer verilmesi ve doğal afet ve arama kurtarma çalışmalarına çekim gücü desteği sağlama vaadi ile somut durumunda deprem felaketinin şiddeti ve ortaya çıkardığı yıkım karşısında tamamen kesintisiz bir iletişim altyapısı beklenmesinin reklamda hedef kitleye yönelik sunulan bilgilendirme ve pazarlamanın içeriği ile tam olarak uyuşmadığı gibi herhangi bir mobil şebeke işletmecisi bakımından fiili olarak da oldukça zor olduğu değerlendirilmiş olup,” Reklam Kurulu, 11.7.2023: “Değerlendirme/Karar:Yapılan incelemeler sonucunda, banka adına www.X1.com adresli internet sitesinde yayınlanan şikayete konu “Yeni Müşterilere Özel, Faizsiz, 6ay Vadeli 20.000 TL” başlıklı reklamlarda, banka tarafından kampanya şartlarını karşılayan tüketicilere kampanya kapsamında taahhüt edilen tutarların verildiği ve ilgili reklamlarda herhangi bir yanıltıcılık bulunmadığı tespit edilmiştir.” Reklam Kurulu, 10.10.2023: “Değerlendirme/Karar: Yapılan incelemeler sonucunda, başvuru konusu görme engelli tüketicilerin reklam verene ait internet sitesi ve mobil uygulamayı “X1” isimli uygulama vasıtasıyla sesli simülasyon teknolojisi çerçevesinde kullanabilmesine yönelik reklam ve tanıtımlara ilişkin olarak, bahse konu uygulamanın reklam verene ait internet sitesi ve mobil uygulamaya entegre edildiğine ve görme engelli tüketicilerin ilgili faydadan yararlanabildiğine ilişkin ispat niteliğinde bilgi ve belgelerin sunulduğu tespit edildiğinden şikayete konu tanıtımların tüketicileri yanıltıcı nitelikte olmadığı değerlendirilmiş olup,” Reklam Kurulu, 14.11.2023: “Değerlendirme/Karar: Yapılan incelemeler sonucunda; şirkete ait https://www.X1 URL adresli internet sayfasında “Sosyal Destek Kampanyaları” adı altında sunulan ve belirli bir fiyat avantajı içeren tarifelerin engellilere, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimlerine ve gazilere özel olarak sunulduğu,abonenin durumunu ortaya koyan belgelerin mağaza veya bayilere sunulması gerektiği ve bu duruma da tarife esasları ve sıkça sorulan sorular bölümünde yer verildiği ifade edilmiş olup, inceleme konusu ve alanı dışında kalmakla birlikte teknolojik gelişmeler de dikkate alınarak bu uygulamada tüketicilere yönelik çeşitli kolaylıklar sağlamaya yönelik çaba sarf edilmesi gerektiği, diğer taraftan başvuruda bulunan tüketicin de şikayet tarihinden bir gün sonra ilgili tarifeye geçiş yaparak yararlanmaya başladığı değerlendirilmiş olup,” Reklam Kurulu, 12.12.2023: “Değerlendirme/Karar: “F1 Yemek” isimli uygulama üzerinden gönderilen kısa mesaj tanıtımlarında yer verilen “50 TL indirim” vaadinin uygulanmadığı iddia edilmişse de, tüketici tarafından söz konusu indirimin bahsi geçen uygulama üzerinden vermiş olduğu sipariş tutarına yansımadığına ilişkin sipariş ekran görselinin gönderilmemiş olduğu ve reklam veren firma tarafından başvuru sahibi tüketicinin söz konusu siparişine ilişkin gönderilen ekran görselinden tüketicinin oluşturduğu siparişi ödeme sayfasına gelmeden iptal ettiğinin ve ödeme ekranında yer alan söz konusu kampanya indiriminden faydalanamadığının anlaşıldığı, bu nedenle söz konusu tanıtımlarda tüketicileri yanıltıcı bir hususun bulunmadığı değerlendirilmiş olup..” Reklam Kurulu, 8.8.2023: “Değerlendirme/Karar:Yapılan incelemeler sonucunda; “En Çok Tercih Edilen” başlıklı reklamlara ilişkin tüm paketler arasında sıralama yapıldığında aylık paketlerin yıllık paketlere kıyasla daha çok tercih edildiği, “En Çok Tercih Edilen” ifadesinin bulunduğu paketlerin en fazla abone sayısına sahip paketler olduğu, İhtisas Komisyonu raporunda da ifade edildiği gibi reklamda yer alan ifadelerin gerçeği yansıttığının belgelerle ispatlandığı ve bu nedenle reklamlarda yanıltıcı nitelikte ve dürüst rekabet ilkelerine aykırılık teşkil edecek herhangi bir durum bulunmadığı değerlendirilmiş olup,” Reklam Kurulu, 14.11.2023: “Reklamdaki indirimden faydalandırılmadığını iddia eden müşterinin fiyat bilgisine indirim bitmeden ulaştığını ispatlaması gerekir. Firma kampanya süresinde indirimli satışlar yaptığını ortaya koyarsa ceza verilmez.” Reklam Kurulu, 14.11.2023: “İnternet sitesinde “X2 Ayçiçek Yağı Pet 5 lt x 4 Adet” isimli ürüne ilişkin çeşitli gerçek tüketici yorumlarına yer verilmesi tüketicileri yanıltıcı nitelikte değildir.” Reklam Kurulu, 9.1.2024: “Kampanyası kapsamında tüketicilere “5 taksit veya %0,05 X3puan” fırsatlarından birini seçme hakkı veren firma, kampanyayı uyguladığını ispatlayabiliyorsa ve bu nedenle reklamlarda yanıltıcı nitelikte ve dürüst rekabet ilkelerine aykırılıktan bahsedilemez.” Reklam Kurulu, 12.12.2023: “CİMER üzerinden iletilen şikayette başvurucu bilgileri bulunmadığından daha sonradan sim kart değişikliğinin yapılıp yapılmadığı veya başka bir bayiden ücretsiz temin edilip edilmediğinin de mevcut bilgi ve belgelerden tespit edilemediği değerlendirilmiş olup…” E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. Ticari reklam nedir? Ticari Reklamlar Hakkındaki Genel Esaslar REKLAM YAPTIRIMLARINDA İZLENECEK USULE DAİR KARARLAR: Lehe Hüküm: Tek Hakim-Heyet Ayrımı: Suç ve Cezaların Şahsiliği: REKLAM KURULUNUN KARARLARI Benzer yazılar:Yargı Kararlarıyla İmar Kirliliğine Neden Olma SuçuYargı Kararlarıyla Tiny HouselarYargı Kararlarıyla Mühür Bozma Suçu (Mühür Fekki)Yargı Kararlarıyla 2863 Sayılı Kanuna Muhalefet (Sit Alanları Ve Koruma Alanlarında Kaçak İnşai Faaliyet)", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/yargi-kararlariyla-internet-reklamlarina-uygulanan-para-cezalari-reklam-durdurma-yaptirimi-ve-itiraz-usulu6502-sayili-tuketicinin-korunmasi-hakkinda-kanun-ve-ticari-reklam-ve-haksiz-ticari-uygulamal/"}
{"prompt": "İçindekiler Kapitalizmin dünyanın en ücra köşesine kadar ulaşmasıyla birlikte küçülen ve küreselleşen dünyamızda çok ciddi bir çevre kirliliği yaşanıyor. Küresel ekonomilerin insanlığa yönelik pek çok tehdidinin başında bugün küresel çevre kirliliği problemi yer alıyor. Kapitalizmin dünya sahnesinde boy gösterdiği ilk günden bu yana, yani kapitalizmin ilk veçhesi olan vahşi kapitalizmden son veçhesi olan küresel kapitalizme kadar kapitalizm sadece ve sadece kâra odaklandığı için insanlığa ve doğaya verebileceği zararları asla uzun vadeli düşünmemiştir. Kapitalizmin kar ve zarar üzerinden doğayla kurduğu ilişki hiç de doğal bir ilişki değildir. Kapitalizm için kar getirmeyen herhangi bir şeyi muhafaza etmenin hiçbir anlamı yoktur; aksine kar getirecek herhangi bir şeyi ise son zerresine kadar sömürmekte hiçbir beis görmez. Hayat başta olmak üzere dünyadaki her şey sonluyken, küresel tüketim çağında kapitalizm insanlığı ve doğayı sonsuz bir üretim ve tüketim girdabına sokmuştur. Oysa çevresel ve iklimsel bütün veriler bunun insanlığın en trajik yanılgısı olduğuna işaret etmektedir. Hava, su, toprak ve okyanuslar gezegenimizin can çekiştiğini, yanan ormanlar ve eriyen buzullar biyolojik çeşitliliğin hızla yok olduğunu bize her gün hatırlatırken bu felaketten bir an evvel geri dönebilmek için doğayla ilişki kurma tarzımızı yeniden gözden geçirmeye mecburuz. Tehlike çanları insanlık için çalarken bunu hiç üzerimize alınmayıp doğayla olan ilişkimizi hala kâr-zarar üzerinden kuramayız. Bu sürdürülebilir bir şey olmadığı için doğa bize bunun bedelini ödetecektir. Unutmayalım ki bu dünya insanlık yokken de var idi ve korkulan o ki, bir gün insanlık yok iken de dünya var olacaktır. Her devletin yurttaşlarına karşı asli sorumluluğu her vatandaşının temiz bir toprak üzerinde, temiz bir havada ve temiz bir çevrede sağlıklı bir şekilde yaşamasını sağlamaktır. Yurttaşlarından vergi alan devlet, yurttaşlarının yaşama alanlarının korunmasını da garanti altına alıyor demektir. Çünkü aksi bir durumda devlet bütün meşruiyetini aldığı yurttaşlarıyla kendisi arasındaki toplumsal sözleşmeyi yok sayıyor demektir. Devlet vergilerini düzenli olarak aldığı yurttaşlarını, pislik içinde bir denizde, kirlenmiş tarım arazilerinde, zehirlenmiş su kaynaklarında yaşamaya mahkûm edemez. Çünkü bir ülkede doğal kaynakların kirlenmesi önce o ülkenin yurttaşlarını ama neticede bütün ülkeyi ve devleti fakirleştirir. Batı toplumları kendi tarihlerinde dünyanın geri kalan coğrafyalarından daha evvel modernleştiği ve sanayileştiği için bu tarz çevre meselelerinde bizden hem daha tecrübeli hem de daha özenlidirler. Oysa gelişmekte olan ülkelerde devletin çevreyi koruyan kurumlarına ve düzenlemelerine rağmen çevre kirliliğine yol açacak pek çok uygulamaya şahit olunur. Aslında kapitalizm her konuda olduğu gibi bu konuda da çok ikiyüzlüdür. Büyük küresel firmalar esasında merkez ülkelere ait firmalardır. Bu sebeple bu küresel firmaların merkez ülkelerdeki üretimlerinde çevre meselelerine karşı duyarlı olduklarını biliriz. Fakat aynı büyük firmalar daha az gelişmiş ekonomileri olan çevre ülkelerine yatırım yaptıklarında o çevre ülkelerdeki yanlarına aldıkları siyasetçiler, bürokratlar ve medya mensuplarının iş birliğiyle çok büyük çevre katliamlarına imza atarlar. Bu anlamda küreselleşme nasıl arkalarında büyük devletler bulunan büyük firmaların dünyanın geri kalan coğrafyalarına doğru genişlemesiyse, küresel çevre krizi dediğimiz şey de merkezdeki küresel firmaların kar hırsıyla çevreye verdikleri tahribatın geri kalmış toplumlara ve ekonomilere doğru yayılmasıdır. Çok küçük bir azınlığın büyük çevre suçları işlemek pahasına kolay ve büyük para kazanma hırslarının bedelini maalesef yine toprağı ve suyu kirletilen geniş halk kitleleri yoksullukları ve sağlıklarıyla öder. Böyle bakıldığında çevre kirliliği meselesi bile aslında sınıfsal bir meseledir. Şirketlerin siyaset, bürokrasi ve medya ile kurdukları bu çıkar ittifaklarının devletten kopardıkları tavizlerin faturası daima sıradan halkı mağdur eder. Bugün dini, milliyeti ve cinsiyeti fark etmeksizin her insanın vermesi gereken asli kavga şirketlerin ve devletlerin iş birliğiyle yaratılan bu çevre kıyametine bir dur demektir. Her geçen gün ciddiyetini daha da hissettirerek artan bu tehlikeler nedeniyle ekonomi-çevre ilişkisinin sağlıklı, dengeli ve sürdürülebilir bir şekilde acilen kurulması gerekmektedir. Bu kapsamda, sürdürülebilir kalkınma amacının gerçekleştirilmesine yönelik çevre yönetiminde en önemli araçlardan biri Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) dir. Bu çalışmada Çevresel Etki Değerlendirmesinin niteliğinden bahsettikten sonra kimlerin ÇED raporlarına karşı dava açma ehliyeti olduğuna dair yargı kararlarını paylaşacağız. 2872 sayılı Çevre Kanunu’nun 2. Maddesine göre; Çevresel Etki Değerlendirmesi:gerçekleştirilmesi plânlanan projelerin çevreye olabilecek olumlu ve olumsuz etkilerinin belirlenmesinde, olumsuz yöndeki etkilerin önlenmesi ya da çevreye zarar vermeyecek ölçüde en aza indirilmesi için alınacak önlemlerin, seçilen yer ile teknoloji alternatiflerinin belirlenerek değerlendirilmesinde ve projelerin uygulanmasının izlenmesi ve kontrolünde sürdürülecek çalışmaları ifade eder. 2872 sayılı Kanun’un 10. maddesinde ise;gerçekleştirmeyi plânladıkları faaliyetleri sonucu çevre sorunlarına yol açabilecek kurum, kuruluş ve işletmelerin, Çevresel Etki Değerlendirmesi Raporu veya proje tanıtım dosyası hazırlamakla yükümlü oldukları, Çevresel Etki Değerlendirmesi Olumlu Kararı veya Çevresel Etki Değerlendirmesi Gerekli Değildir Kararı alınmadıkça bu projelerle ilgili onay, izin, teşvik, yapı ve kullanım ruhsatı verilemez; proje için yatırıma başlanamayacağı ve ihale edilemeyeceği hükme bağlanmıştır. 29.07.2022 tarih ve 31907 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliğinin “tanımlar” başlıklı 4. maddesinin 1. fıkrasının (ı) bendinde;Çevresel etki değerlendirmesi inceleme alanı, yapılması planlanan projenin ana ve yardımcı ünitelerinin de içerisinde bulunduğu koordinatlarla sınırlandırılan alanı, (s) bendinde; Etki alanı: Gerçekleştirilmesi planlanan bir projenin işletme öncesi, işletme döneminde ve işletme sonrasında etkilediği alanı ifade ettiği belirtilmiştir. Genel itibariyle ÇED, ekonomik ve sosyal gelişmeye engel olmaksızın, çevreyi ve kapsamındaki değerlerini ekonomik politikalar karşısında koruyarak yeni proje ve gelişmelerin; çevreye olabilecek olumlu ya da olumsuz etkilerinin belirlendiği, olumsuz yöndeki etkilerin önlenmesi ya da çevreye zarar vermeyecek ölçüde en aza indirilmesi amacına yönelik bir süreç olarak tanımlanabilir. Çevresel etki değerlendirmesi ile, genel olarak gerçekleştirilmesi planlanan projelerin çevreye olabilecek olumlu ya da olumsuz etkilerinin belirlendiği, olumsuz yöndeki etkilerin önlenmesi ya da çevreye zarar vermeyecek ölçüde en aza indirilmesi için alınacak önlemlerin irdelendiği, seçilen yer ile teknoloji alternatiflerinin belirlenerek değerlendirildiği, ayrıca projelerin uygulanmasının izlendiği ve kontrolünde sürdürülecek çalışmaların belirlendiği bir süreç öngörüldüğünü(Danıştay Altıncı Dairesinin 07.02.2019 tarih ve E:2018/3748, K:2019/964 sayılı kararı), ÇED’in, gerçekleştirilmesi planlanan projenin çevreye olabilecek olumlu ya da olumsuz etkilerinin belirlendiği, olumsuz yöndeki etkilerin önlenmesi ya da çevreye zarar vermeyecek ölçüde en aza indirilmesi için alınacak önlemlerin belirlenerek değerlendirilmesi amacıyla yapıldığını(Danıştay Ondördüncü Dairesinin 07.10.2015 tarih ve E:2013/707, K:2015/7237 sayılı kararı, 04.11.2015 tarih ve E:2014/6248, K:2015/8154 sayılı kararı), ÇED ile gerçekleştirilmesi planlanan projelerin çevreye olabilecek olumlu ya da olumsuz etkilerinin belirlendiği, olumsuz yöndeki etkilerin önlenmesi ya da çevreye zarar vermeyecek ölçüde en aza indirilmesi için alınacak önlemlerin irdelendiği, seçilen yer ile teknoloji alternatiflerinin belirlenerek değerlendirildiği, ayrıca projelerin uygulanmasının izlendiği ve kontrolünde sürdürülecek çalışmaların belirlendiği bir sürecin öngörüldüğü, projenin gerçekleştirileceği yer ile alternatif alanlar belirlenerek projenin hizmet amacı, önem ve gerekliliği kapsamında yerin ve etki alanının çevresel özellikleri, çevresel etkiler ve alınacak önlemlerin tartışılması, faaliyet yerinin belirlenmesinde ise, faaliyetin büyüklüğü, amacı, ulaşım, iklim, toprağın ve çevrenin özellikleri, olası etkiler ve etkilerin azami giderilme olanakları gibi unsurların etkili olması, bu bağlamda, sürdürülebilir kalkınma ve sürdürülebilir çevre dengesinin sağlanması yolunda belirtilen nitelikteki bir faaliyete en uygun yerin seçilmesinin esas olduğu, diğer yandan; ÇED sürecinde verilen kararların iptali istemiyle açılacak davalarda, ÇED kararlarının bir bütün olarak çevresel etkilerinin irdelenmesi gerektiğini vurgulamıştır.(Danıştay Altıncı Dairesinin 14.6.2022 tarih ve E:2022/1798, K:2022/6996 sayılı kararı) Danıştay Ondördüncü Dairesi 04.10.2011 tarih ve E:2011/12413, K:2011/1052 sayılı kararında;“Niteliği itibariyle çevresel etki değerlendirme sürecine tabi olan projeleri gerçekleştirecek olan kurum, kuruluş ve işletmelerin, çevreye olabilecek olumlu ve olumsuz etkilerinin belirlenmesinde, olumsuz yöndeki etkilerin önlenmesi ya da çevreye zarar vermeyecek ölçüde en aza indirilmesi için alınacak önlemlerin, seçilen yer ile teknoloji alternatiflerinin belirlenerek değerlendirilmesinde ve projelerin uygulanmasının izlenmesi ve kontrolünde sürdürülecek çalışmaların tespit edilmesinde Çevresel Etki Değerlendirilmesi süreci sonucunda verilecek kararı (Çevresel Etki Değerlendirmesi Olumlu Kararı veya Çevresel Etki Değerlendirmesi Gerekli Değildir kararı) beklemekle yükümlü oldukları, ÇED süreci tamamlanmadan inşaata başlayan ya da faaliyete geçenlere ise yapılan proje bedelinin yüzde ikisi oranında idari para cezası verileceğinin düzenlendiği açıktır. Bu durumda; davacı şirket tarafından ÇED sürecinin tamamlanması beklenilmeksizin Çelikhane Tesisi projesi inşaatına başlandığı sabit olup, proje bedelinin % 2′ si oranında idari para cezası verilmesine ilişkin davalı idare işlemde hukuka aykırılık bulunmamaktadır.” şeklinde hüküm kurmuştur. Kimya, petrokimya, ilaç ve atıklar, sanayi, tarım, orman, su kültürü ve gıda, ulaşım, altyapı ve kıyı yapıları, enerji, turizm- konut ve madencilik gibi alanlarda yatırım veya projelerin hayata geçirilmesi için ÇED Olumlu veya ÇED Gerekli Değildir Kararı alınması gerekmektedir. Bir kısmını yazılı, görsel, işitsel ve internet haberlerden gördüğümüz, duyduğumuz bu yatırım ve projeler için verilen kararlara örnek vermek gerekirse; Bergama Ovacık Altın Madeni ÇED Olumlu, Kanal İstanbul ÇED Olumlu, İstanbul Üçüncü Havalimanı ÇED Olumlu, Çanakkale Kirazlı Altın ve Gümüş Madeni ÇED Olumlu, Eskişehir Alpu Termik Santrali ve Bu Santrale Kömür Sağlayacak Olan Rezerv Alanındaki Yeraltı Maden İşletmesi ile Kül Düzenli Depolama Tesisi ÇED Olumlu, Turgut Yeraltı Kömür İşletmesi ÇED Olumlu, Küçük Menderes Havzası Katı Atık Düzenleme Tesisi ÇED Olumlu, İkizkavak Hidroelektrik Santral (HES) ÇED Olumlu, Kastamonu Cide Regülatörü ve Hidroelektrik Santral (HES) ÇED Olumlu, Bursa Mustafakemalpaşa Baca Tozu ve Tufal Geri Kazanım Tesisi ÇED Olumlu, Çanakkale Karabiga CENAL Enerji Santrali, Limanı, Kül Depolama Sahası ve Derin Deniz Deşarjı ÇED Olumlu Kararı, Erzin Doğalgaz Kombine Çevrim Santrali ÇED Olumlu, Ankara Şereflikoçhisar Tuz Üretim ÇED Olumlu, Kuşadası Yat Limanı, Feribot Yanaşma Yerleri Yapımı İle Balıkçı Barınağı Kapasite Artırımı ÇED Olumlu, İznik, Zeytinyağı Üretim Tesisi (Olea Armunia) Projesi ÇED Gerekli Değildir, Kaman Hazır Beton Tesisi Kapasite Artışı ve II. A Grubu Kalker Ocağı Kırma Eleme Tesisi Projesi ÇED Gerekli Değildir, Bodrum Turizm Konaklama Tesisi Kapasite Artışı ÇED Gerekli Değildir, Samsun Çarşamba Biyokütle Enerji Santrali ÇED Gerekli Değildir, Tekirdağ Marmaraereğlisi Asfalt Plent Tesisi ÇED Gerekli Değildir, Aydın Efeler Jeotermal Elektrik Santrali ÇED Gerekli Değildir, İzmir İstinye Park Alışveriş Merkezi ve Otel Projesi ÇED Gerekli Değildir, İzmir Torbalı Fuatres Rüzgar Enerji Santrali ÇED Gerekli Değildir, Rize Pazar Bazalt Ocağı ÇED Gerekli Değildir, Mersin Akdeniz Kalker Ocakları Kırma-Eleme ÇED Gerekli Değildir, İzmir Karaburun Çipura ve Levrek Yetiştiriciliği ÇED Gerekli Değildir gibi bir kısım kararları bu konuda örnek olarak verebiliriz. Söz konusu belgeler alınmadan yatırım veya proje ile ilgili ilgili onay, izin, teşvik, yapı ve kullanım ruhsatı verilemez; proje için yatırıma başlanamaz ve ihale edilemez. Aksi durumda, faaliyet derhal durdurulur, idari yaptırım uygulanır ve para cezası verilir. 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 2. maddesinin (a) bendinde; iptal davaları, idari işlemler hakkında yetki, sebep, şekil, konu ve maksat yönlerinden biri ile hukuka aykırı olduklarından dolayı menfaatleri ihlal edilenler tarafından açılan davalar olarak tanımlanmıştır. Hukuk Devletinin özünü; devletin hukuka bağlılığı, devlet organlarının hukukun içinde kalarak işlem ve eylemler yapabilmesi oluşturmaktadır. Anayasal bir ilke olarak, devletin tüm işlemlerinin ve faaliyetlerinin yargısal denetime açık olması, Hukuk Devletinin vazgeçilmez bir niteliği olup yargı denetimi, Hukuk Devleti ilkesinin en önemli unsurlarından biri konumundadır. Ancak, yargısal denetim re’sen yapılan bir denetim olmayıp, usulüne uygun bir başvuru koşuluna bağlıdır.Bir idari işlemden dolayı iptal davası açılabilmesi için ilgilinin, yani davacının genel dava ehliyetine sahip olması yeterli olmayıp idari işlemin davacının menfaatini ihlal etmesi de gerekmektedir. İptal davası açılabilmesi için yargısal denetim amacıyla her idari işleme karşı herkes tarafından iptal davası açılmasının idari işlemlerde istikrarsızlığa neden olmaması ve idarenin işleyişinin bu yüzden olumsuz etkilenmemesi için, davaya konu edilecek işlem ile davacı arasında belli ölçüler içinde bir ilişkinin, diğer bir değişle menfaat bağının bulunması gerekmektedir. İptal davasının sübjektif ehliyet koşulu olan “menfaat ihlali” Danıştay’ın yerleşik içtihatlarında;dava konusu işlemle davacı arasında kurulan meşru, kişisel ve güncel bir menfaat ilişkisi olarak tanımlanmakta, menfaatin meşru olması; hukuken korunabilir olmasını, kişisel olması; davacıyı doğrudan ya da dolaylı olarak etkilemesini ve güncel olması ise; davanın açılması sırasında var olan aktüel ilgiyi ifade etmektedir Her olay ve davada, yargı merciine başvurarak dava açan kişinin menfaatinin, iptali istenen işlemle ne ölçüde ihlal edildiğini Mahkemeler ve Danıştay değerlendirmektedir. Öncelikle, ÇED ile ilgili işlemlere karşı başta meslek kuruluşları, dernek, vakıf, platform gibi sivil toplum kuruluşları, belediyeler, köy tüzel kişilikleri, kent konseyleri ve vatandaşların yaygın olarak dava açtığı görülmektedir. ÇED ile ilgili işlemlerden dolayı sağlık, içme suyu kaynakları, doğal kaynaklar, hava, iklim, toprak, geçim faaliyeti, varlık ve kaynaklar, ekonomi, çevre, bitki, biyolojik çeşitlilik, flora ve fauna, sit alanları, yaşam, yaşanılan yöre, ulaşım, silüet vb. konularda doğrudan yada dolaylı zarar gören, menfaati, hukuku etkilenen hangi vatandaşların bu işlemlere karşı iptal davası açabileceği, bu konuda geliştirilen ölçütler konusudur. Danıştay’ın çalışma konumuz olan ÇED ile ilgili uyuşmazlıklardaki tutumuna bakacak olursak bu konuda görevli ve yetkili Altıncı Dairenin (önceden Ondördüncü Daire) içtihadı şu şekildedir; proje veya etki alanında ikamet etme veya taşınmazı bulunma veya öznel durum bulunması halinde vatandaşların menfaat ihlalinin, dolayısıyla dava açma ehliyetinin bulunduğu, bunun dışında dava açamayacağı yönündedir. ÇED işlemleri ile ilgili olarak vatandaşların menfaat ilişkisini tespit ederken Proje veya etki alanında ikamet etme veya taşınmazı bulunma veya öznel başkaca durum gibi belirli ve sınırlı ölçütler getirilmiştir. Örnek Kararlar; Proje veya etki alanında ikamet etmeyen veya taşınmazının bulunmayan kişinin dava açma ehliyeti yoktur. (Danıştay 14. D. 09.10.2013 tarih ve E:2012/189, K:2013/6901)(Danıştay Ondördüncü Dairesi 25.10.2013 tarih ve E:2011/6991, K:2013/7213)(Danıştay Ondördüncü Dairesi 15.10.2014 tarih ve E:2013/8560, K:2014/8342) Projenin gerçekleşeceği yerde oturmadığı ve o yer ile mülkiyet ilişkisinin bulunmadığından, vatandaş olmanın veya birey olmanın idari işlemlere karşı kişisel, güncel ve meşru bir menfaat ihlali olmadan tek başına dava açma ehliyetinde sahip olma anlamına gelemeyeceği…(Danıştay Ondördüncü Dairesi 01.10.2015 tarih ve E:2014/11805, K:2015/7058) Nükleer Güç Santrallerinin çevreye olan etkisinin sadece projenin yapılacağı bölgeyle sınırlı olmayıp, başka nitelikteki projelere göre daha geniş bir alanı kapsaması nedeniyle, nükleer santrallere özgü olmak üzere, ülkede yaşayan bir vatandaş olarak herkesin, dava konusu işlemle menfaat ilgisinin bulunduğunun kabulü gerekmektedir. …. Anayasanın ve Çevre Kanunu’nun ilgili maddeleri ve anılan Santralin etkilerinin büyüklüğü göz önünde bulundurulduğunda, davacının, kişisel, güncel ve meşru menfaatinin, dolayısıyla dava açma ehliyetinin bulunduğu… (Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu 05.10.2015 tarih ve E:2015/3251, K:2015/3205) Dava konusu işleme konu yerin Antalya İli, Kumluca İlçesi, sınırları içerisinde olduğu dava açan şahısların ise Antalya Merkez-Muratpaşa İlçesinde ikamet ettikleri anlaşılmakla işlemle dava açmasına yetecek menfaat bağının bulunmadığı…(Danıştay Ondördüncü Dairesi 06.10.2015 tarih ve E:2014/491, K:2015/7128) Davanın açıldığı tarih itibarıyla dava konusu proje alanı veya proje etki alanında ikamet etmedikleri gibi, bu alanlarda taşınmazlarının da bulunmadığı anlaşıldığından, … “ÇED Gerekli Değildir” kararı ile kişisel, güncel ve meşru bir menfaatlerinin ihlal edildiğinden söz edilemeyeceği, bu nedenle, bakılan davayı açma ehliyetlerinin bulunmadığı… (Danıştay Ondördüncü Dairesi 24.11.2016 tarih ve E:2016/335, K:2016/6721) İzmir İli, Bergama İlçesi, Ovacık Köyü sınırları içerisinde yapılması planlanan “Ovacık Altın Madeni Projesi” ile ilgili … “ÇED Olumlu” kararı verilmiştir … Uyuşmazlık konusu olayda da, anılan davacıların Ulusal Yargı Ağı portalı (UYAP) kayıtlarına göre, davanın açıldığı tarih itibarıyla dava konusu proje alanı veya proje etki alanında ikamet etmediği gibi, bu alanlarda taşınmazının da bulunmadığı anlaşıldığından, … “ÇED Olumlu” kararı ile kişisel, güncel ve meşru bir menfaatinin ihlal edildiğinden söz edilemeyeceği, bu nedenle, bakılan davayı açma ehliyetinin bulunmadığı…(Danıştay Altıncı Dairesi 24.9.2020 tarih ve E:2020/4813, K:2020/8251) Uyuşmazlık konusu olayda; Ulusal Yargı Ağı Portalı (UYAP) kayıtlarına göre davacılardan …’ın ikametinin, projenin etki alanında yer alan … Köyünde yer aldığı görülmüştür. Dolayısıyla adı geçen davacının dava açma ehliyetinin bulunduğunun kabulü gerekmektedir. Davacılardan … ile …’nın ise proje alanında veya etki alanında ikametleri ya da taşınmazları bulunmamakla birlikte, bu yöre nüfusuna kayıtlı davacılar için dini ritüellerin gerçekleştirildiği Somut Olmayan Kültürel Miras olarak belirlenen Bakırtepe Ziyaret Yeri’nin kutsal sayıldığı ve dava konusu proje alanının, bu yere yakın mesafede olduğu dikkate alındığında, anılan davacıların da dava açma ehliyetlerinin bulunduğu… (Danıştay Altıncı Dairesi 19.11.2020 tarih ve E:2020/9865, K:2020/11262 ) Uyuşmazlık konusu olayda; Ulusal Yargı Ağı Portalı (UYAP) kayıtlarına göre davacılardan … ile …’ın proje etki alanında ikamet ettikleri görülmüştür. Dolayısıyla adı geçen davacıların dava açma ehliyetinin bulunduğunun kabulü gerekmektedir. Diğer taraftan davacılardan …’in ise proje alanında veya etki alanında ikameti ya da taşınmazı bulunmamakla birlikte, davacının doğum yerinin Şavşat İlçesi olduğu, ailesine ait taşınmazların bulunduğu ileri sürüldüğünden, tüm bu hususlar bir arada değerlendirildiğinde, adı geçen davacının proje alanı ile manevi bağının olduğu, dolayısıyla anılan davacının da dava açma ehliyetinin bulunduğu… (Danıştay Altıncı Dairesi 23.9.2021 tarih ve E:2021/6171, K:2021/10067) Uyuşmazlık konusu olayda; davacılardan …’ın eşi …’ın, dava konusu proje alanı olan … İli, … İlçesi, … Mahallesinde arsa niteliğinde taşınmazının bulunduğu, dolayısıyla, dava konusu projenin olası etkileri dikkate alındığında bilirkişi raporunda da vurgulanan risk ve etkiler sebebiyle anılan davacının menfaatinin etkileneceğinin kabulü gerekmekte olup, bu nedenle, anılan davacının dava açma ehliyetinin bulunduğu…(Danıştay Altıncı Dairesi 01.11.2021 tarih ve E:2021/8125, K:2021/11988 ) Davacıların dava konusu proje alanına 9 km mesafede bulunan Turgutlu İlçe merkezinde ikamet etmeleri nedeniyle, projenin niteliği ve proje alanının Turgutlu İlçesine, Gediz Nehrine ve Ilıcak Deresine olan mesafesi göz önüne alındığında, davacıların projeden etkilenme potansiyelinin bulunduğu gibi; proje sahasına 800 metre mesafede bulunan Gediz Nehrinin o yörede yaşayanlar bakımından önemli bir su kaynağı özelliği taşıdığı ve proje sahasına yakın verimli tarım alanlarının bulunduğu hususları birlikte değerlendirildiğinde, projenin davacıları etkileme potansiyeli bulunduğunun hayatın olağan akışı gereği kabulü gerektiğinden, davacıların dava açma ehliyetlerinin bulunduğu sonucuna varılmıştır.(Danıştay Altıncı Dairesi 11.3.2021 tarih ve E:2021/570, K:2021/3710) Davacının dernek adına değil, kendisi adına açtığı işbu davada “Dernek Yönetim Kurulu Başkanı” sıfatının kendisine dernek adına dava açma ehliyeti kazandırmayacağı sonucuna varılmıştır. Dolayısıyla, davacının bu davayı kendi adına açtığının kabulü gerekmekte olup, dava konusu işlem nedeniyle menfaatinin ihlal edilip edilmediğinin incelenmesi gerekmektedir. Ulusal Yargı Ağı portalı (UYAP) kayıtlarına göre, davanın açıldığı tarih itibarıyla davacının, dava konusu proje alanı veya proje etki alanında ikamet etmediği gibi, bu alanlarda taşınmazının da bulunmadığı anlaşıldığından; … “Çevresel Etki Değerlendirmesi Gerekli Değildir” kararı ile kişisel, güncel ve meşru bir menfaatinin ihlal edildiğinden söz edilemeyeceği, bu nedenle, bakılan davayı açma ehliyetinin bulunmadığı.(Danıştay Altıncı Dairesi 22.3.2022 tarih ve E:2021/1025, K:2022/3391) Yukarıda bir kısmı verilen kararlardan da açıkça görüldüğü üzere Dairenin konu ile ilgili içtihadı; davanın açıldığı tarih itibarıyla dava konusu proje alanında veya proje etki alanında ikamet etme veya taşınmazının bulunması gerektiği, aksi durumda, bu tür idari işlemlerin ve bu işlemler üzerine yatırım planlayanların sürekli olarak dava tehdidi ile karşı karşıya kalmaları sonucunu doğuracağı ve bu durumun da idari istikrar ilkesine aykırılık teşkil edeceği şeklindedir. Davacıların dava konusu ÇED Gerekli Değildir kararının iptalini istemede menfaatlerinin ihlal edilmediği yolundaki idari yargı kararının gerekçesine yönelik olarak, “… davacıların mülklerinin proje sahasına yakın olması veya kullanım amacı gibi öznel koşulları dikkate almaksızın bir proje sahasında mülkü olmayanların -projeye yakın sahada mülkü olsa bile- projeye karşı hiçbir durumda dava açamayacakları yönünde kategorik bir yaklaşım içermektedir. Ancak başvurucuların öznel durumları hakkında bir değerlendirme içermeyen bu kategorik yaklaşım, başvurucular gibi proje kapsamında olmamakla birlikte projeden etkilenme potansiyeli bulunan kişilerin dava açmalarını imkansız hale getirdiğinden başvurucuların mahkemeye erişim hakkına yapılan müdahalenin orantısız olması sonucunu doğurmaktadır…” gerekçesiyle başvurucuların Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkı kapsamındaki mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiği sonucuna varmıştır.(Anayasa Mahkemesi 05/03/2020 tarih ve Başvuru No:2016/13846) Ancak, Anayasa Mahkemesi kararından sonra Altıncı Dairenin “ÇED işlemlerine karşı vatandaşların dava açma ehliyeti” hakkında karar verirken yukarıda verilen kimi kararlar da olmak üzere bir kısım kararlarında Anayasa Mahkemesi kararını dikkate alarak değerlendirdiği görülmekle birlikte sonuçta içtihadında ciddi bir değişiklik, yorumunda ve getirdiği ölçütlerinde bir genişleme olmadığı anlaşılmaktadır. Uyuşmazlık konusu olayda; davacının her ne kadar proje alanı veya etki alanında ikamet etmediği gibi, kendi adına taşınmazlarının bulunmadığı anlaşılmış ise de,davacının doğum yerinin Yalınkavak Köyü olduğu, proje alanında babasına ait taşınmazların bulunduğu ve yılın belli dönemlerinde bu köyde ikamet edildiği ileri sürüldüğünden, tüm bu hususlar bir arada değerlendirildiğinde, davacının Yalınkavak Köyü ile manevi bağı bulunduğu, dolayısıyla, bakılmakta olan davayı açma ehliyetinin bulunduğu...(Danıştay Altıncı Dairesi 03.3.2021 tarih ve E:2021/1723, K:2021/3017) Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının “Sağlık hizmetleri ve çevrenin korunması” başlıklı 56. maddesinde; herkesin, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahip olduğu, çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemenin Devletin ve vatandaşların ödevi olduğu hükmüne yer verilmiştir. 2872 sayılı Çevre Kanununun “ilkeler” başlıklı 3. maddesinde; başta idare, meslek odaları, birlikler ve sivil toplum kuruluşları olmak üzereherkesin, çevrenin korunması ve kirliliğin önlenmesi ile görevli oldukları, bu konuda alınacak tedbirlere ve belirlenen esaslara uymakla yükümlü oldukları, “bilgi edinme ve başvuru hakkı” başlıklı 30. maddesinde; çevreyi kirleten veya bozan bir faaliyetten zarar gören veya haberdar olan herkesin ilgili mercilere başvurarak faaliyetle ilgili gerekli önlemlerin alınmasını veya faaliyetin durdurulmasını isteyebileceği kurala bağlanmıştır. Hukuk Devletinin özünü; devletin hukuka bağlılığı, devlet organlarının hukukun içinde kalarak işlem ve eylemler yapabilmesi oluşturmaktadır. Anayasal bir ilke olarak, devletin tüm faaliyetlerinin yargısal denetime açık olması, hukuk devletinin vazgeçilmez bir niteliği olup; yargı denetimi, Hukuk Devleti ilkesinin en önemli unsurlarından biridir. İdarenin eylem ve işlemlerinin hukuka uygunluğunun yargısal denetim yoluyla sağlanmasının en etkin araçlarından biri iptal davaları olduğundan, iptal davalarında “menfaat ihlali” olarak tanımlanan subjektif ehliyet koşulunun kişiye bağlı subjektif hak ihlallerinin giderilmesinin yanı sıra idari işlemlerin hukuka uygunluğunun denetlenebilmesi kapsamında da belirlenmesi gerekmektedir. Yukarıda anılan Anayasa hükmü ile Çevre Kanunu hükümleri birlikte değerlendirildiğinde çevreyi koruma hem bir hak hem de bir ödev olarak vatandaşlara verilmiştir. Bu hakkın kullanılmasında en etkili yol da yargı denetimidir. Nasıl devletler herhangi bir konuda lüzum gördüklerinde yurttaşlarına sorumluluklarını hatırlatıyorsa, bu çevrenin korunmasına yönelik meselelerde de yurttaşlar aralarında toplum sözleşmesinin gereği olarak devletlere sorumluluklarını yeniden ve yeniden mutlaka hatırlatmalıdır. Yeri geldiğinde bunun için bir hukuk mücadelesine girişmekten de kaçınmamalıdır. E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. MEVZUATIMIZDA ÇEVRESEL ETKİ DEĞERLENDİRMESİ DANIŞTAY KARARLARINDA ÇED ÇED OLUMLU RAPORU GEREKTİREN İŞLERE ÖRNEKLER ÇED GEREKLİ DEĞİLDİR KAPSAMINDAKİ İŞLERE ÖRNEKLER KİMLER ÇED RAPORLARINA KARŞI DAVA AÇABİLİR? SONUÇ Benzer yazılar:Taşınmazı İhale İle Sattırmadan Hissedarı Paydaşlıktan ÇıkarmaKentsel Dönüşüm", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/yargi-kararlariyla-ced-cevresel-etki-degerlendirme-raporu-ve-dava-ehliyeti/"}
{"prompt": "İçindekiler Anayasa Mahkemesi 3 Nisan 2024 tarihinde Resmi Gazete’de yayınlanan kararında (E:2023/191, K:2024/58 T:22.02.2024) 775 Sayılı Gecekondu Kanunu 18. Maddesinin 1. fıkrasında yer alan bir hüküm iptal edilmiştir. İstanbul 7. İdare Mahkemesinin İtiraz yoluyla Anayasa Mahkemesinin norm denetimine yaptığı başvuruda iptali istenen hükmün yer aldığı 1. Fıkra şu şekildedir: “Bu kanunun yürürlüğe girdiği tarihten sonra, belediye sınırları içinde veya dışında, belediyelere, Hazineye, özel idarelere, katma bütçeli dairelere ait arazi ve arsalarda veya Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerlerde yapılacak, daimi veya geçici bütün izinsiz yapılar, inşa sırasında olsun veya iskan edilmiş bulunsun,hiçbir karar alınmasına lüzum kalmaksızın, belediye veya Devlet zabıtası tarafından derhal yıktırılır.” Başvuruda fıkrada yer alan“Hiçbir karar alınmasına lüzum olmaksızın, belediye veya devlet zabıtası tarafından derhal yıktırılır.”Kısmının Anayasa’nın 36., 40., ve 125. Maddelerine aykırı olduğu gerekçesiyle iptaline karar verilmesi talep edilmiştir. İstanbul 7. İdare Mahkemesi itiraza gerekçe olarak özetle:Herhangi bir yazılı işlem tesis edilmeden ve yargı yolu gösterilmeden yıkım kararı alınmasının ve bu kararın uygulanmasının ilgililerin bu işleme karşı yargı yoluna başvurma imkanını ortadan kaldırdığı, bu durumun hak arama özgürlüğünü, mahkemeye erişim hakkını ve etkili başvuru hakkını ihlal ettiğini ileri sürmüştür. Anayasa Mahkemesi’nin vermiş olduğu iptal kararına ilişkin gerekçesi ana hatlarıyla şu şekildedir: Kanunun“hiçbir karar alınmasına lüzum olmaksızın, belediye veya devlet zabıtası tarafından derhal yıktırılır”bölümünün iptal edilmesi nedeniyle doğacak hukuksal boşluk kamu yararını ihlal edecek nitelikte görüldüğünden iptal hükmünün Resmi Gazete’de yayınlandığı 03.04.2024 tarihinden 9 ay sonra yürürlüğe girmesi uygun görülmüştür. E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. Anayasa Mahkemesi’nin Değerlendirmesi Karar Ne Zaman Yürürlüğe girecek? Benzer yazılar:Yargı Kararlarıyla İmar Para CezalarıSit Alanı, Kıyı, Orman Gibi Özel Kanunlara Tabi Alanlardaki Yapı Kayıt Belgesi Bulunan Yapılar Hakkında Yıkım Ve Para Cezası Karar Alınabilir Mi?Kaçak İnşaat Sorunu", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/kacak-yapilari-karar-almadan-yikma-yetkisi-veren-775-sayili-gecekondu-kanunu-madde-18in-iptaline-dair-anayasa-mahkemesi-karari/"}
{"prompt": "Web sitemizin adresi: https://bilginhukuk.av.tr. Ziyaretçiler sitede yorum bıraktığında yorum formunda gösterilen verileri ve ayrıca istenmeyen yorum tespitine yardımcı olmak için ziyaretçinin IP adresi ve tarayıcı bilgisi metnini de toplarız. E-posta adresinizden oluşturulmuş anonimleştirilmiş bir metin (hash olarak da adlandırılır) Gravatar hizmetine, servisi kullanıp kullanmadığınızı görmek için, sağlanabilir. Gravatar servisinin gizlilik politikası şu adrestedir: https://automattic.com/privacy/. Yorumunuzun onaylanmasından sonra profil resminiz yorumunuzla birlikte herkese görünür. Görselleri web sitesine yüklerseniz, gömülmüş konum verileri (EXIF GPS) içeren görseller yüklemekten kaçınmalısınız. Web sitesi ziyaretçileri, web sitesindeki görsellerden herhangi bir konum bilgisini indirip çıkarabilir. Sitemize bir yorum bırakırsanız, isminizi, e-posta adresinizi ve web sitenizi çerezlerde kaydetmeyi seçebilirsiniz. Bunlar size kolaylık sağlamak içindir, böylece başka bir yorum bıraktığınızda bilgilerinizi tekrar doldurmanız gerekmez. Bu çerezler bir yıl süresince kalır. Eğer giriş sayfasımızı ziyaret ederseniz, tarayıcınızın çerezleri kabul edip etmediğini belirlemek için geçici bir çerez ayarlayacağız. Bu çerez hiçbir kişisel veri içermez ve tarayıcınızı kapattığınızda atılır. Giriş yaptığınızda, giriş bilgilerinizi ve ekran görüntüleme seçiminizi kaydetmek için birkaç çerez kaydedeceğiz. Giriş çerezleri iki gün ve ekran seçenekleri çerezleri bir yıl boyunca kalır. “Beni hatırla” seçeneğini seçereniz, girişiniz iki hafta boyunca devam eder. Hesabınızdan çıkış yaparsanız, giriş çerezleri kaldırılacaktır. Bir makaleyi düzenler veya yayınlarsanız tarayıcınıza ek bir çerez kaydedilir. Bu çerez hiçbir kişisel veri içermez ve sadece düzenlediğiniz makalenin yazı kimliğini gösterir. 1 gün sonra zaman aşımına uğrar. Bu sitedeki makaleler gömülü içerik (ör. videolar, görseller, makaleler, vb.) Içerebilir. Diğer web sitelerinden gömülen içerik, ziyaretçinin diğer web sitesini ziyaret etmiş gibi, tam olarak aynı şekilde davranır. Bu web siteleri sizin hakkınızda veri toplayabilir, çerez kullanabilir, üçüncü taraf tarafından gömülmüş şeklide takip yapabilir ve bir hesabınız varsa ve bu web sitesinde oturum açtıysanız, gömülen içerikle etkleşiminizi takip etme dahil olmak üzere, bu gömülen içerikle etkileşiminizi izleyebilir. Parola sıfırlama isteğinde bulunduğunuzda, IP adresiniz sıfırlama e-postasına eklenir. Bir yorum bırakırsanız, yorum ve meta verileri süresiz olarak saklanır. Böylece, takip eden yorumlarınızı denetim kuyruğunda tutmak yerine otomatik olarak tanıyabilir ve onaylayabiliriz. Web sitemize kayıt yaptıran kullanıcılar için (varsa) kullanıcı profilinde sağladıkları kişisel bilgileri de saklarız. Tüm kullanıcılar kişisel bilgilerini istedikleri zaman görebilir, düzenleyebilir veya silebilir (kullanıcı adı değiştirme hariç). Web sitesi yöneticileri de bu bilgileri görebilir ve düzenleyebilir. Bu sitede bir hesabınız veya yorumlarınız varsa, bize sağladığınız veriler dahil olmak üzere, hakkınızda tuttuğumuz kişisel verilerin dışa aktarılmış bir dosyasını almayı isteyebilirsiniz. Ayrıca, hakkınızda tuttuğumuz tüm kişisel verileri de silmeyi isteyebilirsiniz. Bu, idari, yasal veya güvenlik amaçlarına uymak zorunda olduğumuz hiçbir veriyi içermez. Ziyaretçi yorumları otomatik istenmeyen yorum algılama servisi aracılığıyla kontrol edilebilir. İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. Biz kimiz Yorumlar Ortam Çerezler Diğer sitelerden gömülen içerik Verinizi kimlerle paylaşıyoruz Verilerinizi ne kadar süre tutarız Verileriniz üzerindeki haklarınız neler Verilerinizin gönderildiği yer", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/privacy-policy/"}
{"prompt": "İçindekiler Muris muvazaası olarak adlandırılan işlem en genel ifadesiyle miras bırakanın tapulu taşınmazlarını yasal mirasçılarından kaçırmak amacıyla devretmesidir. Bu durumla genellikle, miras bırakanın bir veya birkaç çocuğunu diğer çocuklarına tercih ettiği hallerde karşılaşırız. Keza miras bırakan birden çok evlilik yapmış ise, son eş ve ondan olan çocuklarını daha önceki eş veya eşlerinden olan çocuklarına üstün tutmak istediğinde de muvazaalı işlemlere başvurulabilmektedir. Böyle bir durumda saklı pay sahibi olsun veya olmasın miras hakkı çiğnenen tüm mirasçıların dava açarak resmi sözleşmenin muvazaa nedeni ile geçersizliğinin tespitini ve buna dayanılarak oluşturulan tapu kaydının iptalini isteyebilirler. Muvazaalı işlem geçersiz olduğundan, yani hiçbir hüküm ve sonuç doğurmayacağından muvazaanın ileri sürülmesi, zamanaşımına veya hak düşürücü süreye tabi değildir. Başka bir ifadeyle muvazaa nedenine dayanılarak her zaman dava açılabilir. Bu yazıda muris muvazaası ile ilgili mevzuatla birlikte dava şartları, ispat külfeti, tapu iptaliyle birlikte ecrimisil istenmesi ve muvazaanın tespitinde Yargıtayca aranan kriterler emsal kararlarla açıklanacaktır. Muris muvazaası kapsamında değerlendirilemeyecek durumlar ayrı bir başlık altında sayılacaktır. Muvazaa, daha çok sözleşmenin yorumuyla ilgili olduğundan, öğreti ve uygulamada kapsamlı olarak incelenmiş ve belirli kurallara bağlanmıştır. Ancak muris muvazaası mevzuatımızda özel olarak düzenlenmemiştir. 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun “Sözleşmelerin yorumu, muvazaalı işlemler” başlıklı 19. maddesinde;“Bir sözleşmenin türünün ve içeriğinin belirlenmesinde ve yorumlanmasında, tarafların yanlışlıkla veya gerçek amaçlarını gizlemek için kullandıkları sözcüklere bakılmaksızın, gerçek ve ortak iradeleri esas alınır. Borçlu, yazılı bir borç tanımasına güvenerek alacağı kazanmış olan üçüncü kişiye karşı, bu işlemin muvazaalı olduğu savunmasında bulunamaz.”hükmüdışında muris muvazaasına ilişkin bir düzenleme kanunlarımızda yer almamaktadır.Muris muvazaası kaynağını daha çok Yargıtay içtihatlarından ve doktrindeki görüşlerden almakta olup esas kaynağını da miras bırakanın tapulu taşınmazlarının temliklerinde yaptığı muvazaalı işlemlere ilişkinYargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Genel Kurulunun 01.04.1974 tarih ve E:1974/1, K:1974/2 sayılı kararındanalmaktadır. Söz konusu kararda;“… Bir kimsenin; mirasçısını miras hakkından yoksun etmek amacıyla, gerçekte (bağışlamak istediği tapu sicillinde kayıtlı taşınmaz malı hakkında tapu sicil memuru önünde iradesini Satış doğrultusunda açıklamış olduğunun gerçekleşmiş bulunması halinde, saklı pay sahibi olsun ya da olsun miras hakkı çiğnenen tüm mirasçılarının, görünürdeki satış sözleşmesinin Borçlar Kanununun 18. maddesine dayanarak muvazaalı olduğunu ve gizli bağış sözleşmesinin de şekil koşulundan yoksun bulunduğunu ileri sürerek dava açabileceklerine ve bu dava hakkının geçerli sözleşmeler için söz konusu olan Medeni Kanununun 507. ve 603. maddelerinin sağladığı haklara etkili olmayacağına…”şeklinde hüküm kurulmuştur. Yargıtay, bu tür uyuşmazlıkların sağlıklı, adil ve doğru bir çözüme ulaştırılabilmesi, davalıya yapılan taşınmaz devrinin gerçek yönünün diğer bir söyleyişle miras bırakanın asıl irade ve amacının duraksamaya yer bırakmayacak biçimde ortaya çıkarılması koşulunu her olayda sıkı bir şekilde aramakta, bir iç sorun olan ve gizlenen gerçek irade ve amacın tespiti ve aydınlığa kavuşturulması genellikle zor olduğundan bu yöndeki delillerin eksiksiz toplanması yanında delillerin doğru bir şekilde değerlendirilmesini de çok önemsemektedir. Bunun için de aşağıdaki hususların dikkate alınması gerekmektedir: Yargıtay 1. Hukuk Dairesi 12.5.2015 tarih ve E:2014/7433, K:2015/7099 sayılı kararında;“…Miras bırakandan tüm mirasçılarına intikal eden taşınır taşınmaz mallar ve hakların araştırılması, tapu kayıtları ve varsa öteki delil ve belgelerin mercilerinden getirtilmesi her bir mirasçıya nakledilen malların ve hakların nitelikleri ve değerleri hakkında uzman bilirkişiden rapor alınması böylece murisin yukarıda değinilen anlamda bir paylaştırma kastının bulunup bulunmadığının bir başka ifade ile miras bırakanın gerçek irade amacının açıklığa kavuşturulması ve sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken değinilen hususları içermeyen biçimde noksan soruşturma ile yetinilerek yazılı şekilde karar verilmesi doğru değildir…” Yargıtay 1. Hukuk Dairesi 23.9.2004 tarih ve E:2004/8390, K:2004/9697 sayılı kararında;“…Somut olaya gelince :çekişme konusu taşınmazın üzerinde 3 ev ve 1 depo bulunduğu, bunlardan 1 evin komşu parsele, 1 ev ve deponun da yola taşkın olduğu, miras bırakanın sözü edilen taşınmazın 1/5’ini birlikte yaşadığı Z. C.’ye ölünceye kadar bakma akdi ile temlik ettiği, 1/5 payını üzerinde bırakarak 3/5 payını da davalıya satış yoluyla devrettiği kayden sabittir. Miras bırakanın bu taşınmazların dışında birden ziyade taşınmazı bulunduğu, varlıklı bir kimse olduğu, mal satmaya da ihtiyacının bulunmadığı anlaşılmaktadır. Ayrıca davalının, miras bırakanın küçük oğlu G.l’in yakın arkadaşı olduğu ve G.’in bu taşınmazdaki binalardan birinde dava tarihine kadar oturduğu sabittir. Ticaretle uğraştığını bildiren davalının üzerinde taşkın 3 müstakil yapı bulunan taşınmazdan 3/5 oranında pay alınmasının basiretli bir davranış olarak kabul edilmesine olanak yoktur. Öte yandan miras bırakanın satış tarihinden yaklaşık 6 ay sonra öldüğü ve terekesinden para çıkmadığı açıktır. Bütün bu olgular karşısında miras bırakanın temliki işleminin bedelsiz ve muvazaalı olduğu sonucuna varılmaktadır. Bedeller arası açık ve aşırı fark da bu sonucu doğrulamaktadır…” Yargıtay 1. Hukuk Dairesi 27.9.2004 tarih ve E:2004/8059, K:2004/9960 sayılı kararında;“… Somut olaya gelince: miras bırakanın davaya konu edilen taşınmazı torunu olan davalıya, hastalığı döneminde kendisiyle ilgilenmesi ve bakması için verdiği taraf tanık anlatımları ile sabittir. Bedel ödeme savunması kanıtlanmış değildir. Bunun yanında miras bırakanın dava konusu edilmeyen iki parça taşınmazdaki paylarını da davalının eşine bağış yoluyla intikal ettirdiği anlaşılmaktadır. Ayrıca, çekişmeli taşınmazın tapudaki satış bedeli ile gerçek değeri arasında aşırı farklılık bulunduğu saptanmıştır. Açıklanan bu olgular yukarıda değinilen ilkeler ile birlikte değerlendirildiğinde miras bırakan tarafından yapılan temlikin mirastan mal kaçırma amaçlı ve muvazaalı olduğu sonucuna varılmaktadır…” Yargıtay 1. Hukuk Dairesi 09.12.2004 tarih ve E:2004/12563, K:2004/13620 sayılı kararında;“… Somut olaya gelince miras bırakanın davalı oğlu ile son yıllarında birlikte oturduğu, köyde bulunan taşınmazların davalılar tarafından tasarruf edildiği, taşınmazların keşfen saptanan değerleri ile satış bedelleri arasında aşırı oransızlık bulunduğu, muris Kadir’in birbirine yakın ve aynı tarihlerde taşınmazlarının en değerli olanlarını satması için geçerli bir neden bulunmadığı, davalıların taşınmazların bedellerini ödedikleri yolundaki savunmalarının kanıtlanamadığı görülmektedir. Saptanan bu olgular, yukarıda açıklanan ilkelerle birlikte değerlendirildiğinde, miras bırakan tarafından yapılan temliklerin mirastan mal kaçırma amaçlı olduğu sonucuna ulaşılmaktadır…” Yargıtay 1. Hukuk Dairesi 15.02.2005 tarih ve E:2004/12575, K:2005/1326 sayılı kararında;“…Dosya içeriğine, toplanan delillere, hükmün dayandığı yasal ve hukuksal gerekçeye, delillerin takdirinde bir isabetsizlik bulunmamasına, özellikle miras bırakan tarafından davalıya ölünceye kadar bakma akdiyle yapılan temlikin mirastan mal kaçırma amaçlı ve muvazaalı olduğu anlaşıldığına göre davalının temyiz itirazı yerinde değildir…” Yargıtay 1. Hukuk Dairesi 27.4.2005 tarih ve E:2005/3982, K:2005/5216 sayılı kararında;“…yapılan araştırma ve inceleme sonucunda, miras bırakanın çocukları tarafından bakıldığı, mal satmak için zorunlu bir sebebinin bulunmadığı, davalılardan Rıfat’ın da akit tarihi itibarıyla alış gücüne sahip olmadığı, taşınmazların temlik bedellerinin gerçek değerlerine oranla son derece düşük ve sembolik mahiyette bulunduğu anlaşılmaktadır. Öte yandan miras bırakanın mal varlığının tamamını teşkil eden çekişmeli taşınmazları bir anda elinden çıkarmasını zorunlu kılan bir neden de ortaya konmamıştır. Belirlenen bu olgular önceki bozma ilamında açıklanan ilkelerle birlikte irdelendiğinde çekişmeli taşınmazların miras bırakan tarafından davalıya temlikinin bedelsiz, mirastan mal kaçırma amaçlı ve muvazaalı olduğu sonucuna varılmaktadır…” Yargıtay 1. Hukuk Dairesi 28.11.2005 tarih ve E:2005/10965, K:2005/12510 sayılı kararında;“…Yapılan soruşturma sonunda, miras bırakanın tasarruf ehliyetine sahip olduğu saptanmıştır. Ne var ki, dosya içeriğinden, toplanan delillerden; miras bırakanın çekişmeli taşınmazla ilgili yaptığı temlikin bedeli karşılığı olduğu kanıtlanamadığı gibi, taşınmazın keşfen saptanan değerine göre de akitte öngörülen bedelin sembolik olup bağış amacını taşıdığı anlaşılmaktadır. Diğer taraftan taşınmazın davalı Mustafa’ya temlikine karşın miras bırakanın eşi ve oğlu Ali tarafından kullanıldığı da sabittir. Belirlenen bu olgular bozma ilamına açıklanan ilkelerle birlikte değerlendirildiğinde çekişme konusu taşınmazın temlikinin bedelsiz, mirastan mal kaçırma amaçlı ve muvazaalı olduğu sonucuna varılmaktadır…” Yargıtay 1. Hukuk Dairesi 26.11.2007 tarih ve E:2007/8677, K:2007/11369 sayılı kararında;“…miras bırakanın sağlığında hak dengesini gözeten kabul edilebilir ölçüde ve tüm mirasçılarını kapsar biçimde bir paylaştırma yapmadığı, temliklerin muvazaa ile illetli olduğu, özellikle taşınmazları temlikteki gerçek amacının, davacının yaşantısı nedeniyle bu durumu içine sindirememesi, onu miras hakkından mahrum bırakmak amacıyla diğer çocukları olan davalıları tercih ederek onlara intikal ettirmek olduğu başka bir ifadeyle mirasçıdan mal kaçırmak amacıyla temlikleri gerçekleştirdiği kabul edilmelidir…” Yargıtay 1. Hukuk Dairesi 24.3.2010 tarih ve E:2010/2059, K:2010/3293 sayılı kararında;“…Somut olayda, miras bırakan ve eşinin davalı oğulları ile aynı bahçe içinde bitişik evlerde yaşadıkları, miras bırakanın tarlalarını icara vererek geçimini sağladığı, 1944 yılından sonra görme yeteneğinin çok azaldığı , davalı oğlu Mehmet ile hacca gittiği ve hac dönüşünde aynı gün vefat ettiği; taşınmazların temlik tarihi itibariyle davalılardan Mehmet’in üretme çiftliğinde bekçilik, davalı Mahmut’un da marangozluk yaptığı, maddi durumlarının pek iyi olmadığı tanıklarca ifade edilmiştir. Dosya içeriği ve toplanan deliller yukarda değinilen ilke ve olgularla birlikte değerlendirildiğinde, miras bırakanın taşınmaz satmasını gerektiren haklı ve makul bir nedeninin bulunmadığı, hacca gidebilmek için taşınmazlarını sattığı ve parasını aldığı yolundaki savunmanın da hukuken geçerli delillerle kanıtlanamadığı, temlikin mirastan mal kaçırma amacıyla muvazaalı biçimde gerçekleştirildiği sonuç ve kanaatine varılmaktadır…” Yargıtay 1. Hukuk Dairesi 17.02.2011 tarih ve E:2011/579, K:2011/1659 sayılı kararında;“…Somut olaya gelince; miras bırakanın satış ihtiyacının bulunmadığı, dava konusu taşınmazları mahalli bilirkişi beyanıyla murisin oğulları Nail ve Süleyman’ın kullandıkları, davacının uzun yıllar önce muristen ayrı başka şehre gidip orada yaşamakta olduğu, davalı Yaşariye beyanıyla 415 parselin temlikinin bedelsiz olduğu, davalı Süleyman’ın murisin oğlu ve mirasçı olup muvazaayı bilen ve bilmesi gereken kişi konumunda bulunduğu görülmektedir. Yukarıda açıklanan ilke ve olgular birlikte değerlendirildiğinde, miras bırakanın 415, 611 ve 710 parsel sayılı taşınmazları davalılara temlikinin mirasçıdan mal kaçırma amaçlı ve muvazaalı olduğu sonucuna varılmaktadır…” Yargıtay 1. Hukuk Dairesi 04.10.2012 tarih ve E:2012/10074, K:2012/10691 sayılı kararında;“… Somut olaya gelince; muris ile davalıyı tanıyan ve akit tarihinde Arçelik bayi işlettiğini bildiren ara malik Muhammet’in çekişme konusu taşınmazı yatırım amaçlı aldığını beyan ettiği halde, aldığı tarihten yaklaşık 4 ay kadar sonra murisin oğluna aldığı değerden devretmesinin hayatın olağan akışına uygun düşmediği, yine tanık olarak dinlenen A. Y.’nın çekişme konusu yerde 2002 yılından 2007 yılına kadar kiracı olarak oturduğunu ve kira parasını murise ödediğini, ev sahibi olarak da onu bildiğini ifade ettiği, öte yandan tanık olarak dinlenen miras bırakanın kız kardeşi N. A.’in de; murisin mal satmaya ve paraya ihtiyacının bulunmadığını, çekişme konusu yeri satacağını hiç kimseye söylemediğini, devriden sonra malvarlığında artışta olmadığını bildirdiği, öte yandan çekişme konusu taşınmazın akit tarihi esas alınarak belirlenen gerçek değeri ile temlik değerleri arasında bariz fark bulunduğu anlaşılmaktadır. Açıklanan olgular yukarıda değinilen ilkeler ışığında değerlendirildiğinde, çekişme konusu taşınmazın ara malik kullanılmak suretiyle mirastan mal kaçırmak amacıyla muvazaalı biçimde devredildiği sonuç ve kanaatine varılmaktadır…” Yargıtay 1. Hukuk Dairesi 21.02.2013 tarih ve E:2012/14249, K:2013/2376 sayılı kararında;“…Somut olaya gelince; tanık anlatımları ve tüm dosya kapsamından; davalının, miras bırakanın 2. eşinin ilk evliliğinden olma oğlunun oğlu ( torunu ) olduğu, murisin ekonomik ve sosyal durumunun iyi olduğu, çok sayıda taşınmazının bulunduğu, satışa gereksinim duymadığı, hastalandığı dönemlerde bütün çocuklarının yanısıra davalıyla davalının babasının bakıp ilgilendikleri, getirtilen tedavi evraklarından Bağkurlu olup sağlık güvencesinin bulunduğu, taşınmazları satıştan önce davalının babası M. Y.’nin işlettiği, murisin ölümünden sonra eşine davalının babasının baktığı ve bedeller arası fark bulunduğu, öte yandan; temliklerin miras bırakanın ölümünden 50 gün önce gerçekleştirildiği halde, terekeden para çıkmadığı, davalının bedel ödediğini kanıtlayamadığı, tedavi masrafları için satışların yapıldığı savunulduğu halde, miras bırakanın Bağ-Kur tarafından karşılanmayan sağlık harcamasının bulunduğunun da ortaya konulamadığı görülmektedir. O halde, belirlenen bu olgular, yukarda açıklanan ilkelerle birlikte değerlendirildiğinde miras bırakanın çekişmeli taşınmazları davalıya temlikinin mirasçıdan mal kaçırma amaçlı ve muvazaalı olduğu kabul edilmelidir…” Yargıtay 1. Hukuk Dairesi 03.4.2013 tarih ve E:2012/15748, K:2013/4868 sayılı kararında;“… bağımsız bölümlerin miras bırakan tarafından temlik edilen üçüncü kişiler olan M. ve M. tarafından hiç kullanılmadığı, her iki bağımsız bölümün de aynı tarihte 1/2’şer pay ile davalılar H. ve Z.’e temlik edildiği, çekişmeli yerlerin resmi akit tarihindeki değerleri ile o tarihteki gerçek satış değerleri arasında açık ve aşırı nispetsizlik bulunduğu, mirasbırakının özellikle, o tarih itibariyle mal satma ihtiyacının olmadığı, miras bırakanın üçüncü kişiler M. ve M.’e çok düşük bedelle temlik etmesinin makûl ve zorunlu bir sebebinin bulunduğunun tespit edilemediği, devirlerin çok kısa aralıklarla yapıldığı görülmektedir. Böylece elde edilen tüm bilgi ve deliller yukarıdaki ilkelere birlikte değerlendirildiğinde muris tarafından eşine ve yaşları küçük olan ve alım gücü bulunmayan erkek çocuklarına üçüncü kişiler aracı olarak kullanılmak suretiyle yapılan temliki işlemlerin kız çocuklarından mal kaçırmak amaçlı dolayısıyla muvazaalı olduğu sonucuna varılmaktadır…” Yargıtay 1. Hukuk Dairesi 08.5.2013 tarih ve E:2013/4215, K:2013/7209 sayılı kararında;“… Dava, muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı pay oranında tapu iptali ve tescil mümkün olmadığı taktirde tenkis isteklerine ilişkindir… Somut olaya gelince; miras bırakan Z. S.’ın maliki olduğu 153 ada 9 parsel sayılı taşınmazı 05.08.2004 tarihinde oğlu davalı Baha’ya 22.000,00 TL bedelli satış suretiyle temlik ettiği, 3. Kişi L. K.’ın maliki olduğu 268 ada 24 parselde bulunan C blok 3 nolu bağımsız bölümü 11.11.2004 tarihinde davacı Suha’ya 35.000,00 TL bedelli satış suretiyle temlik ettiği, mahkemece bu taşınmazların satış bedellerinin tarafların babaanneleri Emine ve dedeleri Mustafa Lütfi tarafından ödendiği belirtilerek miras bırakanın amacının mirasçılar arasında mirasta denkleştirmeyi sağlamak olduğu gerekçesiyle davanın reddine karar verildiği anlaşılmaktadır. Ancak; denkleştirme konusunun tartışılması ve kabulü için miras bırakan tarafından tüm mirasçılarına hak ve nesafete uygun olarak taşınmaz temlikinin yapılması gerekir. Dosyada belirlenen olgular yukarıdaki ilkelerle birlikte değerlendirildiğinde; miras bırakan Zeki tarafından davalı Baha’ya çekişmeli 153 ada 9 parsel sayılı taşınmaz temlik edilmiş buna karşın davacı Suha’ya herhangi bir taşınmaz temlik edilmemiş olup dolayısıyla miras bırakandan oğlu Baha’ya satış yoluyla geçen taşınmazın intikalinin mirastan mal kaçırma amaçlı ve muvazaalı olduğu sonucuna varılmaktadır…” Yargıtay 1. Hukuk Dairesi 16.9.2013 tarih ve E:2013/13138, K:2013/12593 sayılı kararında;“… Somut olayda ise; yukarıda açıklanan olgular ile tüm dosya kapsamı bir arada değerlendirildiğinde, miras bırakanın mal satmaya ihtiyacının olmadığı, tapuda satış biçiminde gösterilen temlik karşılığında davalının bedel ödemediğini tanıkların beyan ettikleri, murisin diğer kızına yaptığı temliklerin mal kaçırma kastı taşıdığından iptaline ilişkin kesinleşmiş mahkeme kararının bu dava bakımından da güçlü delil niteliğinde olduğu gözetildiğinde, miras bırakanın asıl irade ve amacının satış olmayıp, mal kaçırma kastıyla davaya konu edilen temliki yaptığı anlaşılmaktadır…” Yargıtay 1. Hukuk Dairesi 04.6.2015 tarih ve E:2014/6610, K:2015/8276 sayılı kararında;“…Miras bırakanın, ölünceye kadar bakıp gözetme karşılığı yaptığı temlikin muvazaa ile illetli olup olmadığının belirlenebilmesi içinde, sözleşme tarihinde murisin yaşı, fiziki ve genel sağlık durumu, aile koşulları ve ilişkileri, elinde bulunan mal varlığının miktarı, temlik edilen malın, tüm mamelekine oranı, bunun makul karşılanabilecek bir sınırda kalıp kalmadığı gibi bilgi ve olguların göz önünde tutulması gerekir. Somut olaya gelince; ortak miras bırakanları M. E.’un 19/12/2004 tarihinde öldüğü, geriye mirasçı olarak davacılar ile davalının babası olan Süleyman’ı ve dava dışı kızları Fatma, Melek ve Nuray’ı bıraktığı, murisin kayden maliki bulunduğu 6 parça taşınmazdan 4 parça taşınmazını ölünceye kadar bakım akdi ile tek erkek çocuğundan olma torunu davalıya ölümünden bir ay önce temlik ettiği, yapılan araştırma sonucu temlike konu taşınmazlarla temlik dışı kalan iki parça taşınmazın değerleri arasında açık nispetsizlik bulunduğu, murisin ölümünden bir ay öncesinde malvarlığının önemli bir bölümünü devrettiği, bakım alacaklısı ile bakım borçlusunun edimleri arasında aşırı orantısızlık oluştuğu anlaşılmaktadır. Belirlenen bu olgular, yukarıda açıklanan ilkelerle birlikte değerlendirildiğinde; murisin ölünceye kadar bakım koşuluyla davalı torununa yaptığı temliki işlemlerin mirastan mal kaçırmak amaçlı ve muvazaalı olduğu sonucuna varılmaktadır…” Yargıtay 1. Hukuk Dairesi 19.4.2021 tarih ve E:2020/1253, K:2021/2396 sayılı kararında;“…Somut olayda, davalının da kabulünde olduğu üzere miras bırakanın dava konusu taşınmazları bedelsiz olarak davalı torununa temlik ettiği, her ne kadar davalı taraf denkleştirme savunmasında bulunmuş ise de amacın paylaştırma olmayıp kız çocuklarından ve ikince eşten mal kaçırma olduğu, bu nedenle muris muvazaasının şartlarının oluştuğu görülmüştür…” Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 03.6.2021 tarih ve E:2017/1218, K:2021/688 sayılı kararında;“…Bu açıklamalar bağlamında somut olay ele alındığında; cevap dilekçesinde miras bırakan ile maddi ve manevi yönden davalının ilgilendiği belirtilmekle birlikte sonuç olarak babasının parasal ihtiyacı nedeniyle taşınmazın bedeli karşılığında satın alındığı savunulmuştur. Dosya kapsamından tarafların annesinin uzun yıllar önce öldüğü, bekâr olan davalının babası ile birlikte yaşadığı, onunla ilgilenip ihtiyaçlarını karşıladığı anlaşılmakta ise de emekli maaşı ve sosyal güvencesi bulunan miras bırakanın özel bir bakım ve ihtimama ihtiyacının olduğuna dair dosya arasında bir delil bulunmamaktadır. Davalının …’ya taşınması üzerine miras bırakan 2006 yılında bakımevine yerleştirilmiş, davalı tanığı olarak dinlenen ve tarafların kardeşi olan … ise o tarihe kadar babasının sağlıklı olduğunu beyan etmiştir. Bu durumda davalı tarafından evlat olarak yapılan bakım ve ilginin normal bir bakımın ötesinde kabul edilerek, ivaz olarak değerlendirilmesi mümkün değildir. Diğer yandan, taşınmazın satıldığı 1996 yılında miras bırakan 76 yaşında olup tek mal varlığı olan ve içinde oturduğu evini satmasını gerektirir miktarda yüklü bir para ihtiyacı olduğu kanıtlanamadığı gibi taşınmazı bedeli karşılığında satın aldığını ileri süren davalı tarafından satış bedeli ödediği savunması da kanıtlanamamıştır. Tüm bu olgular yanında miras bırakanın dava konusu taşınmazı düzenlediği vasiyetname ile davalı kızına vasiyet ettikten üç yıl sonra intifa hakkını üzerinde tutarak tapuda davalıya satış suretiyle devretmiş olması da Hukuk Genel Kurulu çoğunluğu tarafından davalı kızına bedelsiz olarak mal kazandırma konusundaki kararlılığının bir göstergesi olarak kabul edilerek, murisin kendisi ile birlikte yaşayan kızını diğer çocuklarından üstün tutarak onu kayırdığı, diğer mirasçılarından mal kaçırmak amacıyla dava konusu taşınmazı bedelini almadan davalıya temlik ettiği, tapuda gösterilen satışın gerçek bir satış olmayıp, bağış amacıyla yapıldığı sonucuna varılmıştır…” Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 07.02.2023 tarih ve E:2022/7739, K:2023/620 sayılı kararında;“…1. Dosya içeriğinden ve toplanan delillerden; 1944 doğumlu miras bırakan …’nin 18.09.2016 tarihinde öldüğü, geriye mirasçı olarak davacı oğlu M. ile davalı oğlu …’in kaldıkları, murisin maliki olduğu 7711 parsel sayılı taşınmazını 13.03.2009 tarihli satış işlemi ile davalı oğluna temlik ettiği anlaşılmaktadır. Tüm dosya kapsamı ve dinlenen tanık beyanları itibariyle; murisin tek malvarlığı olan dava konusu taşınmazını birlikte yaşadığı davalı oğluna bedelsiz bir şekilde devrettiği, davacı ile murisin ayrı yaşadıkları, temlikin bakım karşılığı yapıldığı hususunun davalı tarafça usulüne uygun şekilde ispatlanamadığı gözetildiğinde yapılan temliki işlemin mirastan mal kaçırma amaçlı ve muvazaalı olduğu açıktır…” Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 05.7.2023 tarih ve E:2022/89, K:2023/709 sayılı kararında;“… Dosya kapsamında yer alan belgeler ile dinlenen tanık beyanlarına göre, miras bırakanın ekonomik durumunun yerinde olduğu, dava konusu taşınmazın satış tarihinde tapuda gösterilen bedel ile gerçek bedeli arasında fahiş fark bulunduğu, murisin dava konusu taşınmazı satmasını gerektirir makul ve haklı bir nedenin olduğu ortaya konulamadığı gibi davalı tarafça da tapudaki devir işlemi sırasında murise herhangi bir bedel ödenmediğinin kabul edildiği, murisin sağlığında tüm mirasçılarını kapsar şekilde yapılan bir taksim işleminin olmadığı, murisin dava konusu taşınmazı temlikinden sonra davalıdan diğer mirasçıların haklarını vermesini istediği, ölümünden sonra bu konuda tanıklık etmesi için davacı tanığına vasiyette bulunduğu, davalı ile ve kardeşi …’ın yaşları ve Almanya’da çalışarak geçirdikleri sürenin kısalığı ile tanık beyanları dikkate alındığında davalının yurt dışından gönderdiği paraların bu taşınmazla ilgisinin olmadığı, murisin davalıya yaptığı temliğin mal kaçırmak amaçlı bedelsiz ve muvazaalı olduğu sonucuna varılmıştır. Her ne kadar taşınmazların dava dışı … ve davalı tarafından yurt dışından gönderilen paralarla alındığı savunulmuş ise de; davalı tarafın savunmasında yer alan bu olgunun ispatlanamadığı, taşınmazın … ve davalının katkıları ile alınması durumunda murisin …’ın mirasçılarına da pay vermesi gerekmektedir. Murisin edinme tarihi ile temlik tarihi arasında yirmi üç yıl olduğu gözetildiğinde murisin yirmi üç yıl boyunca hakkın iadesini gerçekleştirmemesinin hayatın olağan akışına uygun düşmediği gibi inandırıcı da bulunmamıştır…” Yargıtay aşağıdaki işlemlerin muris muvazaası kapsamında değerlendirilemeyeceğine hükmektedir: -Taşınırların devri işlemleri (taşınır malların devri şekli bağlı olmadığından gizli işlem olan bağışlama sözleşmesi geçerli olacağından), -Tapusuz taşınmazların devri (tapusuz taşınmazlar devre konu olduğunda taşınır mal kabul edildiklerinden dolayı), -Vasiyetname yoluyla yapılan kazandırmalar (muvazaa iki taraflı bir hukuki işlem olduğundan dolayı, tek taraflı bir hukuki işlem olan vasiyetnameleri de muris muvazaası olarak değerlendirilmez.), -Bağışlama yoluyla yapılan kazandırmalar (miras bırakanın asıl iradesi ile işlem arasında uyumsuzluk bulunmadığından), -Gizli bağış yoluyla yapılan kazandırmalar (taşınmaz miras bırakan adına kayıtlı olmadığı için), -Kooperatif ve şirket ortaklık payının devri (kişisel hakların devri niteliğinde olduğundan), -Miras bırakanın haricen sattığı taşınmazın mahkeme kararıyla tapuya tescil ettirilmesi, -İntifa hakkı tesisi, -Uzun süreli kira sözleşmesi yapılması, -Muvazaalı borç senedi düzenlenmesi, -Kadastro tespitinde miras bırakanın irade beyanı ve iyi niyetli üçüncü kişilere yapılan devirler (muris muvazaası şartlarını taşımadığından) Muris muvazaası da öteki nispi muvazaalar gibi dört unsurdan oluşmaktadır.Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 16.6.2010 tarih ve E:2010/295, K:2010/333 sayılı kararında bunlar;“… a- Görünüşteki Sözleşme:Miras bırakanın, mirasçıdan mal kaçırmak, onlann kendilerinden mal kaçırıldığı yönünde yapacakları itirazları, açacakları davaları önlemek, başka bir anlatımla onları aldatmak için karşı taraf ile anlaşarak, gerçek iradesine uygun düşmeyecek ve hiçbir hüküm ve sonuç doğurmayacak biçimde düzenlediği sözleşmeye görünüşteki sözleşme denir. b- Üçüncü Şahısları ( Mirasçıları ) Aldatmak Amacı :Muris muvazaasına bu açıdan bakıldığında, öteki nispi muvazaalardan farkı mirasçıları aldatmak amacıyla yapılmasıdır. Daha açık anlatımıyla, muris muvazaasında aldatmak isteyen (muvazaalı işlem yapan ) miras bırakan, aldatılmak istenen ise mirasçıdır. Oysa muris muvazaası dışında kalan mutlak ve nispi muvazaalarda aldatılmak istenen üçüncü kişinin mirasçı olması şart değildir. c- Tarafların Beyanları ile İradeleri Arasında İsteyerek Meydana Getirdikleri Uyumsuzluğu Açıklayan Muvazaa Anlaşması :Muris muvazaasındaki muvazaa anlaşması, miras bırakan ile karşı taraf arasında görünüşte yapılan sözleşmenin niteliğini değiştiren sözleşmedir. d- Gizli Sözleşme :Muris muvazaasının son unsuru, tüm nispi muvazaalarda olduğu gibi gizli sözleşmedir. Miras bırakan malını bağış yoluyla devretmek istemekte, bu iradesine uygun bir sözleşme yapmaktadır. Ne var ki, bu sözleşmeyi gerçek iradesine uygun olmayan başka nitelikteki bir sözleşmenin arkasına gizlemektedir. Gerçek iradesine uygun olmayan, bilinen ve açıklanan sözleşmeye “görünüşteki sözleşme”, gerçek iradesine uygun olan, ancak saklanan gizli kalan sözleşmeye de “gizli sözleşme” denmektedir. Muris muvazaasında gizli sözleşme daima bağış sözleşmesi şeklinde yapılmaktadır. O halde muris muvazaasında öteki mirasçılardan gizlenen, malın temliki değil, temlik sözleşmesinin niteliğidir. Gizil sözleşme bulunmadığı takdirde muris muvazaasından söz etme olanağı yoktur…” Muris muvazaasına dayalı olarak açılan davalarda ispat yükü ise muvazaanın varlığını iddia eden tarafa aittir. miras bırakanın yaptığı taşınmaz devirlerindeki gerçek irade ve amacının mirasçıdan mal kaçırmak olduğunu, bu hususu ileri süren davacı taraf kanıtlamalıdır. Yargıtay 1. Hukuk Dairesi 06.02.2019 tarih ve E:2018/450, K:2019/664 sayılı kararında;“Davacı tanıklarının temliğin muvazaalı olduğu yönünde beyanda bulunmadıkları, ortak tanık ve diğer davalı tanıklarının davacının borçları nedeniyle miras bırakanın taşınmazı sattığını ve davalının alım gücü olduğunu bildirdikleri, ayrıca tanıkların miras bırakanın davacıdan mal kaçırmasını gerektirir bir durum olduğunu ortaya koyamadıkları da açıktır. Salt bedeller arasındaki oransızlıkta tek başına muvazaanın delili değildir…” Yargıtay 1. Hukuk Dairesi 10.02.2020 tarih ve E:2016/14841, K:2020/748 sayılı kararında;“ Somut olayda, miras bırakanın diğer mirasçılarından mal kaçırmasını gerektirir bir neden ve muvazaanın varlığı konusunda somut bir olgu ortaya konulamadığı gibi davanın kabulü halinde hak sahibi olacak mirasçı E.’in de miras bırakanın gecekondusunun yandığı ve davalının onararak kullanılacak hale getirdiği, davalının yapmış olduğu masraflar hariç satış bedelini de miras bırakana ödediği, satışın gerçek olduğu yönünde beyanda bulunduğu görülmüştür. Dolayısıyla, davacı temlikin muvazaalı olduğu iddiasını kanıtlayamamıştır. Öte yandan, bedeller arasındaki fark da tek başına muvazaanın kanıtı değildir. Yargıtay 1. Hukuk Dairesi 05.6.2005 tarih ve E:2005/5913, K:2005/6859 sayılı kararında;Tarafların gösterdikleri ve gösterecekleri tüm delillerin toplanması, bu arada taşınmazların imar görmesi nedeniyle imar evraklarının ve öncesinin getirtilmesi, davanın kanıtlanması halinde, miras bırakan tarafından davalıya yapılan temlikin ne ölçüde imar parsellerine yansıdığının saptanıp gözetilmesi ve toplanan tüm deliller birlikte değerlendirilerek sonucuna göre bir hüküm kurulması gerekir. Dava açan mirasçılar, miras bırakan ile davalı arasındaki sözleşmenin dışında olduklarından üçüncü kişi konumundadırlar. Bu nedenle iddialarını tanık dâhil olmak üzere her türlü delille kanıtlamaları mümkündür. Saklı pay sahibi olsun veya olmasın miras hakkı çiğnenen tüm mirasçılar dava açarak resmi sözleşmenin muvazaa nedeni ile geçersizliğinin tesbitini ve buna dayanılarak oluşturulan tapu kaydının iptalini isteyebilirler. Muvazaalı işlem geçersiz olup, hiçbir hüküm ve sonuç doğurmaz. Bu nedenle muvazaanın ileri sürülmesi, zamanaşımına veya hak düşürücü süreye tabi olmayıp muvazaa nedenine dayanılarak her zaman dava açılabilir. Ancak, bu davalar sadece miras bırakanın vefat etmesinden sonra açılabilir. Yargıtay 1. Hukuk Dairesi 02.6.2004 tarih ve E:2004/6056, K:2004/6649 sayılı kararında;“… Bilindiği üzere muvazaalı işlem geçersiz olup, hiçbir hüküm ve sonuç doğurmaz. Ayrıca belirli bir sürenin geçmesiyle veya tarafların olurları ile geçerli hale gelemez. Bu itibarla, muvazaa nedenine dayanılarak, her zaman dava açılabilir. Açılan dava sonunda verilen karar yenilik doğurucu değil, açıklayıcı bir karar olduğundan geçmişe etkili hüküm ve sonuç doğurur. Yargıtay’ın Yerleşmiş İçtihatlarına göre hakkı çiğnenen tüm mirasçılar, Borçlar Kanununun 18. maddesine dayanarak pay oranında iptal ve tescil davası açabilecekleri gibi taşınmazın terekeye döndürülmesini de isteyebilirler. Bunlardan birinin tercihi ötekine göre kişinin haklarında bir azalma veya çoğalma yaratmaz.” Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 06.5.2015 tarih ve E:2013/2302, K:2015/1313 sayılı kararında;“Dava murisin ölümünden 33 yıl geçtikten sonra açılmıştır. Muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı davalarda zamanaşımının söz konusu olmadığı, işlemin muvazaalı olması durumunda üzerinden bir zaman geçmesi halinde geçerli hale gelmeyeceği ve herhangi bir süreye bağlı olmaksızın her zaman açılabileceği kuşkusuzdur. Bu nedenle muris muvazaasına dayalı olarak dava açılmasının hakkın kötüye kullanılması niteliğinde değerlendirilmesi mümkün değildir…” Ecrimisil, haksız işgal nedeniyle tazminat olarak nitelendirilen özel bir zarar giderim biçimi olması nedeniyle, en azı kira geliri karşılığı zarardır. 25.05.1938 tarih ve 29/10 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı ve Yargıtay’ın aynı yoldaki yerleşmiş içtihatları uyarınca ecrimisil davaları beş yıllık zamanaşımına tabi olup bu beş yıllık süre dava tarihinden geriye doğru işlemeye başlar. Yargıtay 1. Hukuk Dairesi 13.02.2018 tarih ve E:2017/4581, K:2018/905 sayılı kararında;“Murisin ölümü ile terekesinin mirasçılarına intikal edeceği ve ölüm tarihi itibarıyla mirasçılarının hak sahibi olacağı gözetildiğinde, taşınmazı haksız olarak kullanan kişinin ecrimisil sorumluluğunun da murisin ölüm tarihinden itibaren başlayacağı açıktır.“ E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. İLGİLİ MEVZUAT YERLEŞİK YARGITAY KARARLARINA GÖRE MURİS MUVAZAANSININ TESPİTİNDE DİKKATE ALINACAK HUSUSLAR MİRAS BIRAKANIN TAPULU TAŞINMAZLARININ TEMLİKLERİNDE YAPTIĞI MUVAZAANIN KABUL EDİLDİĞİ HALLEREİLİŞKİN ÖRNEK YARGITAY KARARLARI YARGITAY’A GÖRE MURİS MUVAZAASI KAPSAMINDA DEĞERLENDİRİLEMEYECEK DURUMLAR YARGITAY’A GÖRE MURİS MUVAZAASININ ŞARTLARI Benzer yazılar:Yargı Kararlarıyla Tiny HouselarYargı Kararlarıyla Tarım Arazilerinde Yapılaşma (Bağ Evi, Tarımsal Amaçlı Depo vb.)Yargı Kararlarıyla İmar Planlarının İptali SebepleriYargı Kararlarıyla Ceza Muhakemesinde Usulden Bozma Sebepleri", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/yargitay-kararlariyla-muris-muvazaasinin-ispati-ve-unsurlari/"}
{"prompt": "İçindekiler 2018 yılında İmar Barışı adı altında yapılan yasal düzenleme ile 31.12.2017 tarihinden önce yapılan izinsiz yapılar için Yapı Kayıt Belgesi alınarak yapılan inşaatın olumsuz hukuki sonuçlarından kurtulma imkanı getirilmişti. Nitekim çok sayıda yurttaş ilgili düzenlemenin getirdiği haktan yararlanarak kapsam dahilindeki yapıları için Yapı Kayıt Belgesi almıştı. Zaman içerisinde alınan bu Yapı Kayıt Belgelerinin bir kısmının çeşitli gerekçelerle iptal edildiğini görüyoruz. Bu hallerden biri yapı kayıt belgesine konu taşınmazın bir kısmının 31.12.2017 tarihinden sonra yapılmasına rağmen tamamı için Yapı Kayıt Belgesi alınması, bir diğeri ise yine yapı kayıt belgesine konu taşınmaza yapı kayıt belgesi alındıktan sonra ilave inşaat yapıldığının tespit edilmesidir. Bu iki durumda da yapı kayıt belgesinin içeriğine aykırı inşaat yapının tamamını değil bir kısmını oluşturmasına rağmen iptal işlemi yapı kayıt belgesini tümüyle iptal etmektedir. Bu iptal uygulamaları açık bir hukuki düzenlemeden değil yorum veya takdir hakkının tartışmalı bir şekilde kullanılmasından kaynaklandığından idari uygulamada bir yeknesaklık bulunmamaktadır. Dolayısıyla aynı durumdaki yurttaşlar farklı idari uygulamalar sebebiyle farklı sonuçlarla karşılaşmaktadır. Daha açık söylemek gerekirse aynı yasal düzenlemeden aynı maddi koşullar çerçevesinde yararlanmış olan bazı kişilerin yapı kayıt belgeleri iptal edilerek bu kişiler yıkım ve para cezalarına maruz bırakılmakta buna karşın aynı durumdaki bazı yurttaşlar emlak zengini olmaktadır. Yargı kararlarında bu tip durumlarda yapı kayıt belgesinin tamamen mi yoksa kısmen mi iptal edilmesi gerektiğine ilişkin farklı sonuçlara ulaşılmıştır. Aşağıda kısmi iptal gerektiren bu iki durumla ilgili yargı kararlarına yer vereceğiz. Yapı Kayıt Belgesinin iptali bir idari yaptırımdır. Ve idarenin bir yaptırım uygulayabilmesi için tereddüte yer bırakmayacak şekilde; somut, net, ayrıntılı bir tespit yapması gerekir. Maddi gerçeği ortaya koyan net bir tespit idari yaptırımın ilk şartıdır: “Bu durumlara göre, yukarıda yer verilen mevzuat hükümlerinde, inşaat halindeki yapılarda 31/12/2017 tarihi itibari ile bitmiş olan kısımlar için ilave inşaat alanı ihdas etmemek şartı ile yapı kayıt belgesi verileceği ve yapı kayıt belgesi verilen kısımların eksik inşaat işlerinin tamamlanabileceği belirtilmiş olup, yapı kayıt belgesine konu 5. katın 31.12.2017 tarihinden sonra yapıldığı açıkça ortaya konulamadığından yapı kayıt belgesinin iptaline ilişkin dava konusu işlemde hukuka uyarlık bulunmamaktadır.”(Adana BİM, 2. İDD, E. 2020/271 K. 2020/121 T. 20.10.2020) Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki İmar Barışı olarak bilinen 3194 sayılı İmar Kanunu’nun Geçici 16. maddesinde ve Yapı Kayıt Belgesi Tebliğinde;“yapı kayıt belgesi alındıktan sonra ruhsatsız ilave yapılması”şeklinde bir iptal sebebi bulunmamaktadır. Yapı Kayıt Belgesi alındıktan sonra ruhsatsız ilave yapılmış ise, bunun müeyyidesi 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 32. ve 42. maddeleri uyarınca yıkım ve para cezası verilmesidir. Böyle bir durumda dahi, yapının tamamı için değil sadece ilave ruhsatsız kısım için yıkım ve para cezası verilebilir. Bu durumda, davalı idarece 31/12/2017 tarihinden önce yapılmış olan ve yapı kayıt belgesi ile uyumlu olan kısımlar hariç tutulmak suretiyle sadece 31.12.2017 tarihinden sonra inşa edildiği somut olarak kanıtlanan yapı kısımları açısından yapı tatil tutanağı düzenlenmesi ve ancak bu kısımlar hakkında idari para cezası uygulanması mümkün iken, yapının tamamı hakkında düzenlenen yapı tatil tutanağı esas alınarak idari para cezası verilmesine ilişkin dava konusu belediye encümeni kararında hukuka uyarlık, dava konusu işlemin iptali yolunda verilen İdare Mahkemesi kararında sonucu itibariyle isabetsizlik görülmemiştir.(İstanbul BİM, 5. İDD, E. 2020/926 K. 2020/1590 T. 13.10.2020) ‘’Yapı kayıt belgesinin incelenmesi istemiyle yapılan başvuru üzerine yapı kayıt belgesinin, yapının 31.12.2017 tarihinden önce yapılmış olan kısmı için geçerli olduğu, yapının eski haline getirilmesinin sağlanması gerektiğinin davalı idareye bildirildiği göz önüne alındığında, 3194 sayılı Kanunda belirtilen usule uygun, somut, ayrıntılı ve gerekçeli tespitler içermeyen yapı tatil tutanağında hukuka uyarlık, Mahkeme kararında sonucu itibariyle isabetsizlik bulunmamaktadır.”(Samsun BİM, 2. İDD, E. 2020/154 K. 2020/404 T. 11.6.2020) Bu çerçevede 1984 yılında 2981 sayılı Kanunla getirilen İmar Affı düzenlemesi kapsamında Danıştay kararlarının kazanılmış hakların dikkate alınarak korunduğunu ve toptancı bir yaklaşım sergilenmediğini hatırlamakta fayda bulunuyor.(Bkz. Danıştay 14. Dairesinin 26.04.2016 tarih ve E:2014/6749, K;2016/3287; Danıştay 14. Dairesinin 01.04.2013 tarih ve E:2011/16129, K;2013/2319) İmar Barışı düzenlemesinde bu iki hale ilişkin açık bir hüküm bulunmadığından idarelerin takdir yetkilerini kolaylıkla belgenin tamamının iptali yönünde kullanabildiği görülmektedir. Bu uygulamaların bir kısmı yargıya taşınmakta ve kimi durumlarda örneklerini verdiğimiz yönde kısmi iptal ve kısmi yıkım ve para cezası öngören kararlar çıkmaktadır. Bununla birlikte aksi yönde kararlarla da karşılaşılabilmektedir. “Davacı tarafından ibraz edilen belgeler ile Jandarma tarafından tutulan tutanak ve eki fotoğraflar da dikkate alınarak yapının “kayıt altına alınan hali ile” 31.12.2017 tarihinden önce mevcut olup olmadığının, 31.12.2017 tarihinden sonra inşa edilen kısımları mevcut ise bu kısımlara yönelik ayrım yapılarak, 21.12.2018 tarihli, GHG83RS1 belge numaralı yapı kayıt belgesi hakkında,gerekirse kısmen iptal yolunda işlem tesis edilmesi gerekirken, yapı kayıt belgesinin tamamının iptali yolunda tesis edilen dava konusu işlemin“usule ve hukuka aykırı olduğuna karar verilmiştir.(İstanbul Bölge İdare Mahkemesi 5. İdare Dava Dairesi’nin 29.12.2020 tarih ve E:2020/1338, K:2020/2431) “…İnşası devam eden yapıda 31.12.2017 tarihinden sonra yapılan eklemeler mevcut ise, bu durumun kesin olarak tespit edilmesi halinde sonradan yapılan kısımlara ilişkin olarak yapı kayıt belgesi verilmesine ilişkin mevzuat hükümleri ile hukuki dayanağının bulunması halinde 3194 sayılı Kanunun 32. maddesi hükümleri çerçevesinde işlem yapılabileceği, daha açık bir anlatımla yapının tamamı için verilen yapı kayıt belgesi hakkında,sadece 31.12.2017 tarihinden sonra yapılan kısımlar için iptal kararı verilmesi mümkün ikenyapının 31.12.2017 tarihinden önce yapılan kısımlarını da içeren belgenin tamamının iptal edilmesinin”hukuka aykırı olduğuna karar verilmiştir.(Samsun Bölge İdare Mahkemesi 2. İdare Dava Dairesinin 03.07.2020 tarih ve E:2019/1134, K:2020/442) Söz konusu yargı kararlarına neden olan sorunların ortaya çıkmasında daha öncede belirttiğimiz gibi idarenin yasal düzenlemedeki yaptırım kapsamını genişleten yorumlarıdır. Bu konudaki kafa karışıklığının bir örneği olarak idarenin en tepesinden Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Altyapı ve Kentsel Dönüşüm Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nün bildirdiği bir görüşten örnek verilebilir. 06.12.2019 tarihli bu yazıda Yapı Kayıt Belgesinin 31.12.2017 sonrası İmar mevzuatına aykırılıkları kapsayacak şekilde düzenlenmiş olması halinde belgenin geçerli kabul edilemeyeceği söylenmiştir. Ancak Yapı Kayıt Belgesi başvuruları sona erdiğinden belgenin hemen iptal edilmeyerek 31.12.2017 sonrasında yapılmış aykırılıkların giderilmesi için süre verilmesi, aykırılıkların giderilmemesi halinde belgenin tümden iptal edilmesi yönünde görüş bildirilmiştir. İmar Barışına ilişkin yasal düzenlemede Yapı Kayıt Belgesinin yukarıda belirtilen hallerde tümden iptal edileceğine ilişkin herhangi bir hüküm bulunmamaktadır. Yapı Kayıt Belgesi İptalinin mülkiyet hakkına müdahale teşkil ettiğinde herhangi bir şüphe yoktur. Dolayısıyla böyle bir müdahale ancak yasada yer aldığı takdirde hukuka uygun olabilir. Aksi takdirde müdahale mülkiyet hakkının ihlali sonucunu doğuracaktır. İlgili yasal düzenlemede iptale sebebiyet verebilecek çeşitli durumlar düzenlenmişse de yukarıda saydığımız hallerin yorum yoluyla bu sebeplere eklenmesi de mümkün değildir. Zira söz konusu iptal halleri Yapı Kayıt Belgesi alınabilecek durumların istisnalarını teşkil eder ve istisnalar dar yorumlanmalıdır. Bunun yanında söz konusu hallerin yapı kayıt belgesinin iptalinin gerekçesi sayılması bu aykırılık hallerine yönelik ölçüsüz bir yaptırım teşkil etmektedir. Zira kanuni düzenlemeye dayanarak alınmış olan Yapı Kayıt Belgesi ayrık sayılabilecek bir hukuki aykırılık nedeniyle tümden iptal edilmektedir. Bu durum gerek 1984 sayılı İmar Affına bağlı uygulamalarla gerekse İmar Mevzuatından kaynaklanan uygulamalarla tutarsız bir görünüm arz etmektedir. Yapı Kayıt Belgesinin iptalinin sonuçları dikkate alındığında bu yaptırımın ceza niteliğinde olduğunu iddia etmek mümkündür. Bu durumda hem suç ve cezanın kanuniliği ilkesi hem de cezanın suçla orantılı olması gerektiği ilkesi ihlal edilmiş olur. En az bunlar kadar önemli olan başka bir husus da idari ve yargısal uygulamanın birliği meselesidir. Açık yasal düzenleme yokluğunda idarelerin birbirlerinden farklı işlemler yapması, bir bütün olarak idareye güveni zedelemektedir. Bu birliğin yargı organları tarafından da sağlanamaması hukuka ve yargıya olan güveni de zedeleyecektir. E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. 31.12.2017 TARİHİNDEN SONRA YAPILDIĞI AÇIKÇA ORTAYA KONULAMAYAN YAPILARA AİT YAPI KAYIT BELGESİ İPTAL EDİLEMEZ YAPI KAYIT BELGELİ TAŞINMAZA EKLEMELER YAPILDIĞININ TESPİT EDİLMESİ SONUÇ Benzer yazılar:Tapu Tahsis Belgesi Yürürlükten KalkıyorYapı Kayıt Belgesinin İptali ve Sonrasındaki SüreçYapı Kayıt Belgesinin Hukuki Niteliği Ve Sağladığı HaklarSit Alanı, Kıyı, Orman Gibi Özel Kanunlara Tabi Alanlardaki Yapı Kayıt Belgesi Bulunan Yapılar Hakkında Yıkım Ve Para Cezası Karar Alınabilir Mi?", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/yapi-kayit-belgesinin-kismen-iptali/"}
{"prompt": "İçindekiler Doğal sit alanlarındaki yapılarda gerçekleştirilecek tadilatlar normalde Koruma Bölge Komisyonunun iznine tabidir. Dolayısıyla böyle bir yapıda Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Komisyonundan gerekli izin alınmadan esaslı tadilat yapılması halinde 2863 sayılı Kanun’un 65. maddesi uyarınca“Korunan alanlardaizin alınmadan inşai ve fiziki müdahalede bulunulması”suçu ortaya çıkacaktır. Halihazırda bu suç için öngörülen ceza 2 yıldan 5 yıla kadar hapis cezasıdır. Bununla birlikte Koruma Yüksek Kurulunun 94 sayılı İlke Kararı çerçevesinde Doğal Sit Alanlarında bulunan bazı yapılar için esaslı tadilatları da kapsayan bir izin muafiyeti getirilmiştir. Dolayısıyla aşağıda aktaracağımız koşulların oluşması halinde bazı tadilatlar bakımından genel kuralda yer alan izin şartı aranmayarak, izinsiz yapılmış tadilat için 2863 sayılı Kanun bakımından bir sorumluluk doğmayacaktır. Ne var ki uygulamada söz konusu muafiyetin gözardı edildiği ve muafiyet kapsamındaki tadilatlar için de genel kural çerçevesinde işlem yapıldığı ve cezalar verildiği görülmektedir. Aşağıda kısaca ilke kararlarının hukuk düzeni içerisindeki yerini ve 94 sayılı ilke kararının getirdiği muafiyetin kapsamını ele alacağız. 2863 sayılı Kanun Kapsamında Korunan Alanlarda Öncelikle İlke Kararlar Kapsamında Bir Değerlendirme Yapılması Gerekmektedir: 2863 Sayılı Kanun’un 9.maddesişu şekildedir: ”Koruma Yüksek Kurulununilke kararları çerçevesindekoruma bölge kurullarınca alınan kararlara aykırı olarak, korunması gerekli taşınmaz kültür ve tabiat varlıkları ve koruma alanları ile sit alanlarında inşaî ve fizikî müdahalede bulunulamaz, bunlar yeniden kullanıma açılamaz veya kullanımları değiştirilemez.’’ Madde hükmünden açıkça görüleceği üzere Koruma Bölge Kurullarının alacağı kararlar Koruma Yüksek Kurulunun ilke kararlarına uygun olmalıdır. Bunun yanında aynıkanunun “Kararlara Uyma Zorunluluğu” başlıklı 61. maddesi uyarınca“Kamu kurum ve kuruluşları ve belediyeler ile gerçek ve tüzel kişiler, Koruma Yüksek Kurulu ve koruma bölge kurullarının kararlarına uymak zorundadır.” Bu hükümler çerçevesinde idarenin bu konuda verebileceği izinlerin kapsamının Koruma Yüksek Kurulu ilke kararlarıyla da belirlendiği açıktır. 03.02.2016YürürlüğeGiren 94SayılıKoruma Yüksek Kurulu KararıDoğal Sit Alanlarinda Kalan YapılardaBelli Bir Kapsamda İzin Muafiyeti Getirmiştir: 94 Sayılı İlke Kararı çerçevesinde bazı yapılarda ve belli türdeki tadilat Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Komisyonu Kararına Gerek Kalmaksızın gerçekleştirilebilecektir. Doğal Sit Alanlarında olup, ruhsatı ve mimari projesi daha önce ilgili idaresince uygun görülen mevzuata uygun olarak tamamlanmış veya mevzuata uygun devam eden veya yapı ruhsatı almış veya yapı kullanma izni almış yapılarizin muafiyeti kapsamındadır. Vaziyet planında kaydırma ve yer değişikliği yapmamak, taban alanı büyüklüğü, kontur ve çatı dahil bina yüksekliğini değiştirmemek kaydı ile: Tekrarlayacak olursak 94 sayılı ilke kararı kapsamında kalan yapı ve tadilatlar için Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Komisyonu kararına gerek bulunmamaktadır. Ancak bu tür yapılardaki tadilatlar için imar mevzuatının ilgili hükümleri geçerliliğini korumaya devam etmektedir. Dolayısıyla bu tür tadilatları yapmak isteyenler imar mevzuatında belirtilen yetkili idarelerden izin almak zorundadır. Korunan alanlarda bulunan yapılarda gerçekleştirilecek tadilatlarda ilgili idarenin (Belediye/İl Özel İdaresi) yanında Koruma Bölge Kurullarından da izin alınması bir zorunluluktur. Ancak yazımızın konusu olan ilke kararında yer alan niteliklerdeki tadilatlar için kuruldan izin alınması şartı kaldırılmıştır. Bu kapsamdaki tadilatlar için izin istendiğinde taşınmaz belediye veya mücavir alan sınırları içerisindeyse belediye, bunun dışındaki alanlarda ise İl Özel İdaresi tarafından Koruma Bölge Komisyonundan bir izin ya da görüş alınmasına gerek olmaksızın izin verilebilecektir. Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Komisyonunun izni ya da onayı olmadığı gerekçesiyle tadilat talepleri reddedilemeyecektir. Bu zorunluluk 2863 sayılı Kanun’un 61. maddesinin doğal sonucudur. İzinsiz inşai faaliyette bulunmak genel olarak TCK 184 İmar Kirliliğine Neden Olma Suçu kapsamında ele alınır. Ancak Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu kapsamında özel olarak korunan alanlarda kalan yapılar bakımından ise 2863 sayılı Kanunun 65. madde hükmü uygulanmaktadır. Söz konusu 65. madde uyarınca izin almaksızın inşai ve fiziki müdahalede bulunanlar 2 yıldan 5 yıla kadar hapis ve 5000 güne kadar adli para cezası ile cezalandırılmaktadır. Söz konusu maddede yer alan inşai ve fiziki müdahalenin izin alma koşuluna bağlanmış olması yazımızın konusu bakımından önem taşımaktadır.94 sayılı ilke kararı, karar kapsamında yer alan yapı ve tadilatlar bakımından tabiat varlıklarını koruma bölge komisyonundan izin alınma şartını kaldırmış olduğundan bu kapsamdaki yapı ve tadilatlar bakımından 65. maddenin uygulanma olanağı ortadan kalkmaktadır.94 sayılı ilke kararı kapsamındaki yapı ve tadilatlar imar mevzuatına ilişkin genel hükümlere tabi olacaktır. Dolayısıyla bu mevzuata aykırılık halinde başvurulması gereken yaptırım TCK madde 184’tür. Aksi bir uygulama belli kapsamındaki yapılar bakımından 2863 sayılı Kanun’un getirmiş olduğu takip, koruma ve izin rejiminin ortadan kalkmasına rağmen bu rejimle ilişkilendirilmiş yaptırımın varlığını sürdürmesi anlamına gelecektir. Bu da orantısız bir ceza teşkil edecektir. TCK madde 184 bakımından İmar Kirliliğine Neden Olma Suçunun unsurlarına ilişkin kaleme aldığımız yazılara ilaveten burada kısacaYargıtay Ceza Genel Kurulunun 2015/176 E. 2018/503 K. sayılı kararındaİmar Kirliliği Suçu’nun oluşabilmesi için gereken şartlar tartışılmış ve bu suçun oluşabilmesi için İmar Kirliliği Suçu’nun oluşabilmesi için, yapılan değişikliklerin bina niteliğinde olması ve bina kabul edilebilmesi için de: – Binanın Taşıyıcı unsurlarını etkilemesi – Kapalı Alan kazanma niteliğinde olması gerektiğine hükmedilmiştir. Eğer yapılan tadilat ilke kararda çizilen sınırların dışına taşmıyor ve İmar Kirliliğine Neden Olma suçu için aranan şartları da taşımıyorsa beraat kararı verilmesi gerekecektir. Sonuç olarak söyleyebiliriz ki 94 sayılı İlke Kararının izin muafiyeti getirdiği yapı tadilatlar bakımından izinsiz gerçekleştirilen tadilatlar 2863 sayılı Kanun’un 65. maddesine girmeyeceği gibi eğer koşulları oluşmamışsa TCK 184 kapsamına da girmeyecektir. 94 sayılı ilke kararı öncesinde veya ilke kararı gözardı edilerek yapılmış ve kesinleşmiş yargılamalar söz konusu olduğunda pek çok haksız sonucun ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Bu yargılamaların olumsuz sonuçlarını ortadan kaldırabilmek için yargılamanın iadesi kurumuna başvurmak suretiyle bilirkişilerin ruhsata tabi yapılara dair yanlış değerlendirmelerine dayanmak mümkün olabilir. E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. Hangiyapılarizinmuafiyetikapsamındadır? Hangitadilatlariçinizingerekmez? Kuruldan İzin Şartının Kaldırılmasının Sonuçları: Benzer yazılar:Ruhsatsız Pergola Ve Sundurma Yapılabilecek Durumlarİmar Hukukunda Ruhsata Tabi Yapı Ve Esaslı Tadilat KavramlarıKöy Yerleşik Alanlarında Ve Kırsal Mahallelerde Ruhsatsız Ev YapmakTamamlanmamış Binalara Kısmen İskan Alma Yolları", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/dogal-sit-alanlarindaki-bazi-tadilatlarda-izin-sartinin-kaldirilmasi-94-sayili-ilke-karari/"}
{"prompt": "İçindekiler Tekerlekli Tiny House’lar; Karayolları Trafik Yönetmeliği kapsamında ‘tip onay belgesi’ bulunan, plakalı ve ruhsatlı olarak yasal bakımdan “Çekme Karavan” niteliğindedir. Araç ruhsatı bulunduğundan ayrıca İmar Kanunu bakımından bir izin-ruhsat alınması gerekmez. Tiny House’lar imarlı bir arsaya ya da tarla vasıflı bir araziye konulabilir. Bu hallerde mevcut yasal düzenlemelere göre ”park etmiş araç” ile aynı hukuki statüye sahip olacaklardır. Ancak uygulamada işlerin böyle yürümediğini görüyoruz. Bazı belediyeler araç ruhsatı bulunmasına rağmen Tiny House’ları ‘yapı’ kabul ederek, bu araçlar hakkında ‘yapı tatil tutanağı’ düzenleyip, sahiplerine kaçak yapılar için öngörülen yıkım ve para cezası yaptırımlarını uygulamaktadır. Bazı belediyelerin ise kendi sınırları içerisine Tiny House girmesini yasaklayan meclis kararları aldıklarını görüyoruz. Tiny House’ların hukuk dünyasını ilgilendiren boyutlarını ve bunlara ilişkin detayları daha önce incelemiştik. (https://www.hukukihaber.net/tekerlekli-tiny-house-kullaniminin-ruhsatlandirilmasi-ve-karsilasilan-hukuki-sorunlar) Bu çalışmada ise Tiny House’lar hakkında yargı kararlarıyla getirilmiş kriterleri inceleyeceğiz. İzmir 5. İdare Mahkemesi 2022 Ağustosayında verdiği bir kararda Karayolları Trafik Yönetmeliğine uygun şekilde ruhsatlandırılmış bir Tiny House’un taşınır nitelikte bir araç olarak kabul edilmesi gerektiğine ve araç sayılan bir imalatın ‘yapı’ niteliğinde kabul edilip ‘Yapı Tatil Tutanağına’ ve yıkım/para cezası gibi imar yaptırımlarına konu edilemeyeceğine hükmetti. Tiny House’ların ‘yapı’ değil ‘araç’ hükümlerine tabi olduğuna dair bu karar basına da yansımıştı. Tiny House’ların rutin bakımlarının ve tamirat işlemlerinin bir motorlu taşıt ile aynı olduğunu söyleyebiliriz. Karayolları Trafik Yönetmeliği kapsamında verilen ruhsata aykırı olmayan bakım ve tamiratlar izne tabi değildir. Ruhsattaki nitelikleri aşan değişiklikler, belli periyotlarda Karayolları Trafik Kanunu kapsamında muayenesi yapılması gereken Tiny House’ların muayeneden geçememesi neticesini doğuracaktır. Bu tip tadilatlar imar mevzuatı açısından başkaca bir yaptırım gerektirmemektedir. Ancak bazı vatandaşların Tiny House’larının üzerine kaçak kat çıktıklarına şahit olmaktayız. Araçta buna benzer, cins değişikliğine sebep olabilecek nitelikte büyük eklemeler yapıldığı durumlarda yargı imar mevzuatının uygulanacağına hükmetmektedir. Nitekimİzmir Bölge İdare Mahkemesi 4. İdari Dava Dairesi 11/04/2023 tarihindeverdiği bir kararda,”Demir profillerle sabitlenerek 2,6mx13,90m ebatlarındaki römork dorsede kapı pencere açmak sureti ile değişiklikler yapılan ve ön tarafına demir profillerle 75 m² teras eklenen”aracın araç vasfını kaybettiğine ve yapı vasfında değerlendirilerek imar yaptırımlarının uygulanması gerektiğine hükmetmiştir. Buradan Tİny House’a İmar mevzuatındaki yapı tanımına giren eklentiler yapıldığında Tiny House’un ”araç” vasfını kaybederek ”yapı” niteliği kazandığı sonucu çıkmaktadır. Ancak şarj depolarını doldurmak vs. için bir kablo çekilmesinin araç vasfını etkileyecek büyüklükte bir müdahale olmadığını da kabul etmek gerekir. Tiny House’ların araç mı yoksa yapı mı olduğuna dair tartışmada bazı belediyeler bu araçların yapı olduğundan bahisle belediye sınırlarında bulunmasını yasaklama yönünde meclis kararları almışlardır. Yargı kararlarına yansıyan bir örnekte İzmir Karaburun Belediye Meclisi Tiny House’ların belediye sınırlarına girişlerini yasaklamıştır. Bu kararın iptali için İdare Mahkemesinde açılan davada İzmir 3. İdare Mahkemesi söz konusu yasağı içeren Karaburun Belediye Meclisi kararını iptal etmiştir. Mahkeme belediye meclislerine böyle bir yasaklama kararı alma yetkisi veren bir mevzuat hükmünün bulunmadığını ve Tiny House’ların ancak belediye sınırlarına girdikten sonra mevzuata aykırı bir kullanım varsa belediyece işlem yapılabileceğine hükmetmiştir. Karar istinafta kesinleşmiştir.(İzmir Bölge İdare Mahkemesi 3. İdari Dava Dairesi 02/03/2023 tarihli kararı) Bir Tiny House sahibinin seyahat hürriyeti ancak Anayasal sınırlar dahilinde ve yalnızca kanunla sınırlandırılabilir. Herhangi bir kanuni dayanağı olmaksızın Tiny House’ların belediye sınırlarına girişinin yasaklanması Anayasayla korunan temel hakların ihlali niteliğinde olacaktır. Tiny House’lar hakkında bu araçların ‘yapı’ sayılıp sayılmayacağına, dolayısıyla imar mevzuatına tabi olup olmayacağına ilişkin pratikte bir kafa karışıklığının bulunduğu açıktır. Bu araçlara yönelik talebin her geçen güç arttığı göz önüne alındığında belediyelerin ve diğer hukuk uygulayıcılarının bu araçlar hakkındaki işlem ve kararlarında yeknesak ve hukuki bir uygulamanın hayata geçirilmesi için durumu açıklığa kavuşturacak kanuni bir düzenlemenin yapılması gerektiğini söyleyebiliriz. E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. Benzer yazılar:Yargı Kararlarıyla Tarım Arazilerinde Yapılaşma (Bağ Evi, Tarımsal Amaçlı Depo vb.)Yargı Kararlarıyla İmar Planlarının İptali SebepleriYargı Kararlarıyla Ceza Muhakemesinde Usulden Bozma SebepleriYargıtay Kararlarıyla Muris Muvazaasının İspatı Ve Unsurları", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/yargi-kararlariyla-tiny-houselar/"}
{"prompt": "İçindekiler Kültür ve Turizm Bakanlığının23.09.2022tarihinde yayınladığı yönetmelik, orman gibi Anayasa ve Orman Kanunu ile özel olarak korunan alanlara şahıslarca lüks çadırlar ve bunlara bağlı hizmet yapıları kurulmasını ve bunlara işletme ruhsatı verilmesini mümkün hale getirdi. Ormanlarla birlikte diğer hazine taşınmazları ve Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerlerden tescili mümkün olanlar artık kiralanarak lüks çadır tesisi olarak işletilebilecek. Özel mülkiyete tabi taşınmazlar, Milli parklar ve Tabiat parkları da tesis yapılabilecek yerler arasında sayıldı. Yönetmelikte hazine taşınmazları bakımından imar planı kapsamında değerlendirilen ve yapı olarak nitelendirilen imalatlar için imar planı muafiyeti getirildi. Bu yazıda yönetmeliğe konu çadırlar ve tesisler ile bunların kurulacağı alanların nitelikleri, getirilen kriterler kısaca açıklanacaktır. Ayrıca düzenlemede dikkate değer gördüğümüz hususlar ile bunların olası sonuçları üzerinde değerlendirmelerde bulunulacaktır. Hazine taşınmazları, kamu malları ve hazine özel malları olarak ikiye ayrılırlar. Hazinenin özel mallarının vatandaşın özel mallarından bir farkı yoktur. Sadece bu mallar hakkında satış, kiralama gibi işlemler yapılırken ihale, ilan vs. gibi kamu hukuku kuralları uygulanır. Yönetmeliğe görehazinenin özel mülkiyetindeki alanlarlüks çadır tesisleri kurulmayauygun yerlerdendir. Hazineye ait kamu malları niteliğindeki taşınmazlar da; hizmet malları, orta malları, sahipsiz mallar olarak üçe ayrılır.Hizmet mallarıkamu hizmetine tahsis edildiklerindendüzenlemenin dışındadır. Orta malları da kendi içlerinde mera, yaylak, kışlak, yol, meydan, park olarak ayrılırlar ve sınırları çizilip parsel numarası alsalar da tapuya tescil edilmezler. Yönetmeliktescil şartı aradığındanorta mallarıdadüzenlemenin dışında bırakılmıştır. Kıyı alanlarıda devletin hüküm ve tasarrufu altında olsalar da tescil edilmediklerinden dolayıdüzenlemenin dışındadır. Bu kısa değerlendirmeden lüks çadır tesislerinin ağırlıklı olarak hazinenin özel malı niteliğindeki taşınmazlarında, orman vasıflı alanlarda, idari yoldan tescil edilen/edilecek yerlerde ve özel mülkiyete konu alanlarda yapılacağı sonucu çıkmaktadır. Anayasamızın 169. Maddesi:”Devlet, ormanların korunması ve sahalarının genişletilmesi için gerekli kanunları koyar ve tedbirleri alır. Yanan ormanların yerinde yeni orman yetiştirilir, bu yerlerde başka çeşit tarım ve hayvancılık yapılamaz. Bütün ormanların gözetimi Devlete aittir.”hükmünü içerdiğinden yanan orman alanlarında lüks çadır tesisi yapılmasının Anayasaya aykırı olacağını söyleyebiliriz. Orman Kanununun 2. Maddesinde de yanan orman alanlarında irtifak tesis edilemeyeceği belirtilir. Bu hükümler yanan orman alanlarının lüks çadır tesisi olarak kiralanamayacağı şeklinde yorumlanabilir. Hazinenin özel mülkiyetinde bulunan alanlarda, orman vasıflı alanlarda ve devletin hüküm ve tasarrufunda bulunan tescile tabi diğer alanlarda lüks çadır tesisi kurulabilmesi içinimar planında yer alma zorunluluğubulunmamaktadır.Tesislerin niteliklerine dair yönetmelikte belirtilen kriterlerin karşılanması yeterli olacaktır. Hazinenin mülkiyetinde olan sit alanları ile trampa yoluyla hazinenin mülkiyetine geçen sit alanlarında tesis kurulabilmesi imkan dahilinde olsa da sit alanlarına ilişkin düzenlemelerdeki yapılaşma yasakları buna engel olacak gibi duruyor. Yönetmelik hükümleri muafiyet olarak yorumlanmazsa01.07.2022 tarihli ve 113 sayılı Doğal Sit Alanları Koruma Ve Kullanma Koşulları İlke Kararıuyarıncadoğal sit alanlarındalüks çadır tesisi yapmak mümkün olmayacaktır. Bu ve benzer durumlarda Koruma Kurullarının tavırları belirleyici olacaktır. Özel mülkiyete konu alanlarda da lüks çadır tesisi kurulması mümkün ancak bu alanlardaimar planında yer alma şartıaranmaktadır. Lüks Çadır Tesisi yatırımları ekseriyetle meskun mahalden uzak yerler olacağından mevcut planda değişiklik yapılmasından ziyade ilk defa İmar Planına konu olacağını söyleyebiliriz. İmar hakkı bulunan yerlerde çadır kurmak yerine bina yapmak tercih edileceğinden, yapılaşmanın çok sınırlı olduğu ya da yapılaşmaya tamamen kapalı sit alanı gibi koruma alanlarında ‘Koruma Amaçlı İmar Planlarıyla’ lüks çadır tesisi fonksiyonu getirilebilir. Yönetmelik milli park ve tabiat parkı sınırları içerisindeki alanlarda da lüks çadır tesisi yapılabileceğini düzenlemiştir. 2634 Sayılı Kanun Kapsamındaki Turizm Koruma ve Gelişme Bölgelerinde imar planı yapmak çok fazla kriter içeren uzun bir süreci gerektireceğinden, tek işletme için böyle bir külfete katlanmakmakul görülmemektedir. Yönetmelikte: ⁃ Temelsiz ahşap profil üzerine doğal ışık alan, doğanın etkilerine, sese, suya karşı koruma sağlayan ve yangına dayanıklı olduğu akreditasyon kuruluşlarınca sertifikalandırılmış nitelikte olması gerektiği belirtilmiştir. ⁃ Konaklamaya ayrılan her bir çadır ayrı bir konaklama birimi olarak değerlendirilir ve standart konaklama ünitesi iki kişiliktir. Suit odaların yatak kapasitelerinin hesabında, banyo alanı dâhil altmış metrekareye kadar olanlar iki yataklı, banyo alanı dâhil altmış metrekare üzerinde ve birden fazla yatak odası bulunanlar dört yataklı olarak değerlendirilir. Suit odaların oturma bölümlerinde içecek ve basit yiyecek ihtiyacını karşılayabilecek kapsamlı olmayan mutfak nişi düzenlenebilir. Suit odalar, oturma bölümlerinin yatak odası şeklinde düzenlenmesi halinde aile odası olarak adlandırılır. ⁃ Doğa ile uyumlu, kalıcı yapı içermeyen, temelsiz ve güvenlik tedbirleri alınmış aralarındaen az20 metremesafe bulunan veen fazla49 çadırdanoluşabileceği, ⁃ Mutfak, çamaşırhane, atık biriktirme ekipmanları, atık geçici depolama alanı, ahır alanları, kompost alanları ve benzeri hizmet ünitelerinin her birinin; en fazla 50 metrekare ve prefabrik, sökülüp takılabilir çelik profil yada konteynerden yapılabileceği, ⁃ Enerji temininde esas olarak yenilenebilir enerji kaynaklarının tercih edileceği, ⁃ Katı atıklar açısından; sıfır atık yönetmeliği doğrultusunda atıkların türlerine göre en az ikili biriktirilmesi ve geçici depolanmasına yönelik sıfır atık yönetim sisteminin kurularak sıfır atık belgesinin alınması zorunlu olduğu ve Çevre düzenlemelerinde beton, çimento, tuğla, seramik, plastik ve asfalt kullanılamayacağı, açık alanda kullanılan ekipmanların ahşap ve/veya metal malzeme olacağı gibi doğal uyumluluğu ve hassasiyeti esas alan kriterler getirilmiştir. Yönetmelikte dikkat çeken diğer bir husus ise tesislerdemüşteri yatak kapasitesinin en az %50’sine denk gelen sayıda personel istihdamının zorunlukılınmasıdır. Bu da tek yataklı 49 çadırdan oluşan bir tesiste en az 24-25 kişinin çalıştırılmasının zorunlu olduğu anlamına gelmektedir. Lüks çadır tesislerinin benzeri bungalov tarzı konaklama tesislerinde çalışanların sayısının bu sayının çok altında olduğu düşünüldüğünde lüks çadır tesislerinin istihdam oluşturma amacı taşıdığı da değerlendirilebilir. Ya da bu hüküm süreç içerisinde değişikliğe uğrayacaktır. Lüks çadır tesislerinin yapılabileceği alanlarınihalebilgileri Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından ilan edilir. Yönetmeliğe göre gerekli belgelerle başvurularak20 yıla kadar kiralamayapılabilir. İhaleyi kazanan yatırımcının turizm belgesi alma zorunluluğu da bulunmaktadır. İhaleyi alan yatırımcıya plan, tasdik ve şirket kurulması gibi işlemler için ilk olarak altı aya kadar bedeli mukabilinde ön izin verilir. Bu süre içerisinde eksiklikler tamamlanarak planın bakanlığa sunulması gerekir. Bakanlığın onayından sonra kiralama işlemi gerçekleştirilir. Bu işlemler tamamlandıktan sonra iki yıla kadar bir süre içinturizm yatırımı belgesiverilir. Turizm yatırım belgesi bulunan lüks çadır tesisi kısmen veya tamamen işletmeye açılırsa turizm yatırımı belgesi süresi gözetilmeksizin hükümden kalkar veturizm işletme belgesiveyakısmi turizm işletme belgesineilişkin süreç başlar ve bu sürece ilişkin işlemler tamamlanıp faaliyet sürdürülür. (Daha fazla ayrıntı için bkz.https://gayrimenkulmevzuati.com/turizm-sektorunde-yatirimcilara-hazine-tasinmazlarinin.) Lüks Çadır Tesisleri Nitelikler Yönetmeliği, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından 2634 sayılı Turizmi Teşvik Kanununu dayanak alarak çıkartıldı. Bir alanın 2634 sayılı Kanun kapsamına girmesi için Turizm Koruma ve Gelişme Bölgesi olarak belirlenmesi/tahsisi gerekir ve kanun kapsamına alınan yerlerde yapılacak imar planlarında özel planlama kriterleri uygulanır. Ancak yönetmeliğin metninden 2634 sayılı Kanun kapsamı dışındaki alanlarda da uygulanacağı anlamı çıkabilmektedir. Lüks çadır tesislerinin 2634 sayılı Kanun Kapsamına alınması için Kültür ve Turizm Koruma ve Gelişme Bölgesi olarak belirlenmesinin ya da tahsisinin zorunlu olup olmadığı, zorunlu ise işlemlerin nasıl yapılacağı, sadece tesisin bulunduğu parsel için mi belirleme yapılacağı konularının netleştirilmesi gerektiği kanaatindeyim. Yine bu Yönetmelikten kaynaklı imar planı gerektiren durumlarda 2634 sayılı Kanundaki planlama kriterlerinin mi yoksa genel kuralların mı uygulanacağı konusu da karışıklıklara neden olacağa benziyor. Lüks çadır tesislerinde çalıştırılması zorunlu olan personel sayısı da üzerinde durulması gereken bir husus. Müşteri yatak kapasitesinin en az %50’sine denk gelen sayıda personel istihdamının zorunlu kılınması, turizmin sezonluk oluşu ve personel maliyetlerinin yüksekliği göz önüne alındığında pek uygulanabilir gibi durmamaktadır. Özel mülkiyette bulunan alanlarda imar planı zorunluluğu getirilmesi ve birden çok bakanlığın yetki paylaştığı bir alanda imar planı yapmanın külfetleri düşünüldüğünde, tek parsel için bu külfete girmek makul olmayacağından tesislerin ağırlıklı olarak orman vasıflı alanlarda ve milli park ve tabiat parkı alanlarındaki hazine taşınmazlarında yoğunlaşacağını şimdiden söyleyebiliriz. Hazine arazilerinde şahısların konaklama işletmeleri açmalarının denetimde ve takipte zorluklara neden olabileceği de üzerinde durulması gereken bir husustur. Yönetmelikte kalıcı yapıların yasaklanması ve doğa hassasiyetinin ön planda tutulması yönündeki hükümlere yer verilmiştir. Orman ve diğer koruma alanlarında, yönetmelikte izin verilen imalatlar dışındaki yapıları yapanların diğer alanlara göre daha ağır yaptırımlarla karşılaşacağı gözden uzak tutulmamalıdır. Yanan orman alanlarında bu tesislerin kurulmasının yönetmelik ile yasaklanması anayasal bir duruş olması bakımından daha şık ve isabetli olurdu. Çünkü yeni orman yetiştirilecek yerlerin en azından ağaç büyüklüğü belli bir seviyeye gelinceye kadar bu tip faaliyetlere açık olmaması gerekir. Birden fazla bakanlığın yetki paylaştığı multidisipliner bir uygulamada kritik sayılabilecek konuların tam olarak netleştirilmemesi ve uygulanabilirliği sorgulanabilir katı hükümler içermesi lüks çadır tesisleri mevzuatında eklemeler ve değişikliklere ihtiyaç duyulacağını göstermektedir. E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. 1-) TESİSLERİN KURULABİLECEĞİ ALANLAR VE İMAR PLANI ŞARTI 2-) ÇADIRLARIN VE TESİSLERİN NİTELİKLERİ 3-) FAALİYETE BAŞLAMA SONUÇ Benzer yazılar:Tapu Tahsis Belgesi Yürürlükten KalkıyorTaşınmazı İhale İle Sattırmadan Hissedarı Paydaşlıktan ÇıkarmaYapı Kayıt Belgesinin İptali ve Sonrasındaki SüreçYargı Kararlarıyla Yürütmenin Durdurulması", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/luks-cadir-tesisleri-nitelikler-yonetmeligi-hakkinda-hukuki-degerlendirme/"}
{"prompt": "İçindekiler İnsanın olduğu her yerde eşitsizlik vardır ancak Devletle birey tahterevalliye çıktıklarında çok daha eşitsiz bir durum ortaya çıkar. Anayasalar bu dengeyi kurmaya, devletin karşısında bireyi güçlendirmeye çalışır, en azından özgürlükçü ve bireyci bir anayasadan beklenen budur. Her zaman kamu yararı amacıyla gerçekleştirilmesi gereken idari işlemler; bazen hata, şahsi menfaat, mesleki yetersizlik veya başkaca sebeplerle hukuka aykırı olabilirler. Bununla birlikte bu işlemler ancak bir yargı kararı ile durdurulabilirler. Yürütmenin durdurulması müessesi de kamu hizmetlerinin yerine getirilmesinin gerekleri ile yurttaşların anayasal hak ve özgürlükleri arasındaki dengeyi sağlamaya hizmet eder. İdareler eylem ve işlemlerinin denetlenmesinden pek hoşlanmasalar da, İdarenin her türlü eylem ve işlemine karşı yargı yolu açıktır. İdareye devredilen ve hukukla denetlenen kamu gücünü; kanunlarla yetkilendirilen, devlet otoritesinin temsilcisi niteliğindeki memurlar/uygulayıcılar kullanır. Bunu gerçekleştirirken icrai kararlar alıp, bu kararları zor kullanarak yerine getirebilirler. İptal davasıyla, idari işlemin idare mahkemelerince denetlenmesi sağlanır. Ancak bazı işlemlerde iptal davasının sonucunu beklemek mağduriyeti önlemeye yetmez, hatta yeni mağduriyetler ortaya çıkarabilir. Örneğin bir yapı yıkıldıktan sonra yıkım kararının iptal edilmesi hem yurttaşların mağdur olması anlamına gelir hem de idare bu hukuka aykırı işlem nedeniyle tazminat ödemek zorunda kalır. Yürütmenin durdurulması, iptali istenilen işlemin yargılama boyunca askıya alınması anlamına gelir. İdari Yargılama Usul Kanunumuza göre Yürütmenin Durdurulması kararı verilebilmesi için (1) açık bir hukuka aykırılık bulunması ve (2) işlemin uygulanması halinde telafisi güç bir zararın ortaya çıkması şartlarının birlikte bulunması gerekir. Bu şartların bulunması halinde mahkemelerin devlet karşısında güçsüz olan bireyi koruyucu bir tutum sergileyerek işlemin yürütmesinin durdurulmasına karar vermeleri gerekir. Kararlarının başında “Türk Milleti Adına” yazan ve devletle birey arasındaki eşitsizliğin olumsuz sonuçlarını gidermek ve bireyi devlet karşısında korumak amacıyla kurulan idare mahkemelerinin “devletçi” bir tutum sergilemeleri kendi varlık sebeplerini inkar etmek anlamına gelecektir. Açık hatalar ve eksiklikler barındıran bir işlemin yürütmesinin durdurulmaması ve devamında iptal edilmemesi işlemi yapanın bu hataları kronikleştirmesine ve benzer şekilde çok sayıda başka yurttaşın da mağdur olmasına neden olacak ve nihayetinde hem halk hem devlet bu tutumdan zarar görecektir. “Danıştay’ın otuz seneyi aşan istikrar kazanmış içtihatlarına göre yürütmenin durdurulması kararları dava konusu idari işlemin uygulanmasını durduran, başka bir deyimle onun icrailik niteliğini askıya alan ve söz konusu işlemin tesisinden önceki hukuki durumun geri gelmesini sağlayan geçici nitelikte kararlardır. Eğer bireysel bir idari işlemin yürütülmesi durdurulmuş ise, idare bireyin eski hukuki durumunu kazanması için gereken işlemleri yapmakla yükümlüdür.”(Danıştay 5. D., E. 1996/2957 K. 1997/546 T. 11.03.1997) Yürütmenin durdurulması kararı idari işlemin hukuki sonuçlarını doğurmasına engel olarak, işlemden önceki hukuki durumun devamını sağlar.(Danıştay 5. D, T. 11.03.1997, E:1996/2957, K:1997/546) -Yürütmenin durdurulması kararı davanın esastan karara bağlanmasıyla birlikte etkisini yitirir. -Yürütmenin durdurulması kararının gereğinin en geç otuz gün içerisinde yerine getirilmesi yasal bir zorunluluktur. -Anılan süre zarfında kararın gereğinin fiili veya hukuki imkansızlık halleri dışında yerine getirilmemesi ilgililerin hukuki ve cezai sorumluluklarını gerektirir. (Danıştay 13. D., E. 2007/15262 K. 2009/1606 T. 10.2.2009) Yürütmenin durdurulması talep edebilmek için iptal davası açmak gerekir. Ancak dava açılması işlemin yürütmesinin durdurulması için yeterli değildir. Yazılı yargılama usulüne göre Yürütmenin Durdurulması talebinin yazılı olarak yapılması gerekir. Davanın başında talep edilebileceği gibi ayrı bir dilekçeyle de talep edilebilir. İdari yargıda bir iptal davası açmadan yürütmenin durdurulması talep edilirse 2577 sayılı kanunun 15. maddesine göre dilekçenin reddi kararı verilir.(Danıştay 8. Dairesi E. 2010/6088 K:2011/321) (Muğla 1. İdare Mahkemesi, T. 20.03.2008, E:2008/596, K:2008/545) Yürütmenin durdurulması kararı geçmişe etkili olacak şekilde, dava konusu işlemin yapıldığı tarihten itibaren sonuç doğurur.(Danıştay 2. D. 06.10.2010, E. 2010/672, K. 2010/3699) Bir işlemin yürütmesi durdurulmuş ise yürütmesi duran işleme dayanılarak bir işlem tesis edilemez. Örneğin yürütmesi duran bir ecrimisil ihbarnamesine dayanılarak ecrimisil bedelinin ödenmesi için ödeme emri gönderilemez.(Muğla 1.İdare Mahkemesi, T. 14.08.2009, E:2009/772, K:2009/1593) Yürütmenin durdurulması kararına yapılan itirazı inceleyen makamın verdiği karar kesindir. Tekrar yapılan itirazlar incelenmeksizin reddedilir.(Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu E. 1997/612 K. 1997/2) Aynı sebeplere dayanılarak ikinci kez yürütmenin durdurulması istenemez.(Danıştay 3. Dairesi 26.05.2014)Yeni bir sebebe dayanılarak yürütmenin durdurulması istenebilir. Göreve son verme, çekilmiş sayılma gibi işlemlere karşı açılan iptal davalarında yürütmenin durdurulması kararı verilmesi halinde, söz konusu kişilerin göreve dönmelerinin yanında, fiilen görev yapmadıkları süreye ilişkin aylık ve özlük haklarının ödenmesi gerekir.(Danıştay 1. Dairesi 1983/116 E. 1983/144 K.) İptal davasının henüz esastan karara bağlanmamış yürütmenin durdurulması kararına yapılan itirazın reddedilmesinden sonra Anayasa mahkemesinde bireysel başvuru yoluna müracaat edilmesine engel değildir.(Anayasa Mahkemesi 02.07.2015 B. No:2014/12166) Davacı memur, dava konusu işlem tarihinden, yürütmenin durdurulması kararının kaldırılmasına ya da davanın reddedilmesine kadar eski görevinin bütün hak ve yetkilerine sahip bulunmaktadır. O halde yapılan ödemelerin yasal dayanağı vardır ve bu dayanak yürütmenin durdurulması kararıdır. Belirtilen nedenlerle daha sonra açtığı dava reddedilmiş olsa dahi, yürütmenin durdurulması kararının uygulanması nedeniyle memurun özlük haklarına ilişkin olarak yapılan ödemelerin geri alınamayacağı mütalaa kılındı.(Danıştay 1. Dairesi 16.06.1983 E.1983/124 K.1983/153) Anayasa’nın 141. Maddesine göre; bütün mahkemelerin her türlü kararları gerekçeli olarak yazılır. Tekrar eden, fiili ve hukuki nedenleri somut şekilde ortaya koymayan, ikna edici olmaktan uzak ve yetersiz gerekçelerin kanunun aradığı anlamda bir gerekçe olduğunu söylemek mümkün değildir.(Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, E. 2010/602, K. 2010/602)Yürütmenin durdurulması kararlarının gerekçesiz yazılması adil yargılanma hakkının ihlali kapsamında değerlendirilir. İdari Yargılama Usul Kanununun 52. maddesine göre: “Temyiz veya istinaf yoluna başvurulmuş olması, hakim, mahkeme veya Danıştay kararlarının yürütülmesini durdurmaz. Ancak, bu kararların teminat karşılığında yürütülmesinin durdurulmasına temyiz istemini incelemeye yetkili Danıştay dava dairesi, kurulu veya istinaf başvurusunu incelemeye yetkili bölge idare mahkemesince karar verilebilir.” Mahkeme kararı aleyhine gelen taraf temyiz veya istinaf aşamasında sadece işlemin değil mahkeme kararının da yürütmesinin durdurulmasını isteyebilir. Bu durumda şartlar oluşmuşsa mahkeme kararının yürütmesinin durdurulmasına karar verilecektir.(Danıştay 2. Dairesi 22.11.2016 E. 2016/13131) İdare Mahkemesince bir işlemin iptaline karar verildikten sonra temyiz aşamasında yürütmesinin durdurulmasına karar verilirse iptal kararının yarattığı hukuki netice sona erer. İptal kararına göre ödenen bedeller var ise geri istenebilir.(Danıştay 8. Dairesi E. 2002/732 K. 2002/5670) Kararı temyiz etmeyen taraf temyiz aşamasında yürütmenin durdurulması talebinde bulunamaz.(Danıştay 3. Dairesi 04.04.2016 E. 2015/795) Danıştay’ın ilk derece mahkemesi olarak baktığı davalarda yürütmenin durdurulması kararlarına karşı itiraz edilmesi mümkündür. Ancak Danıştay’ın temyiz mercii olarak baktığı davalarda verilen Yürütmenin Durdurulması kararına itiraz mümkün değildir. İtirazlar incelenmeden reddedilir.(Danıştay Dava Daireleri Genel Kurulu 11.01.1991) Başka yerde tedavi imkanı olmadığından, sağlık özrü nedeniyle İstanbul iline atanmasını talep eden memurun talebinin reddedilmesi hukuka aykırı olduğundan ve davacı yönünden telafisi güç zararlara neden olabileceğinden temyize aşamasında kararın yürütmesini durdurulması yönünde karar verilmiştir.(Danıştay 5. Dairesi 28.02.2014) Kendi lehine verilen karara karşı itiraz aşamasında yürütmenin durdurulması istenilemez.(Danıştay 6. Daire 23.01.2001) Yürütmenin durdurulması kararına itiraz üzerine yürütmenin durdurulması kaldırılmasının ardından 2. kez yürütmenin durdurulması talep edildiğinde yürütmenin durdurulması kararı verilmesinin önünde bir engel yoktur.(Danıştay 5. Dairesi 18.06.1993 E. 1992/3747) Anayasa madde 138’e göre: “Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez.” İdari Yargılama Usul Kanunu madde 28’e göre; “Danıştay, bölge idare mahkemeleri, idare ve vergi mahkemelerinin esasa ve yürütmenin durdurulmasına ilişkin kararlarının icaplarına göre idare, gecikmeksizin işlem tesis etmeye veya eylemde bulunmaya mecburdur. Bu süre hiçbir şekilde kararın idareye tebliğinden başlayarak otuz günü geçemez. Ancak disiplin hükümleri saklıdır.” “T.C. Anayasasının 125., 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Yasasının 28. maddeleri uyarınca hukuken asıl olan, yargı kararlarının yerine getirilmesidir. Başka bir deyişle, tazminat ödemek suretiyle yargı kararlarının bertaraf edilmesi mümkün değildir.”(Danıştay 6. Dairesi 19.02.1992 tarih 1990/848 E. ve 1992/632 K.) “Anayasa hükümlerini hiçe sayarak yargı kararlarını uygulamama kastı ile hareket ettiği ve bu şekilde ağır bir hizmet kusuru işlediği açık olup, ağır hizmet kusuru nedeniyle davacının uğradığı manevi zararın idare tarafından tazmini gerekmektedir. …Diğer taraftan, tazminat sadece maddi değerlerde meydana gelen eksilmelerle sınırlı bir giderim yolu değildir. Aynı zamanda kişinin, yaşamında ortaya çıkan olumsuzluklar nedeniyle duyduğu her türlü sıkıntı ve üzüntüden kaynaklanan manevi zararların da manevi tazminat ödenerek tazmini Anayasal ve yasal düzenlemelerin gereği olduğundan…”(Danıştay 5. Dairesi 29.09.2004 tarih 2000/3316E. ve 2004/3372 K. ) “Yargı kararlarını hiçe sayan bir tutum ile mahkemenin uygulanamaz hale getirecek şekilde suç teşkil eden bir emri yerine getiren kamu görevlisinin bu keyfi hareketi ile, ilgili kişinin haklarını ihlal ederek onun zarara uğramasına sebep olur.” ve “bu eylemi dolayısıyla Türk Ceza Kanunu’nun (765 sayılı) 228. maddesi uyarınca cezalandırılması gerekir”(Yargıtay Ceza Genel Kurulu 2003/4-63E. ve 2003/37K.) Yürütmenin durdurulması kararını uyguladıktan sonra görevine dönen davacının daha önce yürüttüğü işlerden başka işlerle görevlendirilmesi mahkeme kararını etkisiz bırakmaya yönelik kabul edilir. Bu durum mahkeme kararına aykırı yeni işlemin iptalini ve manevi tazminat ödenmesini gerektirir.(Danıştay 5. D., E. 2001/2787 K. 2005/522 T. 2.2.2005) Yürütmenin durdurulması kararının gereğini yerine getirmeyen, mahkeme kararını sonuçsuz bırakmaya çalışan kamu görevlilerinin cezalandırılmalarına hükmedilir.(Yargıtay CGK E. 2005/4 K. 2005/166) “Yürütmenin durdurulması veya iptal kararlarının yalnızca uygulanmamasının, bu kararları uygulamayan kamu görevlilerinin tazminatla sorumlu tutulabilmesi için yeterli olduğuna, sorumluluk için ayrıca kin, garaz, husumet, ve benzeri duyguların etkisi altında hareket etmelerinin araştırılmasına ve yürütmenin durdurulması kararını yerine getirmeyen kamu görevlisinin hukuki yönüne gidilebilmesi için, ilgilinin açmış olduğu iptal davası sonucunun beklenmesine gerek olmadığına…”(Yargıtay İBBGK, T. 22.10.1979, E:1978/7, K:1979/2, R.G, T. 29.11.1979, S.16824,) İdarenin ödediği tazminatın sorumluluğu saptanan kamu görevlisine rücu edilmesi Anayasal bir zorunluluktur ve ödenen zarar rücu edilerek tazmin edilmelidir.Danıştay 5. D, T. 24.02.1999, E:1998/2184, K:1999/465, bkz. Gözübüyük ve Tan, İdari Yargılama, s. 685 vd. “Yürütme organı ile idarenin, mahkeme kararına uymak zorunda bulunmasına ilişkin anayasa buyruğunun anılan organlara, takdir hakkı tanımadan uyulması zorunlu bir görev yüklediği, bu görevin yerine getirilmesinde ihmal gösterilmesi veya ısrarla bundan kaçınılması halinde, derecesine göre, görevi savsaklamak veya kötüye kullanmak suçlarının oluşacağı, bakılan davada yürütmenin durdurulması kararının 6 aydan fazla bir zaman geçtiği halde uygulanmamasının görevi ihmal suçunu oluşturduğu…”(Yargıtay CGK, T. 25.9.1978, E:1978/4230, K:1978/303, C. 5, S. 8, s. 1202) İdari Yargılama Usul Kanununun 27. maddesine göre: İşlemin icrasından sonra hukuka uygunluk denetimi yapılarak uyuşmazlığın esasının çözümlenmesi suretiyle mahkemece verilen kararın artık uygulanma imkanı kalmayacasa telafinin güç ya da imkansız olduğu kabul edilir. İşlemin uygulanması halinde telafisi güç ya da imkânsız zarar doğması şartı aynen eski hale iadenin mümkün olmadığı bir durumu anlatır. İşlem uygulandıktan sonra eski hale dönmeyi önleyecek nitelikteki her durum telafisi güç ya da imkansız bir zarar kapsamında değerlendirilir. Hakkında idari işlem yapılan kişinin telafisi güç ve imkansız bir zarara uğrayacağı anlaşılıyorsa Yürütmenin durdurulması kararı vermekte kamu yararının varlığı kabul edilir.(Danıştay 5. Dairesi, ,E 1992/3747) Dava konusu işlem, davacıya ait yapının yıkımına ilişkin olduğundan, uygulanması halinde davacı için telafisi güç veya imkansız zararlara yol açabileceği de açıktır.(Ankara 12. İdare Mahkemesi E. 2021/401) “Dava konusu, “öğretmenin naklen atanması” işleminin hukuka aykırı olduğu saptanmasına rağmen uygulanması halinde davacı hakkında manevi yönden telafisi güç ve imkansız zararlara yol açacağı, davacının aile birliğinin bozulacağı tartışmasızdır”(İzmir BİM. 1. İDD. 08.08.2017, E. 2017/381, K.) “Davacının sınırdışı edilmesine ilişkin işlemin yerine getirilmesi halinde doğacak zararın giderilemeyeceği ve sınır dışı işleminin uygulanmakla etkisi tükenecek işlem niteliğinde olması nedeniyle savunma alınıncaya kadar yürütmenin durdurulmasına”(Hatay 1. İdare Mahkemesi, T. 05.04.2018, E. 2018/606, K.)Benzer bir karar:Konya 1. İdare Mahkemesi, T. 12.11.2014, E. 2014/1238, K. Polis Meslek Eğitim Merkezinin “öğrenci olamaz” kararı, eğitim hakkına ilişkin kabul edilerek, uygulanması halinde telafisi güç zararlara neden olacağı ve uygulamakla etkisi tükenecek işlemlerden kabul edilmiştir.(Ankara 9. İdare Mahkemesi, T. 25.04.2018, E. 2018/945, K.) Üniversite öğrencisinin üst sınıftan ders alma başvurusunun reddedilmesi uygulanmakla etkisi tükenecek işlem sayılarak davalı idarenin savunması alınıncaya kadar yürütmenin durdurulması kararı verilmiştir.(İstanbul 5. İdare Mahkemesi, T. 22.02.2018, E. 2017/2439, K.) İşyerinin mühürlenip kapatılmasına dair belediye encümeni kararının uygulanması halinde telafisi güç zararlar doğuracak nitelikte olduğundan yürütmenin durdurulmasına karar verilmiştir.(Danıştay 8. Dairesi, T. 25.06.2012) Öğrenciye disiplin yaptırımı olarak Yüksek Öğrenim Kurumundan çıkarılma cezası verilmesi işlemi telafisi güç zarar kapsamında değerlendirilmiştir.(Samsun Bölge İdare Mahkemesi 3. İDD., T. 28.08.2019) Yapı kullanma izin belgesi/İskan talebinin reddi telafisi güç zarar kapsamında değerlendirilmiştir.(Konya Bölge İdare Mahkemesi T. 07.12.2011) Lojmanda oturma süresi dolduktan sonra oturmaya devam eden kamu görevlisinin maaşından işgaliye bedeli kesilmesi telafisi güç zarar kapsamında değerlendirilerek yürütmenin durdurulması kararı verilmiştir.(Danıştay 2.Dairesi T. 20.03.2014, E. 2013/5756) Öğretmenin soruşturma nedeniyle naklen atanması işleminin; aile birliğini bozacağı ve manevi olarak telafisi güç zararlara yol açacağı nedeniyle yürütmesinin durdurulmasına karar vermiştir.(İzmir Bölge İdare Mahkemesi. 1. İdari Dava Dairesi ., T. 08.08.2017) Öğrenim kredisi alan bir öğrenci okul değiştirdiği gerekçesiyle aldığı krediler için kendisine gönderilen ödeme emrine karşı açtığı davada “Dava konusu ödeme emrinin miktarı ve de davacının öğrencilik durumunun devam ettiği nazara alındığında davacı açısından ekonomik olarak telafisi güç ve imkansız zararlara yol açabileceği de açıktır” denilerek yürütmenin durdurulması kararı verilmiştir.(Konya Bölge İdare Mahkemesi, 3. İDD., T. 03.12.2019) Yönetmelik hükmünün iptali için Danıştay nezdinde açılan bir davada “Hukuka aykırı olduğu anlaşılan bu düzenlemelerin uygulanması halinde telafisi güç veya imkansız zararlara neden olacağı da açıktır” denilerek yürütmenin durdurulması kararı verilmiştir.(Danıştay 15. Dairesi 06.11.2018) Burada kastedilen, dosyada genel bir incelemeyle anlaşılabilen hukuka aykırılıklardır. Dosya hakkında yapılan yargılamanın sonundaki karar yargılama sürecinde ortaya çıkacak yeni argümanlarla değişebilir. İşlem konusunun imkansız olması, kamu yararı amacı taşımaması, işlemin yasal dayanağının olmaması gibi durumlar örnektir. “İlk puanlama sonucu hak kazandığı kursa katılan ve kursu başarıyla tamamlayarak komiser yardımcısı rütbesine ataması yapılan davacının aradan uzun bir süre geçtikten sonra tenzili rütbe yapılarak tekrar polis memurluğuna atanmasına ilişkin işlemde kazanılmış hak ve idari istikrar ilkelerine, hakkaniyete ve açıkça hukuka aykırılık bulunduğu sonucuna varıldığı”(Danıştay 2. D., E. 2021/1156 K. 2021/3289 T. 11.10.2021) ÖSYM tarafından sorulacak soruların sadece %20’sinin yayınlanacağına dair ÖSYM Yönetim Kurulu kararı; Anayasa ile güvence altına alınan temel hak ve hürriyetleri ihlal ettiği açık olduğundan ve uygulanması halinde telefisi güç ve imkansız zararlara neden olacağından yürütmesi durdurulmuştur.(Danıştay 8. Dairesi 08.12.2014) Türkiye Barolar Birliği Avukatlık Staj Yönetmeliğinde değişiklik yapan ve avukatlık stajı ile ilgili yazılı olarak yapılacak staja kabul ve staj yeterlilik değerlendirmesine ilişkin sınav ve benzeri hükümler getiren yönetmelik hükümleri hukuka aykırı bulunarak uygulanması halinde telafisi güç ve imkansız zararlara neden olacağı kabul edilmiş ve yürütmesinin durdurulmasına karar verilmiştir.(Danıştay 8. Dairesi 31.10.2014) Aday adayı olmak için gereken niteliklerden birini taşımadığı halde yapılan seçimlere katılan ve daha sonra Cumhurbaşkanınca (…) Üniversitesi Rektörlüğüne atanan kişinin bu şartlarda göreve devam etmesi diğer adaylar ve kamu hizmeti bakımından telafisi güç zararlara neden olur.(Danıştay 5. Dairesi 18.06.1993 E. 1992/3747) Yürütmenin Durdurulması hakkında verilebilecek kararlar: E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. Telafisi Güç ve İmkansız Zarar Şartı Nedir? Telafisi Güç veya İmkansız Zarar Sayılan Hallere Örnekler: Hangi Durumlar Açık Hukuka Aykırılık Sayılır? Benzer yazılar:Tapu Tahsis Belgesi Yürürlükten KalkıyorTaşınmazı İhale İle Sattırmadan Hissedarı Paydaşlıktan ÇıkarmaYapı Kayıt Belgesinin İptali ve Sonrasındaki SüreçYargı Kararlarıyla Yıkım (775 Sayılı Gecekondu Kanunu’na Göre)", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/yargi-kararlariyla-yurutmenin-durdurulmasi/"}
{"prompt": "İçindekiler Bir toprak parçasına sahip olmak, onun üzerinde istenildiği gibi yapı inşa edebilmek anlamına gelmez. Yapılaşmanın hayatın ortak ihtiyaçlarına uygun şekilde gerçekleşmesi için, merkezi ve yerel yönetimler tarafından planlanması gerekir. Böylece, bir yandan kamu, yani tüm yurttaşların yararına bir yapılaşma gerçekleştirilmesi amaçlanırken bunun doğal sonucu olarak, toprak sahiplerinin mülkiyet hakları sınırlanmış olur. Hazırlanan ve yürürlüğe giren imar planlarına hak sahiplerinin itiraz etmesi her zaman mümkündür. Düzenleyici işlem olduğu için imar planları hakkında verilen bir iptal kararı tüm planın iptali anlamına gelir ve planlanan alandaki herkes bu karardan yararlanır. Bunun bir yansıması da planlanan alanda parseli bulunanların doğrudan kendi parseliyle ilgili olmayan plan hükümlerinin iptali için dava açma hakkı bulunmasıdır. Aynı mahalle ve semtte taşınmazı bulunanlar, doğrudan kendi parselleriyle ilgili olmayan komşu parseller hakkındaki hükümlere yoğunluk artışı veya meşru ve güncel bir menfaatin ihlal edildiği gerekçesiyle ”semt sakini” olarak dava açabilir.(Danıştay 6. Dairesi 15.06.2016) (Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu 12.06.2014) İmar planlarına karşı iptal davası açarken doğrudan ve dolaylı olarak etkilenilen tüm hukuka aykırılıkların ortaya konulması davanın ve planın akıbeti bakımından önemlidir. İdare hukukunda bir idari işlemin hukuka uygun olup olmadığı beş açıdan incelenir: Yetki, şekil, sebep, amaç ve konu. Bunlar bir idari işlemin zorunlu unsurlarıdır ve birinde eksiklik veya sakatlık olması o idari işlemin iptali nedenidir. İptal kararıyla birlikte iptal edilen işlem en başından itibaren ortadan kalkar ancak aynı yetkilerle donatılmış olan idare her zaman mahkeme kararındaki iptal sebeplerine uygun olarak yeni bir işlem tesis edebilir. Aşağıda, sayılan gerekçeler temelinde imar planlarının iptaliyle ilişkili yargı kararlarını kısa açıklamalar eşliğinde sunuyoruz. İmar planlarının genel amacı kamu yararıdır. Danıştay 6. Dairesinin hükümlerinde çok sık kullandığı bir karar kalıbı vardır:”Yapılan plan değişikliğinde ya da imar planında; şehircilik ilkeleri, planlama esasları ve kamu yararına uyarlık bulunmadığından iptaline…” Kamu yararına aykırılık başlı başına bir iptal sebebidir. Kamu yararı dışındaki amaçlarla, belli bir kişiye rant ya da çıkar sağlamak için plan değişikliği ya da imar planı yapılamaz. İdare planın kamu yararıyla yapıldığını ispat etmek zorundadır. Plan değişikliği kararı alınırken buna dair zorunlulukların tek tek açıklanması gerekir. İmar planlarında ”yetki” sadece kamu idaresinin yetkisini ifade etmez. Yetkinin üç boyutu vardır. – Kamu idaresinin yetkisi – Kamu idaresinin plan yapmaya yetkili organı (Belediyelerde belediye meclisi gibi) – Plan yapmaya yetkili kişi (müellif) Bir kamu idaresinin bu genel kurala aykırı olarak plan yapabilmesi için kanun ile özel olarak düzenlenip yetkilendirilmesi gerekir. Planları yapmaya yetkili olan kurum plan değişikliği yapmaya da yetkilidir. Planın veya plan değişikliğinin yetkisiz kurum tarafından yapılması ya da birden fazla kurumun yetki paylaştığı turizm alanları, koruma alanları gibi yerlerde tüm kurumların katılım sağlamaması diğer her şey mükemmelen yapılmış olsa dahi planın/plan değişikliğinin iptali sonucunu doğurur.(Danıştay Kararı – 6. D., E. 1994/3181 K. 1995/533 T. 7.2.1995)(Danıştay Kararı – 6. D., E. 2002/2797 K. 2003/7024 T. 19.12.2003) (Danıştay Kararı – 6. D., E. 2018/6057 K. 2019/282 T. 16.1.2019) Genel yetki kuralına göre belediyelerde Belediye Meclisi plan yapmaya yetkilidir. Belediye başkanının da belediye encümeninin de plan yapma/değiştirme yetkisi yoktur. Belediye ve mücavir alanların dışında İl Genel Meclisi yetkilidir. Belediyelerde planlar başkan onayı gerekmeksizin yürürlüğe girer ancak İl Genel Meclisinin kararı vali onayı olmadan yürürlüğe girmez. – ”Olayda, uyuşmazlık konusu taşınmazın kamulaştırılması veya imar planı değişikliği yapılmak suretiyle taşınmaza yapılaşma hakkı verilmesi istemiyle yapılan başvurunun her bir istem bakımından yetkili olan organlara gönderilerek karara bağlanması gerekirken, doğrudan doğruya bu konuda karar verme yetkisi bulunmayan belediye başkanlığı işlemi ile reddedilmesinde yetki unsuru yönünden hukuka uyarlık bulunmamaktadır.”(Danıştay 6. D., E. 2016/12614 K. 2020/9074 T. 8.10.2020) İmar planı yapacak kişilerin şehir ya da bölge plancısı olması gerekir. Başka herhangi bir meslek grubunun imar planı yapma yetkisi yoktur. Plan yapma yetkisinin diğer boyutu ise, planlanacak alanın niteliğine/büyüklüğüne göre Plan Yapımını Yükümlenecek Müelliflerin Yeterlilik Durumu Hakkında Yönetmelik’te belirlenen yeterlilik kriterlerinin sağlanmasıdır. Plan yapacak alan büyüdükçe tecrübe şartı artar. 6306 sayılı Kanun uyarınca riskli yapılara ilişkin imar planı tadilatlarının ada bazında yapılması gerektiği, parsel bazında plan tadilatı yapılmasına ilişkin dava konusu işlemde yetki unsuru yönünden hukuka uyarlık bulunmadığı sonucuna varılmıştır.(Danıştay 6. D., E. 2019/1054 K. 2022/2450 T. 2.3.2022) Dava konusu 1/25000 ölçekli Tekirdağ İl Çevre Düzeni Planı Değişikliğinin Tekirdağ Büyükşehir Belediye Meclisince onaylanması gerekirken davalı Bakanlık tarafından onaylanmasında yetki unsuru bakımından hukuka uygunluk bulunmamaktadır.(Danıştay 6. D., E. 2019/20580 K. 2022/3092 T. 15.3.2022) Şekil yönünden hukuka aykırılıkların çoğu bir plan yapılırken uyulması gereken kurallarla ilgilidir. Örneğin sağlıklı bir analiz yapılmadan imar planı yapılamaz. Bu ayrıca kamu yararı yönünden yani amaç unsuru bakımından hukuka aykırılık olarak nitelendirilebilir. Planın sağlıklı bir şekilde hazırlanması için gereken tüm şartları şekil şartı olarak değerlendirebiliriz. İdare hukuku açısından ”sebep” bir işlemi yapmaya iten şey, dayanaktır. İmar planlarının sebebi bir üst ölçekli imar planıdır. Her üst ölçekli imar planı bir alt ölçekli planın sebebini, dayanağını teşkil eder. Nazım imar planının sebebi/dayanağı çevre düzeni planıdır. Uygulama imar planının dayanağı nazım imar planıdır. Bu, planlama hiyerarşisi kavramını ortaya çıkartır. Planlarımız; en üstte kalkınma planları, sonra bölge planları, ondan sonra mekansal strateji planları, çevre düzeni planları, nazım imar planı ve son olarak uygulama imar planı. Planlar hiyerarşisinde her plan üst ölçekli plana uygun olmalıdır. Her planın niteliği ve göstermesi gereken detaylar farklıdır. İdarelerin tesis ettikleri işlemlerin (bireysel-düzenleyici) unsurlarından olan konu unsuru, idari işlemin doğurduğu hukuki sonuç, yani hukuk aleminde meydana getirdiği değişikliktir. İdari işlemin konusu bizzat bu işlemin kendisi, onun içeriği olup, işlemde konu unsurunun herhangi bir tereddüte yer bırakmayacak şekilde belirtilmesi gerekli olup, bu yöndeki zorunluluk idari işlemin hukuki denetiminin sağlıklı bir şekilde yapılabilmesi için gerekmektedir. İdari işlemde konu unsurunun gösterilmesi, işlemin yasaya uygunluğunu ve dayanağını değerlendirerek, işleme itiraz edip etmeme konusunda ilgililere yardımcı olacağı gibi idarenin saydamlığı, savunma hakları ve idareye güven ilkeleri ve hukuk devleti anlayışının oluşumu noktalarında da büyük öneme sahiptir. ”Dairemizin ara kararlarına davalı idarece verilen cevapta 1/5000 ve 1/1000 ölçekli planların değiştirildiğinin belirtildiği, dava konusu karar ile hangi ölçekli planda değişiklik yapıldığı hususunda belirsizliğe sebebiyet verildiği dikkate alındığında,değişiklik yapılan planın ölçeğinin belirtilmemiş olması sebebiyle de dava konusu belediye meclisi kararında hukuka uygunluk bulunmamaktadır.(Samsun BİM, 2. İDD, E. 2019/684 K. 2020/649 T. 30.10.2020)” E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. a) Yetkili Kamu İdaresi b) Kamu İdaresinin Yetkili Organı c) Plan Yapmaya Yetkili Kişi Yetkiyle İlgili Diğer Kararlar : Benzer yazılar:Yargı Kararlarıyla Tiny HouselarYargı Kararlarıyla Tarım Arazilerinde Yapılaşma (Bağ Evi, Tarımsal Amaçlı Depo vb.)Yargı Kararlarıyla Ceza Muhakemesinde Usulden Bozma SebepleriYargıtay Kararlarıyla Muris Muvazaasının İspatı Ve Unsurları", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/yargi-kararlariyla-imar-planlarinin-iptali-sebepleri/"}
{"prompt": "İçindekiler “Gerçek suçlu günahı işleyen değil, karanlığı getirendir.”Victor Hugo,Sefiller Tarihsel dönemleri coğrafi keşiflere, bilimsel gelişmelere, aklın kullanımına göre birbirinden ayırmak mümkün olsa bile, herhangi bir coğrafyada belli bir an itibariyle işlenen ağır cürümlerin sayısı veya insanın insana zulmü bakımından bir karşılaştırma yapacak olsak herhalde elimizde kesintisiz ve birbirinden ayrılamaz yekpare bir tarih olurdu. İnsanlık tarihini savaşsız, zulümsüz, kavgasız ve sömürüsüz okumak neredeyse mümkün değildir. Bu anlamda günümüz geçmiş çağlardan daha masum yahut daha gaddar olamaz. Kendi çağımız için sadece geçmişteki insanlara göre daha talihsiz olduğumuz söylenebilir. Bizler çok talihsiziz çünkü düne nazaran çok daha küçük bir dünyada yaşıyoruz. Teknolojik gelişmeler sayesinde dünyanın bir ucundaki zulme neredeyse hemen o anda şahit oluyoruz. Belki eski dönemlerdeki insanlar bu anlamda bizden daha talihliydiler; çünkü yakınlarında olmayan hiçbir zulme haberdar olmadıkları için tanıklık da etmemişlerdi. Günümüzün iletişim imkanları sayesinde eskisinden daha fazla günahkarız. Çünkü daha fazla günahtan haberdarız. Böyle bakıldığında zulme şahit olup hiçbir şey yapamamak zulmün kendisi kadar olmasa da çok büyük bir zulümdür. İnsan ahlaki bir varlıktır. Her insan ahlaklı olmasa dahi insanlar, daima yargılar, değerlendirir, hükümde bulunur ve hatta onaylar veya reddeder. İnsanın insana karşı işlediği suçlar arttıkça buna şahit olan bizlerin omuzlarındaki ahlaki sorumluluğun yükü de artmakta. Çünkü şahit olduğumuz kötülüğe karşı olan tavrımız, yargımız, hükmümüz, itirazımız ölçüsünde ahlaki değerimizi muhafaza etmekte yahut yitirmekteyiz. Çok iyi biliyoruz ki harekete, yani eyleme geçmeyen hiçbir yargı esasında ahlaken değerli değildir. Dolayısıyla bugün hepimiz ekranlarda izlediğimiz olaylar karşısında yargıda bulunmak, hüküm vermek, isyan etmek, şikayet etmek zorunda kalırken aslında bu olayların gidişatına son vermek için harekete geçmek veya geçmemek konusunda da bir karar vermeye mecburuz. Sadece sosyal medya hesaplarımızdan birilerini lanetleyerek harekete geçmiş olmayacağımız aşikardır. Fakat harekete geçmek de çoğu zaman insanın konforunu tehdit edecek kadar ağır bedeller ödemeyi gerektirebilir. Dolayısıyla günümüz insanı kendi günlük yaşamını etkilemeyen doğrudan kendisine veya yakınlarına tehdit teşkil etmeyen pek çok mesele hakkında harekete geçip bedel ödeme riskinin tedirginliği ile seyirci kalıp ahlaki sorumluluk yükünün altında ezilmenin arasında tedirgin bir yaşam sürmeye mahkumdur. Günümüz insanının bu talihsizliğine ve belki de sıkışıp kalmış haline bir ara verip, daha zamansız bir gözlemde bulunalım. İnsan üzerine geliştirilen muhtelif fikirlerin dönüp dolaşıp tartışmak zorunda kaldığı en önemli husus insanın özünde iyi mi kötü mü olduğu meselesidir. Bir insan doğası tartışmasını burada etraflıca yürütmek mümkün değil ama argümanlarımız ne olursa olsun kabul etmek zorunda kaldığımız ve belki de bütün bu tartışmaları yapmaya bizi sevk eden şey, iyiliği de kötülüğü de aynı anda insanda bulabilmemizdir. Bu yazıda asıl derdimiz ötekinin acısına kayıtsız kalınması sorunu olduğundan tartışmayı bu bağlamda yürüteceğiz. İnsanın iyi olduğuna dair görüşler onun sosyalliğini öne çıkarır. Bu bağlamda sosyallikle kastedilen şey diğer insanlarla en azından karşılıklı fayda temin edecek şekilde ilişkiler kurabilmektir. Buna ilaveten hemcinslerini sevmek, onların ihtiyaçlarını gidermek, onlara zarar vermemek, onlara verilecek zararı engellemek iyiliğin ilave göstergeleridir. İnsanın kötü olduğunu savunan görüşler ise, herkesi bencil görür. İnsan kötüdür çünkü kendi menfaatini sağlayabilmek için başkalarına zarar vermekten çekinmez. Ama mesele sadece bencillik değildir. Çünkü insan kimi zaman hemcinslerine herhangi bir anlaşılabilir neden olmaksızın da zarar verebilir. Kurduğu iş birliği esasında sömürüye dayanır ve uzun süre devam edebileceğine dair hiçbir güvence yoktur. Başkasının çektiği acı normalde hiçbir zaman umurunda olmaz, başkasının uğradığı zulüm sadece kendi menfaati de etkilenecekse önem taşır. Ne var ki hiçbir insan ve hiçbir topluluk yukarıda çizilen siyah beyaz karşıtlığın tek bir tarafına yerleştirilemez. Ya da başka türlü söyleyecek olursak hemen herkesin karşılaştığı o kadar çok istisna vardır ki istisnaların kaideleri bozmayacağı ilkesi anlamını yitirir. Anlamaya çalıştığımız husus başkalarının acılarına, uğradığı zulme dikkat kesilip bunu onaylamama ve yerine göre harekete geçme kabiliyetine sahip olan bir insanın bu empati duygusunu neden her zaman işletmediği veya işletemediğidir. Gerçekten de hiç ama hiç kimseyi umursamayan insan sayısı pek azdır. Sosyopat olarak adlandırılan kişiler haricinde insan en azından sevdiği ve yakınlık hissettiği kişilerin duyduğu acıyı önemser ve bunu dindirmesi gerektiğini düşünür. Özdeşlik kurduğumuz insanlar genellikle oluşturduğumuz kimlikle yakından ilgilidir. Kimlik, kendi varlığımızı başka varlıklara nispetle tarif etmek anlamına gelir. Eğer belli bir aileye mensup olmak yegâne kimliğiniz ise o ailenin mensubu dışındaki herkes ötekidir. Öteki, insanın başlangıçtan bu yana gündeminden hiç düşmeyen kadim bir problemidir. İnsanın kendisinden “ben” diye bahsettiği anda ona eşlik eden bir “ötekisi” daima vardır. “Öteki”, “ben”in gölgesidir. “Ben” ve “öteki” kendini tanımlayabilmek ve kendi ayakları üzerinde durabilmek için birbirine ihtiyaç duyan siyam ikizleridir. “Öteki”, “ben” olmayandır. Bu anlamda “öteki”, “ben”in Camera Lucida’daki ters imajıdır. “Öteki”, ”ben” e hiç benzemediği için daima bir tehdittir. ”Öteki” yabancıdır, bilinemezdir, meçhuldur ve insan daima kendisine benzemeyenden, hakkında bir şey bilmediğinden korkar. Korkmuş insan belki de hayvanların en korkuncudur. Korkan insan korktuğu şeyi yok etmek ister ve bunun için de hırçınlaşıp saldırganlaşır. Dünya tarihi insanın “öteki”den korktuğu için ötekini yer yüzünden silme mücadelesinin kanlı tarihi olarak da okunabilir. Öteki”ni yok etmekle amaçlanan “ben”in daha konforlu, düzenli ve tanıdık bir hayat inşa etmesidir. Maalesef bu korku bazen bazı toplulukları öldürerek yok etmeye yol açar. İkinci Dünya Savaşındaki Almanların Yahudilere yaptıkları, Yugoslavyanın dağılmasından sonra Sırpların Boşnaklara yaptıkları ve bu yazı yazılırken dahi hala devam eden İsrail’in Filistinlilere yaptıkları işte hep “ben”in “öteki” karşısındaki bu korkusundan kaynaklanır. Öteki sizi öteki olmakla var ettiğinden onun kendi ötekiliği içerisinde kalması sizin açınızdan bir varlık meselesidir. Böylece her türlü ilişkinizi öteki ile karşıtlık içerisinde kurarsınız. Öteki esasında sizin hemcinsiniz sayılmadığından ona karşı hiçbir sevgi, yakınlık ve yükümlülük hissetmezsiniz. Karmaşık toplumlarda kimlik meselesi yukardaki örnek kadar basit değildir. Kişinin birden fazla kimliği olabileceği gibi çok sayıda insanı kapsayacak bir kimlik de inşa edilmiş olabilir. Ama belirleyici olan husus ötekinin karşıtlığına dayanan bir kimlik inşası halinde ötekinin her daim ahlaki yükümlülükler alanı dışında kalacağıdır. Dolayısıyla ötekinin maruz kaldığı herhangi bir acı zaten zulüm olarak da nitelenmeyecek, rahatlıkla kayıtsız kalınabilecek ve bu kayıtsızlık ahlaki bir kaygı veya yükümlülük yaratmayacaktır. Ben ile öteki arasındaki bütün ayrımları silecek bütün insanları tek bir kimlik altında toplayacak her zaman her yerde geçerli olan evrensel ahlak kriterlerinden bahsedemeyiz. Bunun için insanın olduğu her yerde daima bir öteki de olacaktır. Her ne kadar elimizde “Öldürmeyeceksin” ”Çalmayacaksın” “zina yapmayacaksın” gibi genel geçer ahlaki kriterler olsa bile hayatın karmaşasında insanın bu prensipleri görmezden geleceği sayısız komplike durum vardır. Bu nedenle insanlar çoğu kez bu genel geçer ahlaki prensipleri çiğnediklerinde dahi kendi eylemlerini meşrulaştırmayı bilirler. Ahlakın temel karakteristiği formüle edilememesi ve standartlaştırılamamasıdır; ahlak kendisini daima eylemde, her bir koşulun biricikliğinde sergilenen tavırda gösterir. Bu yüzden ”ben” ile “öteki” arasındaki bu kadim karşıtlığın üstesinden gelecek evrensel bir ahlak önermek mümkün değildir. Bu durumda yapılabilecek en iyi şey erkek-kadın, beyaz-siyah, dost-düşman, bizler-onlar, müslüman-yahudi gibi pek çok ayırıcı ve fark yaratıcı kimliklerimize rağmen bütün bu ayrımların öncesinde insan olmaklığımızda birleşebileceğimizi hatırlamaktır. O vakit zulüm görenin kim olduğu veya öldürülenin kim olduğu sorusu, zulme veya katliama dair tepkimizi veya tepkisizliğimizi belirliyorsa burada tartışmasız bir ikiyüzlülük ve çifte standart vardır. Keza zulmedenin yahut öldürenin kim olduğuna göre reaksiyonumuz yine değişecekse ahlaki açıdan tavrımız yine ikiyüzlüdür ve yine çifte standart batağına saplanmıştır. Bir yerde zulüm veya katliam varken insanların çektikleri acılara bizden olup olmamalarına yahut öteki olup olmamalarına göre bir tavır sergilenemez. Zulüm herkes için her yerde ve her zaman zulümdür. Sadece zulme uğrayanlar ve ölenler bizdenken harekete geçmek çok ahlaklı ve çok anlamlı değildir. Asıl anlamlı ve ahlaklı olan eylem zulme uğrayanlar bizden değilken de sesimizi yükselterek bu zulme karşı çıkmaktır. Türkçe’de “Ateş düştüğü yeri yakar” diye bir atasözü vardır, ki bu söz neredeyse bütün insan toplulukları için geçerli evrensel bir hakikate işaret eder. Hakikaten de çoğu insan için problem ne kadar büyük ne kadar vahim olursa olsun kendisinden uzaklaştıkça ona dair ilgisi, acısı ve üzüntüsü de azalır. Bir problem karşısındaki reaksiyonumuzun boyutu çoğu kez problemin büyüklüğünden ziyade bizim problemin yaşandığı yere olan mesafemizle ilgili olarak azalır ya da artar. Yani daha yakınımızda olan daha küçük bir hadise bizi daha çok etkilerken, bizden daha uzakta olan daha büyük bir hadise bizi o kadar etkilemeyebilir. Burda mesafeyle kastedilen şey hem düz anlamında coğrafi mesafe hem de yan anlamında kültürel mesafedir. Oysa ahlak mesafe tanımaksızın bütün acılara karşı aynı hassasiyeti göstermeyi gerektirir. Ahlakın bir sınırı, vatanı yoktur. Böyle bakıldığında belki de çifte standart, insanın temel karakteristiklerinden ve zaafiyetlerinden birisidir. İnsani bir zaaf olarak çifte standart, insanı kendi acıları karşısında daha hassas ve başkalarının acıları karşısında daha umursamaz yapar. Oysa acının ötekisi veya başkası olamaz. Başkalarının acısını kendi acılarından daha değersiz gören çifte standart, başkalarının acısına karşı kör ve sağır olduğu için kesinlikle ahlaksızlıktır. Uluslararası politika açısından bakıldığında bu çifte standart meselesi Birleşmiş Milletlerde atılan bütün o tumturaklı evrensel barış nutuklarına rağmen uluslararası politikanın prensiplerden çok güç, iktidar ve çıkar ilişkileriyle şekillendiğine işaret eder. Birleşmiş Milletlerde Ruanda, Filistin ya da Uygur Türkleri hakkında yapılan görüşmelerde neredeyse istisnasız her ülke ahlaki prensipler ve insan haklarının evrenselliğini savunuyor görünse de aslında uluslararası politikada daima başka hesaplar vardır. Prensipleri değil de bu güç, iktidar, çıkar, para ilişkilerini takip edenler bu ilişkilerin gerekleri değiştikçe kendi pozisyonlarını da değiştirirler. Oysa bir insan hayatı Filistinli yahut Ruandalı olduğu farketmeksizin bütün bu güç, iktidar ve para ilişkilerinden daha kıymetlidir fakat bu görüş ancak evrensel insani değerlerin mevzisinden savunulabilir. Oysa reel politikada uluslararası arenada daima güçlü olanın sözü geçer. Bu ilişkiler içerisinde aşağıda kalanların sesleri maalesef çok duyulmaz. Uluslararası arenada yardım taleplerinin aciliyeti bile bu güç ve çıkar ilişkilerinin arasında müzakere ve ateşkes görüşmelerinin içerisinde kaybolup gidebilir. Bu da bize uluslararası hukuk standartları kadar ve hatta ondan çok daha önemli olan şeyi, uluslarası hukuk standartlarının tavizsiz bir şekilde uygulanması için bu prensiplerin arkasında duracak ve onları uygulayacak bir güç, yaptırım olmasının gerektiğini gösterir. Ancak bu sayede bir takım tavsiye kararları almaktan öteye gidilerek güçsüzlerin çektikleri acılara bir son verilebilir. Modern dönemin bütün kimlikleri kuşatan şemsiye kimliği milliyetlerdir. Ulus devletler milliyet çatısı altında insanları birleştirmiş diğer olası kimlikleri kendi içinde eritmiş, kurmuş olduğu idari ve hukuki mekanizmalarla bu kimliği destekleyerek güçlendirmiştir. Kimliğin güçlü bir iktidar çerçevesinde yapılanması sonucunda muazzam ama hayli yıkıcı bir gücün ortaya çıktığını iki dünya savaşı tek başına göstermeye yeter. Post modern çağ olarak da anılan dönem esasında modern dünyanın yarattığı kimliklerin aşınarak parçalanması ve parçalanarak çoğalması anlamına gelmektedir. Dolayısıyla paradoksal bir şekilde bu dönem bir taraftan kimlikler çokluğuyla anılırken, diğer taraftan da etkisi bakımından bir kimliksizleşmeden bahsetmek mümkündür. Çünkü kimlik enflasyonunun arttığı yerde kimlikler değerlerini ve anlamlarını yitirmektedirler. Çifte standardın insanın en temel ve en yaygın zaafiyetlerinden birisi olması ahlak konusunda söylenen pek çok şeyin dönüp dolaşıp bu noktaya bağlanmasına neden olur. Ahlak “dosdoğru ol” derken, “doğrudan ayrılma” der ama besbelli ki vurgu doğrudan hiç ayrılmamayadır. Ahlak “dürüst ol” derken bunu bizden her zaman ister. Ahlak insanlara iyilik etmemizi isterken bir kaç kişi için değil, bunu herkes için talep eder. Dolayısıyla her türlü ahlaki talep esasında ayrım gözetmeksizin, kurduğumuz her türlü ilişkide yahut tanık olduğumuz her olayda iyi olmaktır. Bütün ahlaki kaygılar, bütün ahlaki ikilemler, önünde sonunda çifte standartla alakalıdır. Ama bu zaafiyet o kadar güçlüdür ki, tarih aynı zamanda çifte standardın meşrulaştırılmasının tarihidir. Çifte standarda karşı kesin bir çözüm olmasa bile yine de bir nebze işe yarayacak şey eşitliktir. Çünkü en basit bireysel ilişkilerden en kapsamlı toplumsal hatta uluslararası ilişkilere kadar giden düzeyde çifte standart çoğu kez ya eşitliği bozmaktadır ya da eşitsizlikten kaynaklanmaktadır. İki kişi arasındaki ilk bakışta çok basit gibi görünebilecek eşitsiz ilişki bu nedenle hızla eşitsizliğin menfaat sahibi olan tarafında bir çifte standardın uygulanmasıyla sonuçlanabilir. 2019 yapımı “Platform” filmi bu eşitsizlik halinde insanların hızla farklı konumlar edinebilirliğini göstermesi açısından çarpıcı bir eserdir. Yüzlerce kattan oluşan bir hapishanede mahkumlar kendileri için hazırlanan ziyafet sofrasını sırayla ama kısa sürelerle paylaşmaktadırlar. Mahkumların bulundukları kat belli periyotlarla değişmekte böylece herkes bazen daha aşağı bazen daha yukarı katlarda ziyafet sofrasıyla üst katlarda olanlar dolu sofrayla karşılaştıkları için şanslıdırlar ama sofra aşağıya doğru gittikçe yiyebileceğiniz yemek miktarı azalmaktadır. Mahkumların özellikle de üst kattaki mahkumların karşılaştığı ahlaki soru sofradan ne kadar yemek yiyecekleridir. Yemek yerken, aşağıdakileri düşünerek ölmeyecek kadar mı yemelidirler yoksa bir gün aşağı katlara düştüklerinde yiyecek bir şey bulamama ihtimalini gözeterek, mümkün olduğunca çok mu yemelidirler? Filmin bize sunduğu yakıcı gerçek insanın genellikle başkasına olan güvensizlikle birlikte o an için en fazla faydayı sağlamaya meyilli olduğudur. Çifte standart açısından ise gördüğümüz husus, aşağı kattayken yukarıdakilerden kendilerini düşünmesini isteyen mahkumların, gün gelip üst katlara çıktıklarında aşağıdakileri hiç düşünmedikleri ve bunun içinde türlü gerekçeler bulduklarıdır. Üst kata gelenler neden üst katta olduklarını bilmedikleri halde ve yine bilmedikleri bir sebeple yerlerinin değişeceği kesin olmasına rağmen, o an için bulundukları konumu hak kabul etmektedirler. Gündelik yaşam bu çifte standardın trajikomik örnekleriyle doludur. Hasbelkader bir apartmanın orta katlarında ev sahibi veya kiracı olarak oturmaya başlayan kişi balkonda halı silkerken aşağı kattakilerin bundan ne kadar rahatsız olabileceğini önemsemezken üst kattan gelen çocuk sesleri için pekala kavga çıkarabilir. Bu komşumuzun komşuluk ilişkilerine dair hiçbir ilkesi yoktur. Halısını silkmesi gerektiğini düşünüyordur ve alt kattaki komşusu onun bu ihtiyacı karşısında sabırlı olmak zorundadır. Çünkü kader onu bu komşumuzun alt katına yerleştirmiştir. Ama üst katındaki çocuklar onu rahatsız etmemelidir. Çünkü onun alt katta da olsa huzurlu bir şekilde evinde yaşama hakkı vardır. Keza çalıştığı şirkette maruz kaldığı mobingten sürekli şikayet eden beyaz yakalı, gittiği restoranda kendisine hizmet eden garsona veya ev işlerini gören gündelikçiye kök söktürmekte hiçbir çelişki görmez. Kendisine garsona veya gündelikçiye neden bu kadar kötü davrandığı sorulsa belki de herkesin işini mükemmel yapması gerektiğini işverenin ya da hizmet alanın taleplerini tartışmaya açık olmadığını söyleyecektir. Hatta belki bunun hayatın kuralı olduğunu kendisinin de öyle bir muameleye maruz kaldığını anlatacaktır. Ama iş kendi işyerindeki yakınmalarına gelince alttakiler için bir gerekçe olarak sunduğu konu her nedense bu durumda geçerliliğini yitirir ve insanlıktan, adaletten bahis açılır. Dolayısıyla bu çifte standart kişinin mensubu olduğu muhtelif kimliklerin içine düştüğü her türlü eşitsiz durumda tekrarlanır. Kendi milleti için istediğini başka millet için gereksiz görür. Kendi dinine hak saydığını başka dine yasak görür. Kendi tuttuğu takım aleyhine verilen kararı yanlış bulurken aynı koşullarda lehine verilen karar için hakemi alkışlayabilir. Çok büyük zulümler söz konusu olduğunda çifte standardı tespit etmek ve eleştirmek nispeten daha kolay olabilir. Ama çifte standart yaşamın her anına eşitsiz koşullar çerçevesinde nüfuz etmiş büyük bir meseledir. Ve tekil olaylardan bağımsız genel bir perspektif sorunudur. Ne yazık ki genel bir perspektif sorunu olması sebebiyle çifte standardı sadece bazı meselelerde ciddiye alıp ortadan kaldırmaya çalışmak büyük bir hata olacaktır. Üstelik stratejik olarak da parçalı bir çifte standart söylemi sonuçsuz kalmaya mahkumdur. Bir konuda bir başkasını çifte standartla suçlayan kişi bu eleştirisinin hem haklı hem de etkili olabilmesi için kendisinin de çifte standarttan uzak olması gerekir. Dolayısıyla dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir zulmü gündeme getirirken başkalarını çifte standartla suçlayan kişi öncelikle kendisinin mesela bütün zulümlere aynı ciddiyetle yaklaşıp yaklaşmadığının hesabını en azından kendisine vermek zorundadır. Katmerli çifte standart diyebileceğimiz günümüzün ironisi tam da burada yatmaktadır. Çifte standart eleştirisi yapanların pek çoğu esasında kendileri de çifte standart uygulamaktadır. Dahası gündelik hayatın tam bir çifte standart cenneti olduğu bir durumda seçmece eleştirilerimizin tutarlılıktan yoksun olduğu o kadar açıktır ki pek çoğumuz içten içe eleştirilerimizi en iyi ihtimalde utanarak aymazlıkla dile getiririz. Çifte standart hep başkasına bir eleştiri olarak gündeme getirilir. Ama görünen o ki bu eleştirinin anlamlı bir etki yaratabilmesi için kendisinin de çifte standarttan muzdarip olmaması gerekir. Yazıya Victor Hugo’nun “Gerçek suçlu günahı işleyen değil, karanlığı getirendir” sözüyle başlamıştık. Elbette bu sözü çok farklı şekillerde yorumlamak mümkün. Fakat yaptığımız tartışma bakımından bize söyleyeceği iki şey var: Birincisi: Somut bir olayda kötülüğü yapan pek az kişidir. O kötülüğü mümkün kılan ise sesini çıkarmayan kalabalıklardır. Kalabalıkların sesini çıkarmamasının en büyük nedenlerinden biri insanların ses çıkarma ya da tepki verme kriterlerinde çifte standart olmasıdır. İkincisi: Çifte standart kalabalıkların da günahıdır. Kalabalıklar kolpadan yaşadıkları hayatta sürekli canlı tuttukları eşitsizlik hali ve çifte standartla sayıca az ve toplamda esasında çok da güçlü olmayan kötülerin rahatça hareket etmesine imkan sağlamaktadır. Çifte standarttan vazgeçmedikçe, eşitsizlik meşruiyetten kurtarılmadıkça kalabalıklar zulme karşı çıkardıkları cılız seslerle ezilmeye devam edeceklerdir. O yüzden öteki tasavvurunu yeniden gözden geçirip her ezilenle kardeşlik kurup Doğu Türkistanda Uygur Türk’ünün, Mısırda Kıpti Hıristiyanın, sinagog saldırısında Yahudinin, İsrail’e karşı Filistin’in sadece sözle değil aynı zamanda eylemlerimizle yanında olmak gerekir. E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. ÖTEKİ KOLPA YADA ÇİFTE STANDART Benzer yazılar:Yapı Kayıt Belgesinin İptali ve Sonrasındaki SüreçYargı Kararlarıyla Yürütmenin DurdurulmasıYargı Kararlarıyla Çevre Para CezalarıTÜRKİYE’DE BİR SINAV SKANDALI DAHA: TÜRK PATENT ENSTİTÜSÜ’NÜN ÖZENSİZLİĞİ VE KEYFİLİĞİ TESCİLLENDİ", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/kolpa-ya-da-cifte-standart/"}
{"prompt": "İçindekiler Hisseli taşınmazlardaki ortaklık ilişkileri sonlandırılırken kural olarak taşınmazın tamamı dava konusu edilir. Ekseriyetle taşınmazı ortaklar arasında paylaştırmak mümkün olmaz ve ihale ile satılarak bedeli hisselere göre paylaştırılır. Ancak Medeni Kanunumuz bazı durumlarda taşınmazın tümden satışı yapılmadan da ortaklık ilişkisini sonlandırılabileceği istisnalar düzenlemiştir. Medeni Kanunumuzun 696. maddesi taşınmazın tamamı satılmadan hissedarlıktan çıkartma konusunu düzenlemiştir. Buna göre: Dava yoluyla hissedarlıktan çıkarma yolu paylı mülkiyet için geçerlidir. El birliği mülkiyeti de bulunan taşınmazlarda bu hüküm uygulanmaz. Medeni Kanunumuzun 697. maddesi bir Paydaş’ın satış yapılmadan hissedarlıktan çıkarılmasına ilişkin hükümlerin kıyas yoluyla pay üzerinde intifa veya diğer bir ayni ya da tapuya şerh edilmiş kişisel yararlanma hakkı sahipleri hakkında da uygulanabileceğini düzenlemiştir. Ancak devri mümkün olmayan haklar sahibine bir tazminat verilmesi karşılığında sona erer. Dava Sulh Hukuk Mahkemesinde açılır. Hakim, çıkarma istemini haklı görürse öncelikle çıkarılacak paydaşın payını karşılayacak kısmı maldan ayırmaya olanak varsa, bu ayırmayı yaparak ayrılan parçanın paylı mülkiyetten çıkarılana özgülenmesine karar verir. Aynen ayrılmasına olanak bulunmayan maldaki payın dava tarihindeki değeriyle kendilerine devrini isteyen paydaş veya paydaşlar bu istemlerini paydaşlıktan çıkarma istemi ile birlikte ileri sürmek zorundadırlar. Hâkim, hüküm vermeden önce re’sen belirleyeceği uygun bir süre içinde pay değerinin ödenmesine veya tevdiine karar verir. Davanın kabulü hâlinde payın istemde bulunan adına tesciline hükmolunur. Payı karşılayacak kısım maldan aynen ayrılamaz ve bu payı isteyen paydaş da bulunmazsa hâkim, davalıya payını devretmesi için bir süre belirler ve bu süre içinde devredilmeyen payın açık artırmayla satışına karar verir. Satış kararı, cebrî icra yoluyla paraya çevirmeye ilişkin hükümler uyarınca yerine getirilir. E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. PAYDAŞLIKTAN ÇIKARMA İLGİLİ YARGI KARARLARI Benzer yazılar:Tapu Tahsis Belgesi Yürürlükten KalkıyorYapı Kayıt Belgesinin İptali ve Sonrasındaki SüreçYargı Kararlarıyla Yürütmenin DurdurulmasıYargı Kararlarıyla Yıkım (775 Sayılı Gecekondu Kanunu’na Göre)", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/tasinmazi-ihale-ile-sattirmadan-hissedari-paydasliktan-cikarma/"}
{"prompt": "İçindekiler ”Tiny House”lar, yaşam alanlarının küçültülmesi ve mobilize edilmesi anlayışının sonuçlarındandır. Kişilerin modern dünyanın dayattığı tekdüzelikten uzaklaşmalarını sağlarken, bu imkanı İmar hakkı bulunmayan arazilerde de sunabilmesi bu küçük yapılara olan ilgiyi arttırmıştır. Henüz özel bir hukuki düzenlemeye konu olmayan Tiny House’lar çoğaldıkça bunlarla ilgili sorunların sayısı ve çeşitliliği de artmaktadır. Biz bu çalışmada bunlardan sadece hukuk hayatını ilgilendiren konulara ilişkin değerlendirmelerde bulanacağız. Bu bağlamda Tiny House’lar ile oluşturulan Kamping vb. tesislerin”İşyeri Açma ve Çalıştırma Ruhsatı”almaları ile ilgili genel açıklamalara da yer vereceğiz. Özellikle“Tiny House”ların daimi konut olarak kullanılmaları, kanalizasyon gibi altyapı hizmetlerinden faydalanmaları, ruhsatlandırılmış projeleri dışında kullanılmaları gibi durumların; taşınır araç niteliklerinde cins değişikliğine neden olup olmayacağı yanı sıra”yapı ruhsatı”gerektiren kullanım hallerinin bulunup bulunmadığı değerlendirilecektir. Nitekim bunlardan”araç”niteliğini yitirip”yapı”sayılacak bir”Tiny House”,başta İmar Kanunu olmak üzere farklı hukuki rejimlere tabi olabilecektir. Örneğin konut olarak kullanılmaları halinde; – Kiralanmış ise;”Araç Kiralama” mıyoksa“Konut ve Çatılı İşyeri Kiralama”hükümlerine mi tabi olacağı, – Ceza yargılamasında ve suç soruşturmalarında koruma tedbirlerinin”araç araması”ya da”konut araması”hükümlerine göre mi icra edileceği, –”Aile Konutuna”ilişkin hükümlerin uygulanıp uygulanmayacağı, –”Tebligat Adresi”sayılıp sayılmayacağı, – Suç teorisi bağlamında örneğin”Konut Dokunulmazlığının İhlali”v.b konusu “konutu” ilglendiren suçlarda suça konu olup olmayacağı Dğer bir anlatımla ”Tiny House” ların konut kabul edilip edilmeyeceği gibi hususlar hukuk dunyasını ilgilendiren irdelenmesi gereken konulardır. Bu bağlamda çalışmamızda ”Tiny House”ların kullanımı ve ruhsatlandırması ile ilgili karşılaşılması olası sorunlardan hukuki olanları irdeleyeceğiz. “Tiny House”lar talebe göre, römorklu ve römorksuz”tekerlekli veya tekerleksiz”olarak tasarlanmakta ve üretilmektedirler.Ve bunların herbiri imalatları ve kullanım süreçleri bakımından farklı hukuki rejime tabidirler.Bu makalede”Tekerlekli Tiny House”lar ile sınırlı olarak bir değerlendirme yapacağız. Zira Karayolları Trafik Yönetmeliğine tabi olmayan diğer Tiny House türleri İmar Kanunu bakımından”yapı”ve hatta”bina”niteliğinde sayılmaktadır ve sadece imarlı arazilerde kullanılabilmektedir. Tekerlekli Tiny House; Karayolları Trafik Yönetmeliği kapsamında olup, tip onay belgesi bulunan, plakalı ve ruhsatlı olarak yasal bakımdan “Çekme Karavan” niteliğindedir. Ayrıca İmar Kanunu bakımından bir izin-ruhsat alınması gerektirmez. İmarlı bir arsaya ya da tarla vasıflı bir araziye konulabilir. Bu hallerde yasal olarak ”park etmiş araç” ile aynı hukuki statüye sahip olacaktır. Ancak Tiny Houselar ticari amaçla düzenlenmiş bir alana park edilmelei durumunda farklı bir hukuki rejime tabi olacaklardır. Nitekim 2634 Sayılı Kanunda 28 Temmuz 2021 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan Turizmi Teşvik Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunla yapılan düzenleme ile; konaklama ve plaj işletmelerineTurizm İşletmesi Belgesi alma zorunluluğu getirildi. Düzenlemeyle işletmenin ölçeği hakkında bir kriter öngörülmemiş olup, örneğin 2 odalı bir konaklama tesisi için dahi bulunduğu yere göre Belediye veya Özel İdareden alacağı İş Yeri Açma ve Çalıştırma Ruhsatının yanında Turizm İşletmesi Belgesi alması zorunlu kılınmıştır. Dolayısyla Tiny House’ları ticari amaçla kullandıran yerlerinde bu kapsamda kaldığını söyleyebiliriz. Diğer yandan Turizm İşletmesi Belgesi başvurusunda sunulması zorunlu olduğu için, başvuru öncesinde Belediye veya İl Özel idareden İşyeri Açma ve Çalıştırma Ruhsatı alınmış olması da gerekiyor. Tekerlekli Tiny Houselar Karayolları Trafik Kanununun 3. Maddesi ve Karayolları Trafik Yönetmeliğinin 3.Maddesinin C bendinin 20.Bölümüne göre‘’römork’’ olaraktanımlanan”O sınıfı motorsuz araç”vasfındadırlar. Diğer yandan,“Tiny House”lar römork vasfında olduğundan tescilleriKarayolları Trafik Yönetmeliğinin 42.Maddesine yapılmaktdır. Ancak aynı maddedeki düzenlemeye göre, yüklü ağırlığı 750 kg.’ın altındaki römork ve yarı römorklar tescile tabi değildir Yanısıra, “Tiny House” bir motora sahip olmadığından dolayıMotorlu Taşıtlar Vergisinetabii değildir.Ancak kara yollarında seyir halinde iken geçerli muayenesinin yapılmış olması gerekir. Söz konusu araçlardan karayolunda seyredecekler içinAraçların İmal, Tadil ve Montaji Hakkinda Yönetmelikhükümlerine göre araçların yapım ve kullanım bakımından karayolu yapısına ve trafik güvenliğine uyma zorunluluğunu yerine getirmek üzere “uygunluk onayı” verilmektedir. Diğer yandan, “Tiny House”lar, trafik yönetmeliklerine tabii araçlar vasfında olup, aşağıdaki düzeleme uyarınca plaka, ruhsat ve trafik tescil işlemleri ikmal edildikten sonra başkaca bir izine ihtiyaç olmadan kullanılabilirler. “Madde 42-Çekici araçlar ile (traktör römorkları hariç), bu Yönetmeliğin 29 uncu Maddesindeki esas ve usullere uygun olarak ayrı ayrı tescil edilirler. Çekici araçlar ile römork takacak araçların tescil belgelerine çekeceği römorkun taşıma sınırı yazılır. Traktör römorkları ise, ayrı olarak tescil edilmeyip, bir dilekçe ile müracaat halinde, sahiplik ve teknik belgesindeki gerekli bilgiler, çekecek traktörün tescil ve trafik belgesinin ilgili bölümüne işlenir.” Karayolları Trafik Yönetmeliğine göre, römork ve yarı römorkları çekmek için imal edilmiş olan ve yük taşımayan motorlu araçlar “çekici”olarak tanımlanmaktadır. Römork ise motorlu araçla çekilen insan veya yük taşımak için imal edilmiş motorsuz araç olarak ifade edilmektedir. “Özel amaçlı taşıt” ise,yolcu veya yük taşımak üzere özel bir işlevi yerine getirmek için kullanılan (bunun için özel gövde düzenekleri ve/veya ekipmanları gereklidir) M, N veya O sınıfı motorlu araçlar olarak ifade edilmektedir. Sözü edilen Yönetmeliğe göre, bir motorlu araç tarafından çekilen römork veya yarı römork motorsuz yük taşıma araçları “O sınıfı” olarak ifade edildiğinden, “Tekerlekli Tiny House”lar , anılan Yönetmelik düzenlemesine göre “O Sınıfı” araç olarak tanımlanmaktadır. Bunlar da kendi içinde ağırlıklarına göre aşağıdaki gibi dört alt sınıfa ayrılmaktadır. Şöyle ki , O1 Sınıfı: Azami ağırlığı 0.75 tonu aşmayan motorsuz yük taşıma aracıdır. O2 Sınıfı: Azami ağırlığı 0.75 tonu aşan, ancak 3.5 tonu aşmayan motorsuz yük taşıma aracıdır. O3 Sınıfı: Azami ağırlığı 3.5 tonu aşan, ancak 10 tonu aşmayan motorsuz yük taşıma aracıdır. O4 Sınıfı: Azami ağırlığı 10 tonu aşan motorsuz yük taşıma aracıdır. Bu itibarla“Tiny House”lar“karavan”olarak kabul edidiği için Karayolları Yönetmeliği gereği çeken aracın sücüsü“BE”sınıfı ehliyetine sahip olması gerekir. İlgili aracın çeki demiri takılı olması ve bu çeki demirinin gerekli işlemler yapılarak ruhsata işlenmesi gerekir. Bununla birlikte sürücü belgelerinin belirlenmesinde Yönetmeliğin 75. maddesi gözetilmelidir. Buna göre, – 3.500 kilogramı geçmeyen römork veya yarı römork içeren birleşik araçları kullanacaklar”BE” sınıfı sürücü belgesine sahip olmalıdır. Bu konaklama tarzının özelikle yeni bir olgu olması nedeniyle uygulamada bir takım sorunlarla karşılaşılmaktadır. Pandemi nedeniyle Tiny House kullanım eğilimi arttığından bu konuda karşılaşılan sorunlar da artmaktadır. Söz konusu yapıların beklentileri ve ihtiyaçları karşılaması ve sürdürülebilir olması için yasal çerçevesinin iyi örgülenmesi ve uygulamada yaşanan sorunların aşılması için fiziki ve hukuki alt yapının sağlıklı oluşturulması gerekir. Bu çalışmayla Tiny House olgusunun sadece bir bölümünü oluşturan karavanlarla ilgili yaşanan sorunlara işaret etmek ve karşılaşılması olası sorunlara mevcut hükümler çerçevesinde çözüm önerilerimizin paylaşılması ve bundan sonra yapılacak araştırmalara katkı sağlanılması amaçlanmıştır. E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. A.YASAL ÇERÇEVE B. TESCİL VE MUAYENE YÜKÜMLÜLÜĞÜ SONUÇ Benzer yazılar:Ruhsatsız Pergola Ve Sundurma Yapılabilecek DurumlarPlaj İşletmelerinin Turizm İşletme Belgesi Almalarına İlişkin Düzenlemelerden Kaynaklanan Problemlerİmara Aykırı Yapının Tespiti – Yapı Tatil TutanağıKöy Yerleşik Alanı Civarının 100 Metreden 300 Metreye Çıkarılması", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/tekerlekli-tiny-house-kullaniminin-ruhsatlandirilmasi-ve-karsilasilan-hukuki-sorunlar/"}
{"prompt": "İçindekiler Ülkemizde de son yıllarda “Tiny House”lar farklı sebeplerle rağbet görüp kullanımı giderek yaygınlaşsa da, “Tiny House”lar ile ilgili kapsamlı bir mevzuatın bulunmamaktadır. Bu ise “Tiny House”’ların giderek çetrefilleşen bir hukuki sorun yumağı haline dönüşüp bu patlamaya hazır sorunun hem vatandaşın hem de kamu idarecilerinin kucağına bırakılmasına yol açmıştır. Dolayısıyla hem “Tiny House” sahipleri hem de kamu idareleri tamamen sisli bir yolda el yordamıyla yolunu bulmaya çalışmakta, kazaların önüne geçmeye çalışmakta ancak her iki tarafın ciddi olumsuz ve ağır etkilenimleri olduğu olayların önüne geçilememektedir. “Tiny House”lar ile ilgili uluslararası literatürde çok farklı sınıflandırmalar yapılabilmekle beraber, ülkemizde genelde bu küçük evler, römorklu ve römorksuz “tekerlekli veya tekerleksiz” olarak tasarlanmakta, üretilmekte ve her iki türün imalat ve kullanım süreçleri bakımından farklı hukuki rejime tabi olduğu kabul edilmektedir. Sabit “Tiny House”ların ilke olarak yapılara ilişkin kurallara uygun inşa edilmesi ve imar düzenlemelerine tabi olması gerektiği kabul edilmektedir. Bu tip “Tiny House”ları yapı kabul edersek, İmar Kanunu bağlamında (md. 21) belediyelerden veya valiliklerden yapı ruhsatı alınması zorunluluğu vardır. Diğer grup olantekerlekli “Tiny House”lar, -Ülkemizde genellikle bu tiple karşılaşılır- Karayolları Trafik Yönetmeliği’nin “çekme karavan” tanımı içinde değerlendirilmekte, tip onay belgesi alınıp plakalı ve ruhsatlı olarak üretilmektedir. Hareket halindeki “Tiny House”lar, bir ev veya bir yapının aksine bir araç olarak kabul edildiğinden, aracın tipine göre bunlara ilişkin hukuki yükümlülükler de değişir. Tekerlekli “Tiny House”lar;2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu’nun 3. maddesi ve Karayolları Trafik Yönetmeliği’nin 3. maddesinin (c) bendinin 20. Bölümüne göre“römork’’ olarak tanımlanan“O sınıfı motorsuz araç”vasfındadır. Römork ise Kanun ve Yönetmelikte “Motorlu araçla çekilen insan veya yük taşımak için imal edilmiş motorsuz taşıttır” olarak tanımlanır. Aynı Yönetmeliğe göre, bir motorlu araç tarafından çekilen römork veya yarı römork motorsuz yük taşıma araçları “O sınıfı” olarak ifade edildiğinden, tekerlekli “Tiny House”lar, anılan Yönetmelik düzenlemesine göre “O Sınıfı” araç olarak tanımlanır. Tekerlekli “Tiny House”lar motor taşımadığından bunları çekmek için imal edilmiş ve yük taşımayan motorlu araçlar çekici olarak ifade edilir. Tekerlekli “Tiny House”lar, römork vasfında olduğundan tescilleri Karayolları Trafik Yönetmeliği 42. maddeye göre yapılır.Ancak aynı Yönetmeliğe göre yüklü ağırlığı 750 kg.’ın altındaki römork ve yarı römorklar tescile tabi değildir. Tekerlekli “Tiny House”lar, karayollarında seyir halinde iken geçerli muayenesinin yapılmış olması gerekir. Aynı zamanda bunların Araçların İmal, Tadil ve Montajı Hakkında Yönetmelik hükümlerine göre yapım ve kullanım bakımından karayolu yapısına ve trafik güvenliğine uyma zorunluluğunu yerine getirmiş olduğuna dair“uygunluk onayı”sahibi olmaları gerekir. Bunlar, trafik yönetmeliklerine tabiiaraç vasfında olduğundan ilgili düzenlemeler uyarınca plaka, ruhsat ve trafik tescil işlemleri ikmal edildikten sonra başkaca bir izine ihtiyaç olmadan kullanılabilir.Dolayısıyla bu tip “Tiny House”lar, imar mevzuatı kapsamında değildir ve bahse konu mevzuata dayanılarak bu araçların sahiplerine işlem yapılması veya yıkım vb. kararların alınması mümkün olmayacaktır. Ülkemizde tekerlekli “Tiny House”lar ile ilgili ilk düzenleme 18.1.2024 tarihli Resmî Gazete’de yayınlanan Turizm Tesislerinin Niteliklerine İlişkin Yönetmelikte yapılan değişiklik ile girmiştir. Ancak bu düzenleme sadece turizm tesisleriyle sınırlı olup sorunun sadece çok küçük bir kısmını kapsar. Yani bireysel tekerlekli “Tiny House”lar ile ilgili genel nitelikte uygulamaya dair hiçbir kural konulmazken bunlardan 5 ila 49 tanesinin bir araya getirilmesi ile oluşturulacak turizm tesislerine dair kurallar getirilmiştir. Asıl çözüm bekleyen konu, görmezden gelinmiştir. Bu tip “Tiny House”lar yasal olarak “park etmiş araç” ile aynı hukuki statüye sahiptir ve araçların park edebilecekleri her yere park etmelerine engel bir düzenleme yoktur. Dolayısıyla bunların nerelere konulabileceği ve nerelere konulamayacağı bir hukuki sorun olarak durmaktadır. Zira prensipte araçların park ettiği her yere park eden bu araçların konuldukları yer nedeniyle ihtilaflar çıkmakta, tarım alanlarına konulduğunda araç sahiplerine tarım alanlarının amacı dışında kullanılması nedeniyle işlem yapılmakta, sit alanlarına park etmiş diğer araçlardan farklı muameleye tabi tutulmaktadır. Arazisine tarımsal veya hayvancılık faaliyetleri kapsamında bir tekerlekli “Tiny House” yerleştiren kişi burada belli bir süreden beri kalınıyor diye söz konusu araç yapı olarak kabul edilip işlem yapılmasının temeli var mıdır? Öte yandan bazı ülkelerde bu tip araçlar için bulundukları yerdebelli bir süre konaklama izni verilmekteykenTürkiye’de bir süre öngörülmemesi söz konusu aracın örneğin bir araç parkında sürekli kalmasına imkan verir mi? Devlet bu tip“Tiny House”lar bir araya getirilerek oluşturulan turizm tesisleri için bir düzenleme yapmış olmasına rağmen üretimine ve kullanımına müdahale etmediği bağlı olduğu genel çerçeveyi çizen hukuki düzenlemeyi yapmaktan adeta imtina etmektedir. Bir taraftan bakıldığında araca benzeyen ve bu şekilde kabul gören ancak aynı zamanda kişilerin barınma ve dış etkilerden korunma ihtiyaçlarını karşılayan, kendi özel alanlarını geçirdikleri konut olarak kabul edilen “Tiny House”lar ile ilgili, onların bu niteliğini dikkate alan yeni bir ev kategorisi oluşturmanın zamanı gelmiştir. Başka bir ifadeyle ne kuş ne de deve diyebileceğimiz bir canlı türünü adlandırmak için devekuşu ibaresini artık kullanabiliriz. Neticede farklı sebeplerle bireysel “Tiny House” almış olan veya almak isteyen kişiler, hukuki düzenlemenin olmaması, her kamu idaresinin ve mahkemenin bu belirsizlik denizinde pusulasız nereye varacağını bilmeden el yordamıyla yolunu bulmaya çalışması, ilgililer için hukuken öngörülebilir bir tabloyu ortaya çıkarmaz. Bazı kamu idareleri, bu alanda hiçbir kural yokken tekerlekli “Tiny House”ları, yapı kabul edip ruhsatsız oldukları gerekçesi ile yıkım kararı alabilmektedir (http://www.edirneozelidare.gov.tr/basin-aciklamasi-24-05-2024;http://www.edirne.gov.tr/basin-aciklamasi02052023). Öte yandanuygulamada bu tip “Tiny House”lar, yapı ruhsatı almadan kullanıldığından, maliklerinde yapı olmadığı iddiası ileri sürüldüğünden İmar Kanunu’nun 31. maddesindeki net kural uyarınca elektrik, su ve kanalizasyon kamu hizmetlerini alamayacaktır. Dolayısıyla belki de bu tip “Tiny House”ların yapı statüsü için ayrı ve esnek kuralların getirilmesi, diğer yapılarda olduğu gibi sıkı şartlar aranmadan kamu hizmetlerinden faydalandırılması formülü değerlendirilebilir. 3194 sayılı Kanun 2. maddesine göre,Belediye ve mücavir alan sınırları içinde ve dışında kalan yerlerde yapılacak planlar ile inşa edilecek resmi ve özel bütün yapılarla ilgili kuralları içerir, dolayısıyla ilgililerin istedikleri her tür araziye, -niteliği ne olursa olsun (tarım arazisi, doğal sit alanı, kıyı kesimleri, imar planlarında yerleşime ayrılmamış alanlar vb.)- bu tip “Tiny House”ları kondurup toprağa sabitlemeleri mümkün değildir. Ülkemizde bu tip “Tiny House”lar genelde plansız alanlara kondurulmakta, ancak burada bile Plansız Alanlar İmar Yönetmeliğinin iskân dışı alanlarda uygulanacak esaslarına uyulmamaktadır. Dolayısıyla bu tip “Tiny House”ların toprağa sabit hale getirildikleri yer dahi yasalara aykırılık arz etmekte, genelde bu yerleştirmeler tarımsal alanların korunması ve çevre kirliliğinin önüne geçilmesi vb. nedenlerle müdahalelere maruz kalmaktadırlar. Netice itibarıyla sabit “Tiny House”ların imar mevzuatına tabi olduğu kabul edilse dahi bu mevzuatın nasıl ve hangi açılardan hangi usul ve esaslara göre uygulanacağı hususunda hiçbir netlik bulunmamaktadır.Bu ise ilgilileri bir kamu idaresinden diğerine değişen uygulamalara muhatap bırakmakta, farklı yetki bölgelerindeki mahkemelerin farklı kararlar verebilmesi nedeniyle hukuki istikrarsızlıklara yol açmakta, sabit “Tiny House” sahibi olan kişiler için öngörülebilir olmayan bir hukuki atmosfer yaratmaktadır. Ülkemizde “Tiny House” ile ilgili yukarıda özetlenen tablo, bu tip bir yaşam tarzını benimsemiş kişiler ile onların sahip oldukları “Tiny House” ilgili alınan tedbir ve kararlar, bu yapı veya araçların hukuki niteliğini tartışmaya açmakta, ayrıca tedbirlerin/kararların anayasal hakların ihlaline yol açıp açmadığı hususunu gündeme taşımaktadır.Bu noktada alınan/alınabilecek tedbirlerin Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru kapsamında nasıl değerlendirilebileceği hususu üzerinde durulmalıdır. Bu kapsamda alınan tedbir ve kararların somut olayın özelliklerine göre birçok anayasal hak bağlamında ele alınması mümkündür. Ancak çalışmanın konusu itibarıyla iki temel hakkın ihlalin söz konusu olabileceğini söylenebilir: özel ve aile hayatına ile konuta saygı hakkı ile mülkiyet hakkı. Örneğin bu tip yerlerin bir ibadethane gibi kullanıyor olması din ve vicdan hürriyetini, bir STK merkezi olarak kullanılması dernek özgürlüğünü de gündeme getirebilir. Özel hayatkavramının kapsamı oldukça geniş olup bu kavram; bireysel gelişim hakkını, bireysel özerkliği ve bireyin diğer insanlarla ve dış dünyayla ilişki kurma ve geliştirme hakkını koruma altına alır. Hatta bireysel gelişim ve bireysel özerklik bu hakkın kapsamının belirlenmesinde anahtar kavramlardır. AYM de özel hayata saygı hakkının kapsamının belirlenmesinde bireyin kişiliğini geliştirmesi ve gerçekleştirmesi kavramının temel alındığını, bu hakkın herkesin istenmeyen bütün müdahalelerden uzak kendine özel bir ortamda yaşama hakkına sahip olduğuna işaret etmekle birlikte kişiliğin serbestçe geliştirilmesiyle uyumlu birçok hukuki menfaati de içerdiğini kabul eder (C.A. (3) [GK], § 62). Bir tedbir/karar, ilgilinin bireysel gelişim ve bireysel özerklik alanı ile irtibatlı kılındığında, kişinin diğer insanlarla ve dış dünyayla ilişki kurma ve bu ilişkileri geliştirme hakkına yönelik olduğunda özel hayatın kapsamına girebilir. AİHM bir yaşam tarzının ifadesi olarak kişilerin karavanda yaşaması halinde bu yaşamın da özel hayat kapsamında korunduğunu belirtir (Chapman/Birleşik Krallık (BD), § 73). “Tiny house”ların çekme karavan ile aynı niteliğe sahip olduğu kabul edilmektedir. Kişilerin “Tiny house” tercihinin sadece iktisadi ve seyahat kolaylığı sebepleriyle açıklanamayacağı, bu tercihte çevresel duyarlılık, kamu otoritelerinden özerklik, gezginci bir hayat tarzını benimseme, minimalist bir hayat felsefesini benimseyip hayatına uygulama vb. etkenlerin de burada etkili olduğu dikkate alındığında “Tiny house” kullanımının bireysel gelişim ve bireysel özerklik ile ilişkisi ortaya çıkar. Aslında kişiler bu şekilde kendi hayat felsefelerine uygun bir yaşam tarzını devam ettirirler. Dolayısıyla“Tiny house”larla ilgili tedbir ve kararların bu açıdan özel hayata saygı hakkı kapsamında değerlendirilmesi mümkündür. Öte yandan AYM, konut kavramının genellikle özel hayatın ve aile hayatının belli başlı sahnesini teşkil eden, maddi olarak belirlenmiş yer olarak tanımlamakta (Semra Özel Üner, § 24), konut kavramının iş yerlerini de kapsadığını söylemekle birlikte (Ford Otomotiv Sanayi A.Ş. [GK], § 54); karavan ve “Tiny house”ları bu açıdan değerlendirdiği bir karara yer vermemiştir. Bununla beraber AİHM bir yerin konut sayılıp sayılmadığını, fiili gerçek durumlara, diğer deyişle belirli bir yer ile yeterli ve sürekli bağlantıların varlığına bağlıdır, demiştir (Winterstein ve Diğerleri/Fransa, § 141). Konut, yalnızca hukuka uygun olarak kurulanlarla ve geleneksel ikamet yerleri ile sınırlı değildir (Buckley/Birleşik Krallık, § 54). Karavanlar, (Chapman/Birleşik Krallık (BD), §§ 71-74), karada kurulu olan kabin ve bungalovlar (Winterstein ve Diğerleri/Fransa, § 141), ikinci evler veya tatil evleri de (Demades/Türkiye, §§ 32-34) konut olarak değerlendirilir.Bu nedenle hangi türü olursa olsun “Tiny house”lar ile ilgili tedbir ve kararların konuta saygı hakkı içinde değerlendirilmesi gerektiği açıktır. Özel hayata ve konuta saygı hakkına bir müdahale olduğunda AYM müdahalenin anayasaya uygunluğu denetiminde; sırasıyla müdahalenin kanuni dayanağının bulunup bulunmadığı, meşru amacının olup olmadığı, demokratik toplum düzeninin gereklerine uygunluk ve ölçülülük ilkeleriyle çelişip çelişmediği hususlarında değerlendirme yapar (Latife Akyüz, § 42) ve bunlardan bir tanesinden bir ihlal bulduğunda diğerleri yönünden dosyayı incelemez. Kanunilik kriterinin karşılandığını söyleyebilmek için tedbir veya kararın hukukta bir dayanağı bulunduğu tespit etmek yeterli değildir, bu kriter aynı zamanda kanunun niteliğiyle de ilgili bazı gerekliliklerin karşılanmasını ister; ilgili kişi için kanunun erişilebilir ve sonuçlarının öngörülebilir olması ile kanunun hukukun üstünlüğü ilkesiyle uyumlu olması. Dolayısıyla bu kriter sayesinde, özellikle, kanun metninde kamu makamlarına, hangi koşullarda ve hangi şartlar altında, haklara müdahale yetkisi verildiğini yeterli açıklıkta anlaşılır kılmak için açık ve net ifadeler kullanılmalıdır. İlgili kişi, gerektiğinde profesyonel destek alarak kanun metnine bakarak hukuk içinde gerçekleştirebileceği davranışlarını planlayabilmelidir. Ayrıca kanunda, bireyi kamu idaresinin keyfiliğe karşı yeterli düzeyde korumak için idari takdir yetkisinin kapsamı ve uygulama usulü yeterli açıklıkla tanımlanmış olmalıdır (Turgut Duman, § 67). Aynı kapsamda AYM, ilgili kanunun derece mahkemelerince makul olmayacak biçimde genişletici ve öngörülemez bir yoruma tabi tutulmasının da kanunilik ilkesinin ihlalini doğurduğunu ifade etmiştir (Tamer Mahmutoğlu, § 108). Yukarıda “Tiny house”ların hukuki rejimi başlığı altında yapılan açıklamalardan anlaşılacağı üzere -tekerlekli 5 ila 49 adet “Tiny house” bir araya getirilerek oluşturulacak turizm tesislerine ilişkin Yönetmelik hükümleri haricinde- “Tiny house”larla alakalı bir yasal düzenleme bulunmamakta, “Tiny house”ların doktrinde inşa ve kullanımın niteliğine göre yapı veya araç olarak kabul edilebileceği ileri sürülmekle birlikte aslında bunların niteliği, bu kabul bağlamında atıf yapılan mevzuata tam olarak uygun düşmemekte, kamu idareleri ve “Tiny house” sahipleri bunla için hangi hukuki rejimin geçerli olduğunu bilemediklerinden kendi takdirlerine göre tedbir ve kararlara başvurmakta, mahkemeler ise önlerine gelen davalarda tamamıyla yeni olan bir hukuki sorun hakkında istikrarlı bir içtihat ve uygulama ortaya koyamamaktadır.Bu nedenle “Tiny house”lar ile ilgili alınan bir tedbir veya kararın AYM’nin tanımladığı şekliyle hukuki bir temeli olduğunu iddia edebilmek mümkün değildir. Dolayısıyla bu konuda alınan her tedbir veya karar, özel hayata ve konuta saygı hakkı ihlali ile sonuçlanacaktır. “Tiny House”lar ile ilgili alınan yıkım kararı, “Tiny House” sahiplerine para cezası uygulanması, bunların kullanımının kısıtlanması vb. tedbir veya kararlar, mülkiyet hakkına bir müdahale teşkil eder. Örneğin bir kişinin mülkiyetinde olan bir malvarlığı değerini kaybetmesi veya onun üzerinde sahip olduğu mülkiyet hakkının kapsamını daraltma sonucunu doğuracak tedbirlere maruz kalması böyledir. Nitekim AYM, Ayten Öztürk kararında Maliye Hazinesine ait bir araziye yapılan, uzun süredir kullanılan, idarenin de bunu bilip hareketsiz kaldığı ve başvurucunun emlak vergisi dahi ödediği bina üzerinde ilgilinin mülkiyet hakkına sahip olduğu, bu binanın yıkımın hakka müdahale oluşturduğunu kabul etmiştir (§ 83-85) . Yine bir kişi hakkında idari para cezasına hükmedilmesi neticesinde ondan tahsil edilen, dolayısıyla onun malvarlığından eksilen paranın onun açısından mülk teşkil ettiği kabul edilmektedir (Orhan Gürel, § 43). Mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin hukuka uygun olabilmesi için; önce kanuni bir dayanağı olması, daha sonra meşru amaç gütmesi ve nihayet mülkiyet hakkına yapılan müdahaleyle gerçekleştirilmek istenilen amaç ile bu amacı gerçekleştirmek için kullanılan araçlar arasında makul bir ölçülülük ilişkisinin kurulmuş olması gerekir. Mülkiyet hakkına müdahalenin kanuna dayalı olması, aynı zamanda iç hukukta müdahaleye ilişkin yeterince ulaşılabilir ve öngörülebilir kuralların bulunmasını gerektirir (Türkiye İş Bankası A.Ş.[GK], § 44). Kanunun varlığı kadar kanun metninin ve uygulamasının da bireylerin davranışlarının sonucunun öngörülebileceği kadar hukuki belirlilik taşıması gerekir. Bir diğer ifadeyle kanunun kalitesi de kanunilik koşulunun sağlanıp sağlanmadığının tespitinde önem arz etmektedir (Necmiye Çiftçi ve diğerleri, § 55). Yukarıda “Tiny House”ların hukuki rejimi ile özel hayata ve konuta saygı hakkı kapsamında kanunilik bağlamında yapılan açıklamalar çerçevesinde, “Tiny House”larla ilgili alınan tedbir ve kararların yasallık kriterini karşılamadığı açıktır. SONUÇ “Tiny House” ile ilgili sorunların bir kangrene dönüşmemesi, “Tiny House” sahiplerinin, kamu idarelerinin ve mahkemelerin emek, sermaye ve zaman kaybının önünde geçilmesi; ilgilileri diğer kişilerle ve kurumlarla karşı karşıya getirip sorun yumağına yenilerinin eklenmemesi adına “Tiny House”ların yasal bir çerçeveye kavuşturulması, bu yasal çerçevenin de açık, net anlaşılabilir dille oluşturulması acil ve zorunlu bir ihtiyaçtır. Bu sorunun çözümünün zamana bırakılması ve yayılması, sorunun görmezden gelinmesi, sorun yumağının bir çığ gibi katlanarak büyümesine yol açmaktan başka bir işe yaramayacaktır. E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. GİRİŞ ÜLKEMİZDE “TINY HOUSE” TÜRLERİ VE TABİ OLDUKLARI/OLABİLECEKLERİ HUKUKİ REJİM TINY HOUSE İLE İLGİLİ TEDBİR VE ALINAN KARARLARIN İHLALİNE YOL AÇABİLECEĞİ ANAYASAL HAKLAR Özel ve Aile Hayatına Saygı Hakkı ile Konuta Saygı Hakkı MÜLKİYET HAKKI Benzer yazılar:Ruhsatsız Pergola Ve Sundurma Yapılabilecek DurumlarPlaj İşletmelerinin Turizm İşletme Belgesi Almalarına İlişkin Düzenlemelerden Kaynaklanan ProblemlerHukuki El Atmada Görevli Yargı Yeri SorunuYargı Kararlarıyla Mirasın Reddinin İptali Ve Mirasın Reddi", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/tiny-houselarla-ilgili-alinan-tedbir-ve-kararlarin-anayasal-degerlendirmesi/"}
{"prompt": "İçindekiler Ülke olarak korunmaya değer kültür ve tabiat varlıkları bakımından ne kadar şanslıysak, topraklarımızdaki bu değerlerin kendileri de bir o kadar şanssız. Doğayı da kültür varlıklarını da hakkıyla koruduğumuz söylenemez. Bunlar aynı zamanda bütün bir insanlığın da kültür ve tabiat mirası sayılır. Bu unsurlarla ile ilgili tanımlar, yapılacak işlem ve faaliyetler, bu konuda gerekli kararları alacak teşkilatın kuruluş ve görevleri 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu ile düzenlenmiştir. Bu çalışmada 2863 sayılı Kanun kapsamında korunan alanlarda izin alınmadan inşai ve fiziki müdahale yapılması durumunda uygulanacak kurallar ile bu çerçeve kurallara yargının getirdiği kriterler ağırlıklı olarak içtihatlarla ele alınacaktır. Kanuna göre korunması gerekli taşınmaz kültür ve tabiat varlıkları şunlardır: -Korunmaya değer tabiat varlıkları, -19. yüzyıl sonuna kadar yapılmış taşınmazlar, -19. yüzyıldan sonra yapılmış olup önem ve özellikleri bakımından Kültür ve Turizm Bakanlığınca korunmalarında gerek görülen taşınmazlar. -Sit alanı içinde bulunan taşınmaz kültür varlıkları, -Milli tarihimizdeki önemleri sebebiyle zaman kavramı ve tescil söz konusu olmaksızın Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunda büyük tarihi olaylara sahne olmuş binalar ve tespit edilecek alanlar ile Mustafa Kemal ATATÜRK tarafından kullanılmış evler. Ancak Koruma Kurullarınca mimari, tarihi, estetik, arkeolojik ve diğer önem ve özellikleri bakımından korunması gerekli bulunmadığı karar altına alınan taşınmazlar, korunması gerekli taşınmaz kültür varlığı sayılmazlar. 2863 sayılı Kanunun 65. maddesine göre Kültür ve Tabiat Varlıklarının;tebliğ veya ilan edilmiş olmasına rağmen: Suç tüzel kişilik lehine işlenirse tüzel kişiliğin temsilcisi cezalandırılır. Kurumlarda da durum aynıdır, mesela belediyelerde belediye başkanı sorumluğuna gidilir.(Yargıtay 12. Ceza Dairesi 01.07.20142013/12676 E. 2014/16278 K.) Suçun zamanaşımı 8 yıldır. Yargıtay 12. Ceza Dairesi bu konudaki kararlarında; Kanunun 65. maddesinde yer alan tebliğ ve ilan edilmiş olma şartı ve “hukuki belirlilik ilkesi” uyarınca, suçun işlenebilmesi için, kişilerin maliki bulundukları taşınmazların korunması gerekli kültür ve tabiat varlığı niteliğiyle tescilli olduğunu ya da sit alanı içerisinde kaldığını öğrenmeleri gerektiğini belirterek, bir ”bilme” kriterini getirmiştir. Sanıkların bölgenin veya tescilli yapının niteliğini bilip bilmediklerinin tereddütsüz biçimde belirlenmesi gerekir: Bilme kriteri gerçekleşmediği için 2863 sayılı Kanuna göre ceza verilemese de TCK 184 İmar Kirliliğine Neden Olma kapsamına girecek bir eylem varsa bu suçtan ceza verilmesine bir engel yoktur. Eğer bilme kriteri gerçekleştiyse, yargılama esnasında şu hususlar dikkate alınır: -Meydana gelen zararın büyüklüğü, -İlgili yeri eski haline geri döndürme imkanı, -İnşa ve fiziki bir müdahale mi yoksa basit tadilat mı olduğu, -Uygulanacak hükümlerin tespiti ve belki de zamanaşımı için eylemin yapıldığı tarihin tespiti, -Korunan varlığın tescil ve ilanının yapılıp yapılmadığı.(Yargıtay12.Ceza Dairesi 20.02.2015 2013/21531 E. 2015/3141 K.) İş makinasıyla ücret karşılığı talimat ile çalışan işçiden yerin sit alanı kapsamında bulunup bulunmadığını ve sit alanıyla ilgili izinlerin alınıp alınmadığını araştırması beklenemez. Aksini gösterir bir durum yoksa bilmediği kabul edilmelidir.(Yargıtay 12. Ceza Dairesi 24.11.2014) Tescilli yapı büyük ölçüde yıkılmış ve harabe durumundaysa, ilgili yerin korunan bir kültür varlığı olduğunun bilindiğine dair başkaca bir delil de yoksa beraate karar verilmelidir.(Yargıtay 12. Ceza Dairesi 29.04.2015 ) Kiracının yaptığı tadilatlar için sorumluluğuna gidilmesi için kiralanan yerin tescilli sivil mimarlık örneği olduğunu bilip bilmediği kira sözleşmesinden vs. araştırılmalıdır.(Yargıtay 12. Ceza Dairesi 20.02.2015) Herkes tarafından tarihi bir yer olduğu bilinen Kapalıçarşı gibi yerlerde tebliğ ve ilan yapılmasa da eylem suç oluşturuyorsa cezalandırılır.(Yargıtay 12. Ceza Dairesi 18.02.2015) İzinsiz inşa faaliyet öncesinde belediyeden yapının tarihi nitelikte olduğunu belirterek izin isteyen kişinin yapının korunan kültür varlığı olduğunu bildiği kabul edilir.(Yargıtay 12. Ceza Dairesi 08.07.2014) Sanık suça konu yerin sit alanı olduğunu bilmediğini beyan etmişse, ilgili muhtarlıktan ve belediyeden dava konusu yerin sit alanı olarak tespit ve tesciline ilişkin Kurul kararının mahalinde ilan edilip edilmediği araştırılmalıdır.(Yargıtay 12. Ceza Dairesi 19.02.2013) Tapu kaydının beyanlar hanesine , taşınmazın kentsel sit alanında ve tescilli kültür varlığının bitişiğinde olduğuna dair şerh konulmamışsa suç oluşmaz.(Yargıtay 12. Ceza Dairesi 06.05.2015) Yargıtay tescilli taşınmaza cephe veren konumda olduğunun dahi bilme kriterine tabi olduğuna hükmetmiştir.(Yargıtay 12. Ceza Dairesi 14.01.2015) Kanun 65. maddesinde korunan yerlere yapılan müdahalelere uygulanacak yaptırımlarda ikili bir ayrıma gitmiştir. 1. Fıkrasında izin almaksızın esaslı inşai ve fiziki müdahalede bulunanlar için2yıldan5 yılakadarbir ceza belirlenmesi öngürlürken,4.fıkrasındailgili makamlardan izin almadan yapılan basit tadilat ve tamiratlar için6 aydan3 yıla kadarbir ceza belirleneceği düzenlenmiştir. Bu iki durum arasındaki yaptırımın ağırlığı dikkate alındığında yargılama konusu eylemin mahiyetinin belirlenmesi büyük önem arzetmektedir. Yargı kararlarında basit tadilat ve tamirat sayılarak daha az ceza verilmesi gerektiği belirtilen durumlara ilişkin örnekler aşağıdadır. Tarlaya su götürmek amacıyla 2,5-3 kilometre uzunluğunda 50 cm derinliğinde yapılan kazı sit alanında telafi edilemeyecek bir hasar bırakmamışsa sanığın eyleminin 2863 sayılı kanunun 65/4. maddesi kapsamında değerlendirilmesi gerektiği..(İzmir BAM, 6. CD., E. 2018/502 K. 2018/2000 T. 7.11.2018) Mevcut yapının önüne yapılan zemin terası basit tadilat sayılır ve 65/4’e göre ceza belirlenmelidir.(Yargıtay 12. Ceza Dairesi 26.11.2014) Sanığın 1.Derece Arkeolojik Sit Alanında su borusu döşeme niteliğindeki eylemi ile kültür varlığının zarar görmediği bu nedenle eylemin 2863 Sayılı Yasanın 65/4 maddesini ihlal eder nitelikle fiziki müdahale olduğu kabulü ile…(İzmir BAM, 6. CD., E. 2018/502 K. 2018/2000 T. 7.11.2018) Cephe doğramasını pvc, yer döşemesini seramik malzeme ile yenilemek, klima taktırmak ve saçağı onarmak yapıya zarar vermemişse izinsiz tamirat-tadilat kapsamında değerlendirilmelidir.(Yargıtay 12. Ceza Dairesi 06.11.2014) Boya, badana ve çatı aktarımı basit tadilat olmakla birlikte sit alanında izinsiz yapılırsa 65/4 kapsamındadır.(Yargıtay 12. Ceza Dairesi 25.09.2014) Çatıya güneşlik ve tente niteliğindeki uygulamalar 65/4 kapsamındadır.(Yargıtay 12. Ceza Dairesi 19.09.2014) Tescilli yapıda yerlere taş döşemek, pimapen takmak 65/4 kapsamındadır.(Yargıtay 12. Ceza Dairesi 19.06.2014) Tescilli yapının terasında yer alan pergolenin izin almadan yenilenmesi 65/4 kapsamındadır.(Yargıtay 12. Ceza Dairesi 10.06.2014) Tescilli yapının içinin boyanması ve dışına basit çeşme yapılması basit onarımdır ve 65/4 kapsamındadır.(Yargıtay 12. Ceza Dairesi 2013/7786 E. 2014/10957 K. 06.05.2014) Tescilli yapıdaki ahşap pencerelerin aleminyum pencereler ile değiştirilmesi basit onarımdır ve 65/4 kapsamındadır.(Yargıtay 12. Ceza Dairesi 14.02.2014) Bu konu teknik detaylar içerdiğinden Asliye Ceza Mahkemeleri bilirkişi raporlarına bakarak karar vermektedir. Ancak bilirkişi raporlarında suçla ilgili basit tadilat-esaslı tadilat ayrımının yapılmaması başta olmak üzere pek çok nüansın ıskalandığını görüyoruz. 65.Madde kapsamındaki eylemin sonuçlarının fail tarafından ortadan kaldırılması durumunda suçun manevi unsurunun oluşmadığı gerekçesiyle beraat kararı verilmektedir. ”Sit alanı içerisindeki izinsiz yapı/yapıların yıkılmış olması ve sit alanında zarar meydana gelmemiş olması halinde; atılı suçun manevi unsuru oluşmayacağından sanıkların beraatine,” (Yargıtay 12. CD., E. 2017/10838 K. 2019/6871 T. 29.5.2019) Sanığın, davaya konu yerin sit alanında kaldığını bilmediğine dair beyanının aksine delil bulunmadığı gibi, sanıktan bu yerin niteliğini araştırma yükümlülüğünün beklenmesinin de hayatın olağan akışına aykırıdır.(Yargıtay 12. CD., E. 2014/23124 K. 2016/849 T. 21.1.2016) 1.derece arkeolojik sit alanına yapılan müdahalenin sonradan tamamen ortadan kaldırılması halinde suç kastının bulunmadığı kabul edilmelidir.(Yargıtay 12. Ceza Dairesi 10.06.2014) 2.derece doğal sit alanında izin almadan başlanan ,yapılan inşa müdahaleler sonradan projelendirilir ve projeye uygun hale getirilirse suç kastının olmadığı kabul edilmelidir.(Yargıtay 12. Ceza Dairesi 20.10.2014) 3.derece arkeolojik sit alanındaki beton yapı kaldırılırsa suçun manevi unsurunun oluşmadığı kabul edilmelidir.(Yargıtay 12. Ceza Dairesi 14.02.2014) 1.derece doğal sit alanında inşa edilen bina yıkılıp müdahale sonlandırılırsa suçun manevi unsurunun oluşmadığı kabul edilmelidir.(Yargıtay 12. Ceza Dairesi 06.11.2014) 2.derece arkeolojik sit alanında inşa edilen duvar ve tuğla ocağın kamu davası açıldıktan sonra sanık tarafından yıkılarak tamamen kaldırıldığı, sit alanına kalıcı ve geri dönüşümsüz olarak zarar verildiğine ilişkin herhangi bir delil de elde edilemediği, bu nedenle sanığın beraatine karar verildiği, Yargıtay 12.Ceza Dairesinin istikrar kazanmış kararlarının da bu yönde bulunduğu sonuç ve vicdani kanaatine varılmıştır.(İzmir BAM, 6. CD., E. 2017/1634 K. 2018/914 T. 27.6.2018) Tescili binanın duvarına asılan unsurlar zarar vermeden kaldırılmışsa suçun unsurları oluşmaz ve beraat kararı verilmesi gerekir.(Yargıtay 12. Ceza Dairesi 22.12.2014) 1.derece arkeolojik sit alanında tahta takozlar, takozlar üzerine kurulup kaldırılan lunapark tesisleri suçu oluşturmaz.(Yargıtay 12. Ceza Dairesi 14.02.2014) Yapının iz bırakmadan kaldırılabilir olması suç vasfına etki etmez. Kaldırılmadığı sürece cezalandırılır.(Yargıtay 12. Ceza Dairesi 27.03.2014) Ceza Verilmeyen Diğer Haller Sit alanı kararının mahalinde ilanından önce yapılan inşa müdahaleler suç oluşturmaz.(Yargıtay 12. Ceza Dairesi 08.09.2014) Geçerli olmasa da belediyeden alınan bir izin/muvafakata güvenerek tadilat yapan kişi suç işleme kastıyla hareket etmemiştir.(Yargıtay 12. Ceza Dairesi 26.05.2014) Tescilli yapıda gerçekleştirilen tadilatların acil ve zorunlu nitelik taşıyıp taşımadığına bakılmalı ve tesisat arızasından kaynaklanan olumsuzlukları ve olası zararları önleme amacıyla yapılmışsa suçun manevi unsuru oluşmadığının kabul edilmesinin gerektiği.(Yargıtay 12. Ceza Dairesi 30.04.2015 ) Kuruldan izin almak suretiyle tadilatına başlanan tescilli yapı eski olması nedeniyle yıkılırsa suç kastının varlığından söz edilemez.(Yargıtay 12. Ceza Dairesi 19.03.2013) Sık sık çatlayan borular nedeniyle tamirat zorunlu hale geldiyse, bilirkişiler de su tesisatının yenilenmesi gerektiğini tespit etmişlerse suç işleme kastının bulunmadığı kabul edilmelidir.(Yargıtay 12. Ceza Dairesi 13.02.2015) Kamu kurumundan aldınan ruhsatla taş ocağında gerçekleştirilen patlama kültür varlığına zarar verse de suç kastıyla hareket edilmediğinden suçun unsurlarının oluşmadığı kabul edilmeli ve beraat kararı verilmelidir.(Yargıtay 12. Ceza Dairesi 17.11.2014) Tescilli yapının bitişiğindeki yer alan iş hanının içerisinde gerçekleştirilen, dışarıya yansımayan tadilatları yapanlara ceza verilemez.(Yargıtay 12. Ceza Dairesi 18.04.2014) Yağış, fırtına gibi doğal sebeplerle yıkılan tescilli eserlerin maliklerine ceza verilmez.(Yargıtay 12. Ceza Dairesi 12.02.2014) 2863 Sayılı Kanunun 65. maddesinde taşınmaz kültür ve tabiat varlıkları ifadesi geçtiğinden taşınır kültür varlıklarına zarar vermek suçu oluşturmaz.(Yargıtay 12. Ceza Dairesi 16.04.2013) Suça konu uygulamalar gerçekleştirildikten sonra hazırlanıp sunulan projeler kurul tarafından onaylanmışsa ve uygulamalar projeye uygunsa suçun manevi unsurunun oluşmadığı kabul edilmelidir.(Yargıtay 12. Ceza Dairesi 11.02.2015) 1.Derece arkeolojik sit alanında bulunan hastalıklı ağaçların kesilmesi korunan bir alana zarar verme kastı taşımadığından beraat kararı verilmesi gerekir.(Yargıtay 12. Ceza Dairesi 30.03.2015) Sit alanında bulunan ancak müstakil olarak tescilli yapı niteliğinde olmayan binanın iç kısmıyla ilgili olan ve binanın dışına yansımayan nitelikteki müdahaleler suçu oluşturmaz. Aksinin kabulü Anayasanın 35. Maddesi ile korunan mülkiyet hakkının ihlali sonucunu doğurur.(Yargıtay 12. Ceza Dairesi 22.12.2014) Kaçak inşaat yapı tatil tutanağı ile durdurulduktan sonra inşaata devam edilirse TCK 43/1 uygulanır ve zincirleme suç sayılarak ceza arttırılır.(Yargıtay 12. Ceza Dairesi 18.12.2014) Sözlü izin suçun oluşmasına engel olmaz.(Yargıtay 12. Ceza Dairesi 19.02.2015) Deniz kaplumbağalarının üreme alanı olması nedeniyle doğal sit alanı olarak tespit ve tescil edilen yere atılan ”atıklar” üreme ve yumurtlama alanı özelliklerinin yok olmasına neden olursa suç oluşur.(Yargıtay 12. Ceza Dairesi 29.04.2013) En başından itibaren suçunu samimi bir şekilde ikrar eden, sabıkası bulunmayan, dosyaya da kişiliğiyle ilgili bir olumsuzluk yansımayan sanık hakkında hükmedilen cezanın, dosya kapsamı ile örtüşmeyen gerekçeyle ”ertelenmesine yer olmadığı”kararı verilmesi hukuka aykırıdır.(Yargıtay 12. Ceza Dairesi 27.03.2013) Arkeolojik sit alanında süreklilik arzeden otopark faaliyetinin ilke kararlar kapsamında olup olmadığı tespit edilmelidir.(Yargıtay 12. Ceza Dairesi 15.01.2013) Sanığın eylemi hem TCK184 İmar Kirliliğine Neden Olma suçunu hem de 2863 sayılı yasaya muhalefet suçunu oluşturuyorsa TCK 44 gereği fikri içtima uygulanarak en ağır cezayı gerektiren fiilden sorumlu tutulur ve 2863 sayılı yasa kapsamında ceza belirlenir.(İzmir BAM, 6. CD., E. 2017/2931 K. 2019/403 T. 19.2.2019) E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. ”BİLME” KRİTERİ MÜDAHALENİN NİTELİĞİ ESKİHALE GETİRME DİĞER Benzer yazılar:Yargı Kararlarıyla Tiny HouselarYargı Kararlarıyla Ceza Muhakemesinde Usulden Bozma SebepleriYargıtay Kararlarıyla Muris Muvazaasının İspatı Ve UnsurlarıYargı Kararlarıyla Mühür Bozma Suçu (Mühür Fekki)", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/yargi-kararlariyla-2863-sayili-kanuna-muhalefet-sit-alanlari-ve-koruma-alanlarinda-kacak-insai-faaliyet/"}
{"prompt": "İçindekiler Ruhsat; Devletin egemenlik alanlarında (topraklarında, karasularında ve hava sahasında) kamusal alanı ilgilendiren iş ve işlemlerin gerçekleştirilebilmesi için verdiği izindir. İdare bu izni kamu güvenliği ve sağlığı için getirilen kriterlerin sağlanması karşılığında verir. ‘Ruhsat’ bir bakıma Devletin egemenliğinin tecellisidir. Araçtan silaha, marketten madene, avcılıktan inşaata kadar pek çok konu ruhsata tabidir. Ruhsatlar kişilerin mahreminin/özel hayatının dışına taşan konulara ilişkindir. Ruhsat uygulaması Devletin, toplu yaşamın karmaşasını engellemesi ve denetim yapabilmesi için gereklidir, aynı zamanda kayıt tutmaya da yarar. Tabii devletin de kamu yararı amacıyla yerine getirdiği bu işi keyfi yapmadığını ortaya koyacak mekanizmaları oluşturması ama bunun yanında getirilen şartların çok da boğucu olmaması gerekir. Bu çalışmada devletin düzenleme ve tasarruf yetkisinin sadece işyeri açmaya ilişkin ruhsat ve izinlerle ilgili kısmını mevzuat, emsal kararlar ve konuyla ilgili bakanlık görüşleri ışığında irdeleyeceğiz. İşyeri ruhsatı vermek idareler için bir yetki olduğu kadar bir sorumluluktur. Şartları taşımasına rağmen ruhsat başvuruları reddedilenler ya da geçerli bir sebep yokken işyeri ruhsatı iptal edilenler bu işlemlerin iptali için bağlı bulundukları İdare Mahkemesinde dava açarak ruhsatlarına ulaşabilirler. Açılan dava sonucunda ruhsat talebinin haksız olarak reddedildiğine ya da ruhsatın haklı bir neden olmaksızın iptal edildiğine hükmedilirse işyerinin haksız yere kapalı kaldığı süre için başvuru sahibine tazminat ödenmesi gerekecektir.(Danıştay 10. Daire 11.10.1995)Bu nedenle eğer bariz bir hukuka aykırılık bulunuyorsa dava açma yoluna gitmeden önce tazminat sorumluluğu hatırlatılarak işlemi yapan idareye yazılı itiraz yoluyla da başvurulabilir. İptal davası açmak tek başına işlemin Yürütmesinin Durdurulmasını sağlamayacağından, ruhsat konusunun dava sonuçlanana kadar sürüncemede kalmaması için davanın Yürütmenin Durdurulması talepli açılması gerekir. Yürütmenin Durdurulması kararı verilirse idare bu mahkeme kararına uygun olarak işlem yapmak durumunda kalacak ve işyeri faaliyetine devam edebilecektir. Yürütmenin Durdurulması kararının verilebilmesi için hukuka aykırılığın ortaya konması ve mevcut durumun telafisi güç veya imkansız zararlar doğuracağının gösterilmesi gerekir. Gerek iptal davası açmada gerekse yürütmeyi durdurma talebinin gerekçesini oluşturmada, mevzuat ve yargı kararlarıyla ortaya koyulan kriterleri bilmek önem taşımaktadır. Bu kriterlere ilişkin şu örnekler verilebilir: İşyerlerini, Sıhhi Müesseseler, Gayrisıhhi Müesseseler ve Umuma Açık İstirahat ve Eğlence Yerleri olmak üzere ayırabiliriz. Gayrisıhhi işyerlerini; duman, koku, is, gürültü, atık gibi nedenlerle çevreye ve insan sağlığına etkisi olan işletmeler olarak tanımlayabiliriz; fabrikalar, gıda üretimi yapan tesisler, akaryakıt istasyonları gibi. Bunlar, kendi içinde 1. 2. ve 3. sınıf gayrisıhhi işletmeler olarak ayrılırlar. 1. sınıf gayrisıhhi müesseseler yerleşim yerlerinden uzak bulundurulmak zorundadır. 2. sınıf olanlar ancak inceleme neticesinde sorun olmayacağı tespit edilirse yerleşim yerleri yanında açılabilir. 3. sınıf olanlar ise yerleşim yerleri yakınında açılabilir ancak sıhhi kontrole tabi tutulabilirler. Sıhhi işyerlerini; gayrisıhhi müesseseler dışında kalan tüm işyerleri olarak tanımlayabiliriz. Umuma açık istirahat ve eğlence yerleri de sıhhi işyeri sayılır, bununla birlikte sıhhi işyerlerinin ruhsatlandırılmasından bazı farkları vardır. Ruhsatlandırılma için en az prosedür gerektiren işyerleri ”sıhhi müesseselerdir.” Yönetmelikte adı sayılan sıhhi işyerlerinden başka bir sıhhi işyeri açılacağında sıhhi müesseselere ilişkin ruhsatlandırma şartları uygulanır.(Yönetmelik Madde 9- İçişleri Bakanlığı 30.03.2009 Tarihli Görüşü)Umuma açık istirahat ve eğlence yerleri Yönetmeliğin 4. maddesinde sınırlı olarak sayılmıştır. Umuma açık işyerleri olarak; konaklanan yerler, içkili yerler ve çok sayıda insanın bir araya geldiği sinema, kahvehane internet salonu gibi yerler sayılmıştır. Umuma açık istirahat ve eğlence yerleri için; okul binalarına, dershanelere, öğrenci yurtlarına ve ibadethanelere kapıdan kapıya en az 100 metre mesafe şartı bulunmaktadır. Ruhsat başvurusunda bu mesafenin sağlandığına dair mesafe krokisi bulunması zorunludur. Mesafe şartı turizm belgeli işletmeler için uygulanmaz.(4250 sk. Madde 9)(222 sk. Madde 61)(5580 sk. Madde 5)Umuma açık eğlence ve istirahat yerlerinin mesafe ölçümüyle ilgili özel bir yönetmelik vardır. (Umuma Açık Yerler Ve İçkili Yerler İle Resmî Veya Özel Öğretim Kurumları Arasındaki Uzaklıkların Belirlenmesine Dair Yönetmelik) Buna göre ölçüm kolluk tarafından, kapıdan kapıya yapılır ve yaya yürüyüşü esas alınır. Yani kapıdan kapıya kuş uçuşu 30 metre olan bir yer yönetmeliğe göre yaya yollarından geçilerek ölçülürse 300 metre mesafede çıkabilir. İşyerleri bakımından yapılan bu ayrımı şöyle bir örnekle gösterebiliriz. Peynir üretimi yapılan mandıra gayrisıhhi bir müessese iken, peynirin satıldığı yerler sıhhi müessesedir. Fakat peynirin rakının yanında verildiği bir içkili restoran umuma açık istirahat ve eğlence yeridir. Umuma açık istirahat ve eğlence yerlerine geçici izin verilemez.(İçişleri Bakanlığı 27.07.2006) Geçici izin sadece gayri sıhhi müesseselere, idare tarafından gerek görülmesi ya da ilgilisi tarafından talep edilmesi halinde 1 yılı aşmamak üzere yetkili idarenin en üst amiri tarafından verilir. Bu geçici izin deneme süresi içerisinde ruhsat yerine geçer. Deneme süresi sonunda tesisin çalışmasında sakınca bulunmadığı anlaşılırsa inceleme kurulu rapor düzenler ve 3 gün içerisinde işyeri açma ve çalışma ruhsatı düzenlenir.(İçişleri Bakanlığı 12.04.2010) Eğer deneme süresi işletmenin elinde olmayan nedenlerle aşılırsa ve ilgili idare tarafından gerek görülürse prosedürlerin tamamlanmasına yetecek kadar ek süre verilebilir. (İçişleri Bakanlığı 19.02.2013) İşyerleri açılışında aranacak genel şartlar Yönetmeliğin 5. maddesinde sayılmıştır. İş sağlığı ve güvenliği ile ilgili olarak mevzuatta öngörülen tedbirlerin alınmış olması, işin yapıldığı yerin mülkiyetini ya da mülkiyet hakkı sahibinin iznini gösterir belge, emniyet ve asayiş durumu, imarla ilgili aranan bilgi ve belgeler, yangın ve patlayıcılara karşı alınmış önlemler, umuma açık istirahat ve eğlence yerlerinin bazı yerlere mesafe durumunu gösterir belge gibi genel şartlara ilişkin bilgi ve belgelerin açılışta sunulması gerekir. Ecrimisile ilişkin belgelerin de kira sözleşmesi olarak açılışta sunulması mümkündür.(İçişleri Bakanlığı 25.05.2010) Ustalık belgesi gerektiren faaliyetlerde eğer işletme ticaret siciline kayıtlı ise ruhsat başvurularında ustalık belgesi aranmaz. Faaliyet esnasında ustalık belgesi gereklidir, ancak bu durumda da çalışanların belgeye sahip olması yeterlidir.(5174 Sk. Madde 30,102) Umuma açık istirahat ve eğlence yerleri tüzel kişi üzerinden işletiliyorsa mesul müdür bulundurulması zorunluluktur. Şahıs şirketlerinde mesul müdür zorunluluğu yoktur ama mesul müdür alınmasına bir engel de yoktur.(İçişleri Bakanlığı 10.08.2005) Canlı müzik ayrı bir izin gerektirir. Yapılacak ölçüm ve kontrolden sonra yetkili idare tarafından verilen canlı müzik izni ruhsata işlenmez ancak görevliler sorduğunda gösterilmek üzere işyerinde bulundurulur.(Yönetmelik Madde 38, İçişleri Bakanlığı 20.05.2013) Niteliği ve ölçeği gereği çevreye ve sağlığa etki etme potansiyeli nedeniyle, çevresel etki değerlendirmesi raporu düzenlenmesi gereken tesisler için düzenlenen çevresel etki değerlendirmesi olumlu belgesi ve raporu, yer seçimi ve tesis kurma izni yerine geçer.(Yönetmelik-Madde 19)ÇED raporu gerektiren yerler, Çevresel Etki Değerlendirme Yönetmeliğinin Eki 1 sayılı cetvelde sayılmıştır. Cetvelde sayılan işyerleri için ”ÇED olumlu” ya da ”ÇED etkili değildir” raporu alınmadan işletme ruhsatı alınamaz. Özel öğretim kurumları, eczaneler, avukatlık ve noterlik daireleri, yeminli serbest müşavirler vb. meslek sahipleri ile ilgili olarak özel hüküm ihtiva eden düzenlemeler yapılmış olup, bu işyerleri yetkili idarelerden işyeri açma ve çalışma ruhsatı almayacaklardır. İşyeri açma ve çalışma ruhsatı için ibraz edilen tapu hisseli ise tüm hissedarların muvafakatının alınması gerekir. Muvafakatname alınmadan ruhsatlandırılan bir işyerinde bu durum sonradan yapılan denetimlerde tespit edilirse eksikliğin giderilmesi için 15 gün süre verilir. Bu süre içerisinde eksiklik giderilmezse ruhsat iptal edilip işyeri kapatılır.(İçişleri Bakanlığı 10.09.2016) Faaliyete geçmek için ruhsat başvurusu yeterli değildir. Bütün işlemler tamamlanıp işyeri açma ve çalışma ruhsatı alınmış olmalıdır.(İçişleri Bakanlığı 29.08.2005) Ruhsat talep edilen işyerinin bitişiğinde her iki tarafında da işletmelere izin verilmesi halinde aralarında anlamlı bir fark bulunmuyorken ruhsat verilmemesi eşitliğe ve hakkaniyete aykırı olacaktır.(Danıştay 2. D., E. 2021/5435 K. 2021/1988 t. 09.06.2021) İşyeri ruhsatı başvurularında faaliyetin yürütüleceği yapının iskan/yapı kullanma izin belgesi ruhsatının sunulması gereklidir.(Yönetmelik madde 5)HattaTürk Ceza Kanununun 184/3. maddesindeiskanı bulunmayan bir yapı için işyeri ruhsatı verilmesi durumunda ruhsat düzenleyene ceza verileceği düzenlenmiştir. Ancak TCK’nın yürürlüğe girdiği12.10.2004 tarihinden önceyapılan binalarda yürütülecek olan sınai faaliyetler için ruhsat verilirse TCK 184/3 uygulanmaz ve ceza verilmez. Bu gibi istisnalar iskan bulunmayan binalarda da işyeri açılmasına imkan vermesi bakımından önemlidir. Kanun ve yönetmeliklerde net olarak düzenlenmeyen gri alanlarla ilgili olarak idarelerin İçişleri Bakanlığından görüş istemeleri üzerine bakanlıkça verilen cevaplar da uygulamaya yol göstermektedir. Adresi ve işleticisi aynı olan ve birden fazla faaliyet konusu bulunan işyerlerine, ana faaliyet dalı esas alınarak tek ruhsat düzenlenir. Talî faaliyet konuları ruhsatta ayrıca belirtilir. Aynı adreste bulunsa bile ana faaliyet konusu veya işletmecisi farklı olan işyerlerine ayrı ayrı ruhsat düzenlenir.(Yönetmelik Madde 10) Tali faaliyet konusu içinde Yönetmelikte aranan şartların bulunması gerekir. Aynı adreste bulunsa bile ana faaliyet konusu veya işletmecisi farklı olan işyerlerine ayrı ayrı ruhsat düzenlenir. Dernek, farklı bir kanuna göre kurulan bir tüzel kişilik olduğundan kafeteryanın bir odasında tali olarak faaliyet gösteremez.(İçişleri Bakanlığı 25.10.2015) Akaryakıt istasyonu bünyesinde oto yıkama tali faaliyet olarak eklenebilir.(İçişleri Bakanlığı 17.11.2014) Tek ruhsatla açılan ve birden fazla faaliyet alanı bulunan işyerlerinde her faaliyet dalı için ilgili bölümlerde öngörülen şartlar ayrıca aranacaktır. (İçişleri Bakanlığı 30.03.2009)Bar ile içkili kafe aynı adreste faaliyet gösterebilir. Ancak düğün salonu ile içkili kafe aynı adreste faaliyet gösteremez. Çünkü düğün salonu açma şartlarını taşıyan bir yerde içkili yer bölgesinde bulunma şartı aranır. İşyeri tali faaliyetin gerektirdiği şartları taşımıyorsa ruhsata tali faaliyet eklenemez.(İçişleri Bakanlığı 27.09.2010) İçkili yer bölgesi, mülkî idare amirinin genel güvenlik ve asayiş durumu hakkındaki görüşü doğrultusunda belediye sınırları ve mücavir alanlar içinde belediye meclisi, bu sınırlar dışında il genel meclisi tarafından tespit edilir. İçkili yer bölgesi haricinde içkili yer açılamaz.(Yönetmelik Madde 29) İşyeri ve adres bazında içkili yer bölgesi tespitinin yapılması Yönetmeliğin genel düzenlemesine ve bölge tespitinden beklenen amaca aykırıdır. İçkili bölgelerin daraltılmasında işletmelerin kazanılmış haklarına uyulması gerekmektedir. Yönetmelik madde 29’da içkili yer bölgesi haricinde içkili yer açılamayacağı belirtilmiştir. İçkili yer bölgeleri belediye meclisi veya il genel meclisi tarafından belirlenir. Yönetmeliğin 30. maddesinde de hükümet binaları, mabed, okul yakınları, otogar gibi yerlerin içkili yer bölgesi olarak tespit edilemeyeceği düzenlenmiştir. Mesafe şartı satış belgesinin verildiği tarih itibarıyla aranır. Sonradan şartlar değişirse örneğin 100 metreden daha yakına bir okul yapılırsa bu ruhsat yenilenmesi durumlarında sorun oluşturacaktır. Özel eğitime muhtaç bireylerin devam ettikleri öğretim kurumları ile okullar dışındaki diğer özel öğretim kurumlarında mesafe şartı aranmaz. Yetkili idareler yeni içkili yer bölgesi tespiti yapabilirler ama önceden kazanılmış haklar korunur.(İçişleri Bakanlığı 2006) Danıştay 8. Dairesi 2005 yılındaverdiği bir kararda; yasal düzenlemelerde buna engel bir hükmün bulunmadığından gıda satışının gezici işyerlerinde de yapılabileceğine hükmetmiştir. Yönetmeliğin Ek-1 listesindegezici piliç ve köfte satış yerleri için belirlenen; ürünlerin muhafazası ve satışı için gerekli unsurlar, buzdolabı ve jeneratör, su tertibatı gibi kriterlerin sağlanması halinde gezici satış yapılan sıhhi işyerine işyeri çalışma ruhsatı verilebilir.(İçişleri Bakanlığı 08.09.2006) Bu tür gezici satış yerlerinin çalışabileceği yerler ile güzergahlarının belediye kanunu kapsamında belirlenmesi gerekir.(İçişleri Bakanlığı 31.12.2013) Gezici araç dizaynı yönetmelikteki tanıma uygun yapılıp müracaat edilirse kabul edilmesi gerekir. Tanıma uygun imal edilen araçların ruhsat taleplerinin reddedilmesi halinde idare mahkemesinde ruhsat başvurusunun reddi işleminin iptali için dava açılması gerekir. Yönetmelikteki kriterler yerine getirilmiş ise dava sonucu iptal yönünde olacaktır. Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten önce faaliyette bulunmak üzere ruhsat verilen umuma açık yerler ile içkili yerlerin ve öğretim kurumlarının kazanılmış haklarının saklı olduğu Yönetmeliğin 8. maddesinde net olarak ifade edilmiştir. Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten önce ruhsat verilen umuma açık yerler ile içkili yerlerindevredilmesihâlinde kazanılmış hakları sona erer. Ancak umuma açık yerler ile içkili yerlere aitruhsat sahiplerinin iş yerini; eşlerine, çocuklarına veya yasal mirasçılarına devri hâlinde işletme hakkı korunur.Hakkın kullanılmasından sonra kazanılmış haklar sona erer. Ayrıca, umuma açık yerler ve içkili yerler ile öğretim kurumlarının, iş yeri faaliyet konusunun değiştirilmesi veya ceza alarak sürekli kapanması durumunda kazanılmış hakları sona erer.(Yönetmelik Madde 9)İlgilinin beyanına göre düzenlenen ruhsat kazanılmış hak doğurmaz. Yönetmelik değişikliği nedeniyle bir üst sınıfa yükselen işyerleri, bir yıl içinde yeni sınıfına uygun hale getirilmeli ve yeni bir işyeri ruhsatı düzenlenmelidir. Bir alt sınıfa düşülmesi veya aynı sınıfta kalınması halinde ruhsat değişikliğine gerek yoktur.(İçişleri Bakanlığı 2011) Kat mülkiyeti kanununa tabi yerlerde, tapuda”mesken, iş veya ticaret yeri”olarak görünmesi fark etmeksizin bağımsız bölümlerde hastane, dispanser, klinik, poliklinik, ecza laboratuvarı gibi müesseseler kurulması yasaklanmıştır. Kat malikleri buna aykırı karar alarak sözleşme yapsalar dahi hükümsüz olacaktır. Tapuda”mesken”olarak görünen bağımsız bölümlere hangi şartlarda işyeri ruhsatı verileceği ve tapuda”işyeri”olarak kayıtlı olan bağımsız bölümlerin ruhsatlandırılma kriterleri ayrı ayrı belirlenmiştir. Ana gayrimenkulün, kütükte ”mesken”olarak gösterilen bağımsız bir bölümünde sinema, tiyatro, kahvehane, gazino, pavyon, bar, kulüp, dans salonu ve emsali gibi eğlence ve toplantı yerleri ve fırın, lokanta, pastane, süthane gibi gıda ve beslenme yerleri ve imalathane, boyahane, basımevi, dükkan, galeri ve çarşı gibi yerler, ancak kat malikleri kurulunun ”oybirliği”ile vereceği kararla açılabilir. Normal şartlarda işyeri vasfında olmadığı için ruhsat verilemeyecek yerlere kat mülkiyeti kanunundaki bu istisna, normalde belediyenin ruhsat veremeyeceği bir yere kat maliklerinin oybirliği ile aldıkları kararla ruhsat hakkı bahşetmektedir. Tapuda”mesken”olarak görünen yerlerde işyeri açılmak istenmesi halinde kat maliklerinden oy birliğiyle karar alınması gerekir. Oybirliğiyle alınmış karar varsa bu yerlerin tapuda işyerine çevrilmesine gerek yoktur.(İçişleri Bakanlığı 16.01.2013) Merkezleri başka bölgede bulunan işletmelerin”irtibat büroları””mesken” niteliğindeki bağımsız bölümlere de açılabilir.(İçişleri Bakanlığı 28.11.2005 ) Tapuda mesken olarak görünen yerlerde açılacak avukatlık ve hukuk büroları ile serbest muhasebeci mali müşavirlik ve yeminli mali müşavirlik büroları için karar alınması gerekmez.(Kat Mülkiyeti Kanunu Madde 24) Tapuda”iş yeri”olarak görünen yerlerde, umuma açık istirahat ve eğlence yeri açılması durumunda yönetim planında aksine bir hüküm yoksa, kat maliklerinin oy çokluğu ile aldığı kararın bulunması gerekir.(Yönetmelik Madde 5/b) İskanı mesken olarak düzenlenen yapılarda”pansiyon”açılabilmesi içinkat maliklerinin oy birliğiylealacakları kararın yanında, yönetmelik ve diğer ilgili mevzuatta pansiyonlar için öngörülen koşulların karşılanması gerekir.(İçişleri Bakanlığı 29.08.2013) Çay ocaklarıumuma açık eğlence ve istirahat yeri sayılmaz. Tapuda ”işyeri” olarak kaydedilen yerlerde yönetim planında aksine bir hüküm yoksa, kat maliklerinden oy çokluğuyla karar alınmasına gerekyoktur.(İçişleri Bakanlığı 23.06.2006 ) Tapuda mesken olarak görünen yerlerde kat maliklerinden oybirliğiyle karar alınması zorunludur. Ancak tapuda dükkan olarak görünen yerlerde ”unlu mamül imalat yeri” açılması için kat maliklerinden oy birliği ve oy çokluğu kararı aranmaksızın ruhsat düzenlenebilir.(İçişleri Bakanlığı 04.02.2011) Kat maliklerinin oybirliği veya oybirliğiyle aldıkları karar ruhsat alınmadan önce görüş değiştirenler olur ve bu karar defterine işlenirse ruhsat veren idare bu irade değişikliğini dikkate almalıdır. Ruhsat başvurusunda bulunan bundan doğan zararını genel hükümlere göre talep edebilir.(İçişleri Bakanlığının 01.02.2012)Kat malikleri kendi işyerleri hakkındaki oylamalara katılıp oy verebilirler. İşyeri açma ve çalışma yönetmeliğine göre: – Adres değişikliği güncellemelerinde, – Devirlerde yeni ruhsat düzenlenir ve mer’i mevzuata göre işlem yapılır. Ayrıca devir vs. işlemlere bağlı olmaksızın idareler her zaman denetlemeye gelebilirler ve denetimler sonucu mevzuata uygun olmayan unsurlar ve noksanlıklar tespit edilirse Yönetmeliğin 13. maddesine göre 15 gün süre verilir ve bu süre içerisinde eksiklik giderilmezse ruhsat iptal edilip işyeri kapatılır. İşyeri devredildiğinde dosyadaki bilgi ve belgeler esas alınarak yeni işletmeci adına tekrar ruhsat düzenlenir.(08.08.2006 İçişleri Bakanlığı)Devirlerde yeni ruhsat düzenlenirken her şey sil baştan düzenlenmez. Örneğin dosyada itfaiye raporu varsa bu rapor esas alınarak işlem yapılır. E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. İŞYERİ AÇMA VE ÇALIŞMA RUHSATI VERİLMEYENLER VE İPTAL EDİLENLER NASIL İTİRAZ EDEBİLİR? YÜRÜTMENİN DURDURULMASI KARARI ALINMASI İÇİN ŞARTLAR NELERDİR? İŞYERLERİ ARASINDA RUHSATLANDIRMA BAKIMINDAN NE GİBİ FARKLAR VARDIR ? İŞYERİ AÇILIŞINDA NELER GEREKİR? İŞYERİNİN İMARLA/İNŞAAT İZİNLERİYLE İLGİLİ DURUMLARININ İŞYERİ AÇMA VE ÇALIŞMA RUHSATINA ETKİSİ VAR MI? BİR İŞYERİNİN BİRDEN FAZLA FAALİYET KONUSU VARSA RUHSATLANDIRMA NASIL YAPILIR? İÇKİLİ İŞYERİ AÇMAK İÇİN NE GEREKİYOR? GEZİCİ İŞYERİ (ARAÇTA KAHVE-YİYECEK VS. SATIŞI YAPAN) AÇMAK İÇİN NE GEREKİYOR? DAHA ÖNCEDEN ALINMIŞ RUHSATLAR GÜNCEL MEVZUATA TAM UYMASALAR DA KAZANILMIŞ HAK SAĞLARLAR MI? KAT MÜLKİYETİ KANUNUNA TABİ APARTMAN VE SİTELERDE İŞYERİ AÇMA VE ÇALIŞMA RUHSATI ŞARTLARI NEDİR? İŞYERİNİN, TAŞINMASI, DEVRİ, MİRAS KALMASI VE FAALİYET KONUSUNUN DEĞİŞMESİ GİBİ DURUMLARDA RUHSATLA İLGİLİ NE YAPILMASI GEREKİR? Benzer yazılar:Tapu Tahsis Belgesi Yürürlükten KalkıyorTaşınmazı İhale İle Sattırmadan Hissedarı Paydaşlıktan Çıkarma", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/isyeri-acma-ve-calisma-ruhsatinin-iptali-ve-ruhsat-verilmemesi-halinde-itiraz-dava-ve-yurutmenin-durdurulmasi/"}
{"prompt": "GİRİŞ 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 21. maddesine göre, bazı istisnalar hariç olmak üzere yapı yapmadan önce belediye veya il özel idaresinden ruhsat almak zorunludur. Uygulamada sıkça karşılaşılan sorunlardan biri belediyeden veya il özel idaresinden ruhsat almadan pergola ve sundurma yapılıp yapılamayacağıdır. Planlı Alanlar İmar Yönetmeliği’nin 4. maddesinde Pergola ve Sundurmanın tanımı yapılmıştır. Bu maddeye göre; Planlı Alanlar İmar Yönetmeliği’nin“Yapı Ruhsatı Gerektirmeyen İnşai Faaliyetler”başlıklı 59. maddesinde de;“Basit tamir ve tadiller, balkonlarda yapılan açılır kapanır katlanır cam panel uygulamaları, korkuluk,pergola, çardak/kameriye ve benzerlerinin yapımıile bölme duvar, bahçe duvarı, duvar kaplamaları, baca, saçak, çatı ve benzeri elemanların tamiri ve pencere değişimiruhsata tabi değildir.”hükmü yer almaktadır. Aşağıda daha ayrıntılı olarak değindiğimiz yargı kararlarında, pergola ve sundurmanın esas itibariyle ruhsata tabi olmadığı kabul edilmektedir. Ancak bazı durumlarda pergola veya sundurma olarak nitelendirilen imalatlar ruhsata tabi kabul edilerek yıkım ve para cezası verilebileceğine ilişkin yargı kararları da mevcuttur. Danıştay kararlarında istikrarlı bir şekilde vurgulandığı üzere, pergola ve sundurmanın ruhsata tabi olmadığının kabul edilebilmesi için;“Genel olarak İmar Kanunu’nda düzenlenen yapı tanımı kapsamında inşa edilmemiş olması, dolayısıyla kapalı alan oluşturmayacak şekilde, etrafı açık, gölgelik amacına yönelik olarak ve bina cephesini değiştirmeyecek şekilde, hafif yapı malzemeleri ile yapılmış olması gerekmektedir.”[1] Bu yazımızda, pergola/sundurmanın herhangi bir yaptırımla karşılaşmaması için taşıması gereken niteliklerin ne olduğu ve dikkat edilmesi gereken hususları inceleyeceğiz. Planlı Alanlar İmar Yönetmeliğinde, pergola ve benzerlerinin ruhsata tabi olmadığı düzenlenmiş ve yargı kararlarında da yönetmelikteki tanımına uygun inşa edilen sundurma ve pergola benzeri imalatların ruhsat gerektirmediği kabul edilmiştir. Bu hususları göz önüne aldığımızda ruhsata tabi olmayan pergola ve sundurmanın niteliğinin belirlenmesinde öncelikle yukarıda yer verdiğimiz Planlı Alanlar İmar Yönetmeliğindeki tanımları esas almak gerekmektedir. Yönetmelikte pergola ve sundurmanın tanımı yapılırken“hafif malzeme kullanılması”gerektiği belirtilmiştir. Hafif malzeme kullanılmasının şart koşulmasında, ana yapının taşıyıcı unsurunun etkilenmemesi ve ilave bir inşaat alanı kazanılmaması amaçlanmaktadır. Ruhsat gerektirmemesi nedeniyle idarenin herhangi bir denetimine tabi olmayan imalatın taşıyıcı sistemi etkilemeyecek ve alan kazanımı sonucunu doğurmayacak nitelikte malzemeden yapılmasının öngörülmesi makul ve yerindedir. Yönetmelik pergola ve sundurma imalatında kullanılacak malzemeye bir sınırlama getirmemiş, malzemenin genel niteliğini ve kullanım amacını belirtmekle yetinmiştir. Yargı kararlarında da hangi malzemelerin kullanılacağı konusunda katı bir yaklaşım sergilenmemekte, somut olayın özelliğine göre kullanılan malzemenin niteliği ve hangi amaçla kullanıldığı esas alınarak karar verilmektedir. Danıştay kararlarında; taşıyıcı sistemi ahşap malzemeden, üzeri hafif ve basit malzeme ile örtülen sundurma[2]; mimari projesinde “üzeri herhangi bir malzeme ile kapatılmayacaktır” şerhi bulunsa da üstü tamamen kapatılmayıp, üstüne açılır kapanır sistem yapılan pergola[3]; demir profil ayaklar ve yine demir profiller üzerine ahşap malzeme ile yapılan, üstünün de polikarbonat v.b polyester malzeme ile kapatılan sundurma[4]diğer şartları taşıdıkları takdirde ruhsat gerektirmeyen imalat olarak kabul edilmişlerdir. Yine pergola/sundurmanın üzerinin kiremit çatı örtüsü ile kaplanmasının ruhsat gerektirmediği yönünde çok sayıda yargı kararı mevcuttur.[5] Hatta, Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulualtı adet 18 cm ebadında beton kolon dikilerek yapılan 37.5 m² büyüklüğündeki imalatın, güneş ve yağmurdan korunmak amacıyla yapıldığı, etrafının açık olup kapalı alan oluşturmadığı ve bu haliyle ana yapının taşıyıcı unsurlarını etkilemeyen pergola niteliğinde olduğu gerekçesiyle ruhsata tabi olmadığına karar vermiştir.[6]Söz konusu yargılamada, ilk derece mahkemesi; etrafı açık olsa da beton kolonlu pergolanın yapı niteliğini taşıdığı, ruhsata tabi olması için “bina” niteliğinde olması gerekmediği ve “yapı” niteliğindeki bu imalatın ruhsat gerektirdiği yönündeki hükmünde direnmiş ve bu direnme neticesinde dosyayı inceleyen Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu; her ne kadar etrafının açık olmasının yapı niteliğini ortadan kaldırmayacağı konusunda ilk derece mahkemesiyle hemfikir olsa da; beton kolonlar üzerine imal edilen pergolanın, yönetmelikle özel olarak ruhsattan müstesna tutulması ve bu istisnadan yararlanmak için aranan şartları taşıması durumunda 3194 sayılı Yasanın 5.maddesindeki “yapı” tanımı kapsamında kabul edilmemesi gerektiğini ve pergole nitelikli imalatın ruhsata tabi olmadığına hükmetmiştir. Görüldüğü üzere pergola ve sundurmanın ruhsata tabi olup olmadığı hususunda, yapımında kullanılan malzemenin niteliğinden çok, yönetmelikte belirlenen; yağmur ve güneşten koruma amacının dışına taşmaması, kapalı alan oluşturmaması ve ana yapının taşıyıcı unsurlarını etkileyecek şekilde imal edilmemesi belirleyici olmaktadır. Pergola ve sundurmanın niteliği, yapıldığı yere veya yapan kişinin ihtiyaçlarına bağlı olarak değişiklikler gösterebilir. Esas olan yönetmelikte aranan şartları taşımasıdır. Danıştay açık çatı terasında sadece önü ve sağ tarafı açık olan pergolenin etrafının açık olma niteliğini etkilemediğine hükmetmiştir.[7]Yani kapalı alan oluşturmadığı sürece pergolanın 3 tarafının da açık olması şart değildir. Söz konusu kararda, pergolenin, bilirkişi raporunda çatı eğimi yüksekliği ve çatı şeklinin değişmesi sebebiyle bina görünümüne tesir eden ve kullanım amacını değiştirdiği belirtilmesine rağmen ruhsat gerektirmediğine karar verilmiştir. Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu benzer bir durumda verdiği kararda; sundurmanın, çatı eğimini değiştirdiği, bulunduğu ilin imar yönetmeliğinde belirlenen ölçülerden büyük olduğu ve projesine aykırı olarak yapıldığı iddiaları da tartışılmış ve Planlı Alanlar İmar Yönetmeliğinde belirtilen niteliklerdeki bir sundurmanın “yapı” kapsamında değerlendirilemeyeceği nedeniyle il imar yönetmeliğine aykırılığının ve ruhsattan muaf olması sebebiyle de projeye aykırılığının söz konusu olamayacağına hükmedilmiştir.[8] Güneş ve yağmurdan korunmak amacıyla binaya bitişik olarak yapılan, etrafı açık, taşıyıcı sistemi ise ahşap malzemeden yapılan ve üzeri hafif ve basit malzeme ile örtülü bir sundurmanınetrafının katlanabilir camla çevrilmesininyargılandığı bir dosyada Danıştay; katlanabilir cam kullanılmasının kapalı alan oluşturmak olarak değerlendirilmeyeceğine ve bu şekilde imal edilen bir sundurmanın da ruhsata tabi olmadığına hükmetmiştir.[9] Pergola ve sundurmanın ruhsata tabi olup olmadığının değerlendirilmesinde bir başka husus da sökülebilir malzemeden yapılmış olmasıdır. Danıştay bu konuda da yönetmelikteki amacın dışına çıkılmaması halinde ana yapının betonuna sabitlenerek monte edilen demir, ahşap vb. profillerin sökülebilirliği ve dolayısıyla ruhsat muafiyetini etkilemediğini kabul etmektedir. Ahşap, metal profillerin betona geçirilmesi nedeniyle belediyelerce sökülebilirlik özelliklerinin bulunmadığı iddiasıyla haklarında işlem yapılan pergola/sundurmaların kapalı alan oluşturmayacak şekilde, güneş ve yağmurdan korunma amacına yönelik olarak, taşıyıcı unsuru etkilemeyecek nitelikte ve sundurma tanımına uygun imalatın ruhsata tabi olmadığına karar verilmektedir.[10] Zemine beton dökülmek ve etrafı kapatılmak suretiyle yapılan“etrafı kapalı çardak”niteliğindeki imalat; etrafı açık, gölgelik amaçlı, hafif yapı malzemeleri ile yapılmış pergola niteliğinde olmadığı, ruhsat gerektiren yapı niteliğinde olduğu kabul edilmiştir.[11] Pergola ve sundurmanın ruhsata tabi olup olmadığını belirlerken, hangi malzemeden, hangi ebatlarda ve ne şekilde imal edildiği hususlarına ek olarak nerede yapıldığı da önem arz etmektedir. Pergola ve sundurmanın sitede ortak kullanım alanını, bahçe ve çekme mesafelerini işgal edip etmediği ruhsat konusunda belirleyici olabilmektedir. Yargı kararlarında site içerisinde yapılan pergola ve sundurma imalatı ile ilgili olarak ikili bir ayrıma gidilmektedir. Çok katlı bloklardan oluşan sitelerdeki herkesin kullanımına açık olan ortak alanlarda yapılan pergola ve sundurmaların ruhsat gerektirdiği, bununla beraber Kat Mülkiyeti Kanunundaki prosedürlerin de işletilmesi gerektiği yönündeki kararlar istikrar kazanmıştır.[12] Bununla birlikte Kat Mülkiyeti Kanunu kapsamında genelde iki katlı müstakil konutlardan oluşan sitelerde, sitenin ortak kullanım alanı olmasına rağmen ilgili konutun bağımsız kullanımına ayrılan ön veya arka bahçesine pergola ve sundurma yapılmasının ruhsat gerektirmediği kabul edilmektedir.[13] Binaya ait mimari proje ozalitinde ön bahçe mesafesinde herhangi bir imalatın gösterilmemesine rağmen, binanın giriş katında bulunan işyerinin bahçe mesafesi içerisinde yapılan üstü açılır kapanır pergolanın ruhsata tabi olmadığına karar verilmiştir.[14] Yaya kaldırımı ile aynı seviyedeki ön bahçe mesafesinde projeye aykırı olarak pergola sundurma yapılması da ruhsata tabi kabul edilmemiştir.[15] Bağımsız bölümün ön cephe ve arka cephesinde bulunan zemin terasların ve giriş sahanlığının kapatılması(kış bahçesi yapılarak kapalı olan oluşturulması nedeniyle)pergola niteliğinde olmadığından ruhsata tabi kabul edilmiştir.[16] Korunması gerekli taşınmaz kültür varlığı (eski eser) olarak tescilli yapının çatısına izinsiz ve ruhsatsız olarak yapılan alüminyum doğrama pergola; Koruma Amaçlı Revizyon İmar Planı Plan Hükümlerine göre ruhsata tabi olması, eski eser niteliğindeki yapıya 2863 sayılı Kanuna göre koruma bölge kurulundan izin alınmadan inşaî ve fizikî müdahalede bulunulmasının yasak olması, ayrıca pergolanın tescilli yapının cephe görünümünü ve çatı eğimini değiştirmesi nedeniyle basit tamir ve tadil kapsamında sayılamayacağı kabul edilmiştir.[17] SONUÇ Pergola ve sundurmanın ruhsata tabi olup olmadığı konusunda kanun ve yönetmeliklerde ayrıntılı bir düzenleme bulunmamaktadır. Bu konudaki detaylar kanun ve yönetmelik hükümlerinin yargı mercilerince yorumlanması sonucunda ortaya çıkmıştır. Yargı kararlarında aynı nitelikteki pergola ve sundurmalar hakkında farklı kararlar bulunması kafa karışıklığına neden olmaktadır. Aynı nitelikteki imalatlar için farklı kararlar verilmesi, pergola ve sundurmanın yapıldığı taşınmazın bulunduğu alandan, kullanılan malzemeki küçük farklılıklardan, imalatın ebatlarından, bulunduğu ildeki imar yönetmeliğinden vs. nedenlerden kaynaklanmaktadır. Bu sebeple bir pergola ve sundurmanın ruhsata tabi olup olmadığını değerlendirirken her somut olayın özelliğine göre inceleme yapmak gerekmektedir. Tüm bunlarla birlikte, yapının yapılaşma yasağı bulunan sit alanı gibi bir alanda ya da siteye ait ortak alanda bulunması gibi özel bir durum bulunmaması halinde, ruhsata tabi olmayan bir pergola/sundurmanın taşıması gereken nitelikler hakkında yargıda bir görüş birliği mevcuttur. Yargı kararlarına göre bir yapının Planlı Alanlar İmar Yönetmeliğinin 63. maddesindeki ruhsata tabi olmadığının kabul edilebilmesi için: [1]Danıştay 6. Dairesinin 12.09.2019 tarih ve E:2019/5842, K:2019/7244 sayılı kararı [2]Danıştay 14. Dairesinin 23.01.2018 tarih ve E:2015/10619, K:2018/18 sayılı kararı [3]Danıştay 14. Dairesinin 09.05.2016 tarih ve E:2014/3587, K:2016/3661 sayılı kararı [4]Danıştay 14. Dairesinin 31.03.2015 tarih ve E:2013/10173, K:2015/2415 sayılı kararı [5]Danıştay 14. Dairesinin 18.03.2015 tarih ve E:2013/2651, K:2015/1974 sayılı kararında;Üç tarafı açık ahşap dikme ve ahşap kiriş üzerine ahşap kaplama tahtası ve kiremit çatı örtüsü ile yapılan sundurmanın, 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 5. maddesinde yer alan ruhsata tabi yapı kapsamına girmediği kabul edilmiştir. (Danıştay 14. Dairesinin 28.04.2015 tarih ve E:2013/9724, K:2015/3330 sayılı; 29.01.2015 tarih ve E:2014/9168, K:2015/688 sayılı kararları da aynı yöndedir) [6]Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun 17.10.2008 tarih ve E:2005/400, K:2008/1801 sayılı kararı [7]Danıştay 14. Dairesinin 31.03.2015 tarih ve E:2013/10173, K:2015/2415 sayılı kararı(Karara konu olan pergola; bağımsız bölümün çatı arası teras kısmına yapılmış ve (5.70×8.20) = 46.74 m² ebatlarındadır. Pergola demir profil ayaklar ve yine demir profiller üzerine ahşap malzeme ile yapılmış, üstü de polikarbonat v.b polyester malzeme ile kapatılmış, ön ve sağ yan taraflarının ise kapatılmamıştır.) [8]Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun 17.03.2014 tarih ve E:2011/393, K:2014/882 sayılı kararı(Bilirkişi raporunda açık terasın sundurma ile kapatılarak çatı arası katının kullanımına katıldığı, Ankara Büyükşehir Belediye İmar Yönetmeliğinin 18/45. maddesine aykırı olarak 5 metreden fazla genişliğe sahip olduğu, ait olduğu binanın (diğer dairelerin teraslarında yapılan değişikliklerle birlikte toplamda) taban alanının yaklaşık (1/3)’ünü de geçtiği, aynı Yönetmeliğin 54. maddesine göre çatı eğiminin en çok %40 olarak belirlendiği ancak yapılan sundurmanın çatı eğiminden yüksekte ve farklı bir çatı olarak yapıldığı ve 18/05/2001 onay tarihli mimari projesine aykırı olduğu ve ruhsat gerektirdiği belirtilmesine rağmen Danıştay İDDK tarafından imalatın ruhsata tabi olmayan pergola niteliğinde olduğuna karar verilmiştir.) [9]Danıştay 14. Dairesinin 15.02.2017 tarih ve E:2014/2429, K:2017/786 sayılı kararı [10]Danıştay 6. Dairesinin 20.06.2019 tarih ve E:2019/4323, K:2019/6183 sayılı kararı(Karara konu olan imalat; binanın zemin katındaki dükkanda (12.00×3.79) ebatlarında 45.48m² büyüklüğünde, taşıyıcı profil merteklerin metal profil çubuklar ile binaya monte edilerek, üstü açılır kapanır sistemle yapılan sundurma niteliğindedir.) [11]Danıştay 14. Dairesi, 19.06.2018 tarih ve E:2015/9066, K:2018/4750 sayılı kararı [12]Danıştay 6. Dairesinin 06.11.2019 tarih ve E:2019/6109, K:2019/10346 sayılı kararı [13]Danıştay 14. Dairesinin 18.03.2015 tarih ve E:2013/2651, K:2015/1974 sayılı kararı [14]Danıştay 14. Dairesinin 21.04.2016 tarih ve E:2014/3906, K:2016/3221 sayılı kararı [15]Danıştay 14. Dairesinin 28.04.2016 tarih ve E:2014/4707, K:2016/3561 sayılı kararı [16]Danıştay 6. Dairesi, 12.09.2019 tarih ve E:2019/5842, K:2019/7244 sayılı kararı ((Danıştay 14. Dairesinin14.03.2013 tarih ve E:2011/16481, K:2013/1797 sayılı kararında da;onaylı mimari projeye aykırı olarak zemin kattaki dükkanın ön kısmında yaklaşık 4,50×10.50 m. ebadındaki alanın duvar + cam ve üzeri cam malzemesi ile kapatılarak dükkan kullanımına katılması şeklindeki imalatın pergola ve sundurma niteliğinde olmaması nedeniyle ruhsata tabi olduğu kabul edilmiştir.) [17]Danıştay 14. Dairesi, 10.03.2015 tarih ve E:2013/7679, K:2015/1793 sayılı kararı E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. Benzer yazılar:Tapu Tahsis Belgesi Yürürlükten KalkıyorTaşınmazı İhale İle Sattırmadan Hissedarı Paydaşlıktan Çıkarmaİşyeri Açma Ve Çalışma Ruhsatının İptali Ve Ruhsat Verilmemesi Halinde İtiraz, Dava Ve Yürütmenin Durdurulması", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/ruhsatsiz-pergola-ve-sundurma-yapilabilecek-durumlar/"}
{"prompt": "“Ey Âdem! Sen ve eşin cennette kalın. Dilediğiniz yerden yiyin, için. Fakat şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz.” Kur’an-ı Kerim, “Araf 19” İnsanlığın hikâyesi bir mülkiyet ihlâliyle başlar. Âdem ile Havva, Şeytana uyup Allah’ın mülkünde yasakladığı, müsaade etmediği meyveyi yerler. İlk günah, yani cennetten kovulmamızın nedeni aslında bir mülkiyet ihlâlidir. Teolojik literatürde mülkiyetin tarihi dünyadan öncesine kadar gider. Nerede insan varsa orada mülkiyet meselesi vardır. O kadar ki ilk kardeş cinayeti, Âdem’in oğullarının kendi kurbanlarının kabulü hakkındaki tartışmaları neticesinde işlenmiştir. Bu hikâyeyi doğrudan mülkiyetle ilişkili kılan husus ise “kurban”dır. Bir şeyi kurban edebilmek için evvela ona sahip olmak gerekir. O vakit ilk kardeş katlinin yine bir mülkiyet meselesinden doğduğu aşikârdır. Dolayısıyla “insanlık tarihi=mülkiyet tarihi” dersek hiç de abartmış olmayız. Çünkü mülkiyet sadece bugün değil ilk atalarımızdan bu yana hep insanoğlunun gündemindedir. İnsanlık tarihinin kavgası daima mülkiyet kavgasıdır. Savaşlar, fetihler sadece mülk/toprak/ganimet içindir. İç karışıklıklar çoğu zaman mülkiyetin adaletsiz dağılımı nedeniyle çıkar. Zihin, içinde yaşanılan toplumun ve çevrenin bir parçası olarak şekillendiğinden, kişinin mülkiyete ilişkin genel kabulleri esasında o daha doğmadan önce oluşmuştur. Kendisinden önce varolan bir toplumun içine doğan insan toplumsallaşma süreci içinde mülkiyete ilişkin bu genel kabulleri içselleştirir. Fakat bu genel kabullerin içselleştirilmesi bireyden bireye farklılık arzeder. Benlik anlayışının bireyselliğin üzerine inşa edildiği yerde bireysel mülkiyet ya da tam aksine benlik anlayışının kolektivite üzerine inşa edildiği yerde ise kolektif mülkiyet ortaya çıkar. O yüzden kişinin “ben”i nasıl tanımladığı ve “ben”den ne anladığı mülkiyete dair kavrayışı açısından çok belirleyicidir. Mülkiyete dair tartışmalar/çatışmalar mülkiyetin olup olmaması hakkında değil, daha ziyade mülkiyetin kimde olacağı hakkındadır. Mesela sosyalizm mülkiyeti reddetmez; sadece kişilerden alıp devlete verir. Mülkiyet hakkının nasıl ele alındığı, toplumların ideolojilerini, sistemlerini dahi belirler. Sistem mülkiyet hakkını bireylere verirse kapitalizm, devlete verirse sosyalizm, bizatihi topluma verirse komünizm ortaya çıkar. Ayrıca dinler tarihine baktığımızda mülkiyetin inanç ile de çok yakın ve derin bir ilişkisinin olduğunu görürüz. İslâmî dünya görüşünde mülk tartışmasız Allah’ındır. İnsan ise sadece bir emanetçidir. Bu nedenle İslâm inancında ihtiyaçtan fazlasına sahip olunması makul ve hoş görülmez. Dinî açıdan malı kazanırken, kullanırken ve elden çıkarırken belirli kaidelere uyulması gerekir. Elbette mülkle ilişki kurmanın başka kültürlerde ve başka inançlarda çok farklı biçimleri vardır. Genel itibarıyla dinlere baktığımızda, bütün farklılıklarına rağmen şu üç konu üzerinde yoğunlaştıklarını görürüz:Mülkiyet, ölüm ve cinsellik.Bu üç konu insanlığın üç kadim muammasıdır. Bu açıdan bakıldığında dinler, insanlığın ölüm, cinsellik ve mülkiyet hakkındaki kaygılarını, bu üç muammaya dair sorunlarını ve sıkıntılarını gidermeyi amaçlar.Herhangi bir insanın ölüm, cinsellik ve mülkiyet karşısındaki tutumundan onun karakteri hakkında pek çok fikir edinebiliriz. Çünkü insan olarak hepimizin kutsalı, bir şekilde bu üç muamma ile ilişkilidir; ya onlardan kaynaklanır ya da onları pekiştirir. “Din” kelime anlamı olarak yol demektir. İnsan yol ayrımına geldiğinde kararını, tercihini belirleyen güç onun yolu, yani dini, kutsalıdır. Bu karar/tercih ânında siyasî görüşü, ahlâk anlayışı, dünyaya bakışı ve benzeri her türlü inancı hep arka planda kalır. İnsan kararını verirken neyi esas alıyorsa kutsalı odur: Tercihlerimiz kutsallarımızdır ve kutsallarımız da tercihlerimizdir. Kişinin kendisine dindar, demokrat vs. demesi pek bir şey ifade etmez. Parayı tercih ediyorsanız kutsalınız paradır ve kutsalınız paraysa parayı tercih edeceksinizdir. Mülkiyet en temelde sahiplenmedir. Mesele bu sahiplenmenin nerede başlayıp nerede biteceği ve sınırlarının nasıl belirleneceğidir. Mülkiyetten bahsedebilmek için; evvelâ bir nesne olarak mülk ve ardından bir özne olarak da mülkü sahiplenen olmalıdır. Bu özne-nesne ilişkisinin, yani sahiplenen-sahiplenilen ilişkisinin olmadığı yerde bir mülkiyet ilişkisi de yoktur. Bu ilişkide asıl soru öznenin mi yoksa nesnenin mi daha baskın olacağıdır. İnsan ilk bakışta bu sorunun cevabının özne olduğunu, öznenin nesneye baskın olacağını düşünebilir. Ama cevap zannedildiği gibi böyle basit değildir. Servet sahibi bir kişi, kuşkusuz yoksul biri karşısında güçlüdür. Fakat yarın bir gün şartlar başkalaştığında söz konusu servetin el değiştirmesiyle birlikte güç de el değiştirecektir. Bu da bize nesnenin gücünü ve etkisini azımsamamamız gerektiğini gösterir. Bu ilişkide asıl belirleyici olan nesnenin kendisinden ziyade öznenin nesneye yaklaşımıdır. Nesneyi merkeze koyan insan, esasında nesnenin hâkimiyeti altına girer. Nesneyi merkeze koymayan, mesela tecrübe odaklı bir insan, kendisini nesneden özgürleştirdiği için nesnenin hâkimiyeti altına girmez, aksine daha fazla paylaşarak nesneyi kendisine tâbi kılar. Yani malik ile mülk edinilen arasındaki ilişki, kişinin nesneyle nasıl ilişki kurmayı tercih ettiğine bağlıdır. İnsanın mülkiyet motivasyonunun kişiden kişiye farklılık göstermesine tarihten çok güzel bir örnek Diyojen ile İskender’dir. İkisi de mülkiyetle ilişki kurma tarzımızın iki zıt kutbu gibidir. İskender her şeyi kendi iradesine tâbi kılmak, bütün dünyayı mülkü yapmak isterken, Diyojen ise en temel gereksinimlerinin dışında hiçbir nesneye sahip olmak niyetinde değildir. İskender kendisine “dile benden ne dilersen” dediğinde, Diyojen sadece “gölge etme başka ihsan istemem” diye cevap vermiştir. Bu küçük atışmadan bile görebileceğimiz üzere ikisinin mülkiyetle ilişki kurma tarzları birbirine taban tabana zıttır. İktidar tutkusu ile yanıp tutuşan İskender’in aksine Diyojen kendisini mülkten ve sahip olma fikrinden azade kılmış özgür bir bireydir. Oysa menfaatini düşünen insan asla özgür değildir. O daima günün sonunda ne kazandığının ve ne kaybettiğinin muhasebesini tutan ve bunun için de kendisini akıllı hisseden ama aslında kendi hırsının ve malvarlığının kölesi olmuş birisidir. Kapitalizmin küreselleştiği günümüzün tüketim toplumlarında artık Diyojen gibi yaşamak çok da mümkün değil. Çünkü neredeyse kapitalist sistemin dışı yok. İşlerini yaparken aldıkları haz, o işten kazandıkları parayı harcarken aldıkları hazdan daha yüksek olanlar, günümüz toplumunda sistemin dayatmalarına karşı bir nebze kendilerini özgür kılabilenlerdir. Ne parayı kazanmak için yaptığı işi yaparken haz alan ne de o işten kazandığı parayı harcarken haz alan insanlar vardır. Balzac’ınTefeci Gobseck’ini bilenler hatırlayacaklardır, bunlar sadece para kazanmayı ve istiflemeyi severler. Bireylerin mülkiyete karşı tutumlarının yanı sıra, toplulukların da mülkiyetle ilişkisinden bahsetmek gerekir. Çünkü toplulukların yaşam biçimleri ve kültürleri, o topluluklara mensup bireylerin mülkiyetle kuracakları ilişkide belirleyicidir. Mesela göçebe kültürüyle yerleşik kültürün mülkiyetle kurduğu ilişki tarzları birbirinden farklıdır. İlk bakışta göçebelerin toprakla kurdukları ilişki yerleşik toplum mensuplarının toprakla kurdukları ilişkiye benzemediği için göçebelerin mala mülke değer vermediği yanılgısına düşülebilir. Oysa göçebe topluluklarda bile mal mülk sahibi olmak bir statü göstergesidir. O kadar ki birçok göçebe toplulukta ölenler, ölümden sonraki hayatlarında lâzım olacağı inancıyla eşyalarıyla birlikte gömülürler. İnsanların yerleşik kültüre geçmesinden öncesi hakkında günümüze ulaşan çok fazla kayıt yok. Yerleşik kültür öncesine dair bildiğimiz en önemli şey, göçebe toplulukların yarın, bugün oldukları yerde olmayacaklarıdır. Bu hareket kabiliyeti onların yerlerini belirlemeyi güçleştirdiğinden göçebe toplulukların en büyük avantajıdır. Göçebelerle mukayese edildiğinde yerleşiklerin en büyük dezavantajı yerlerinin sabit, bilinir ve belli olmasıdır. Tarih öncesi devirlerden bu yana topluluklar mülklerini korumak için savaş makinasına ihtiyaç duyarlar. Bu açıdan savaş makinası devleti de önceler; çünkü daha devletin olmadığı göçebelik zamanlarından beri vardır. Bir topluluk halinde yaşamaya başladıkları andan itibaren çalışırlar, bir şeyler edinirler ve artık değerler üretirler. İşte savaş makinası tam da bütün bu üretimi ve artık değeri korur. Savaşlar ya bu artık değeri ele geçirmek için yahut da bu artık değeri korumak için yapılır. Bu yüzden de savaşçılar ya “artık değeri” korudukları için düzenli maaş alırlar, yahut da “artık değeri” ele geçirdiklerinde ganimetten paylarını alırlar. Esasında savaş makinasının işleyişi şu temel gerçeğe dayanır: Çalışanlar ve üretenler yarattıkları serveti, değeri, birikimi, malı, mülkü korumak için savaşmaya mecburdurlar; üretmeyen ve değer yaratamayanlar bu birikimi, serveti mal varlığını yağmalamak için savaşa girerler. Fakat tarih içerisinde savaş makinası üretimin artmasıyla birlikte giderek büyüdüğü için çevredeki artık değere göz ve el koyan büyük imparatorluklar da olmuştur. Çevrenin bütün zenginliği merkeze doğru aktığı için “Bütün yollar Roma’ya çıkar.” Erken tarım toplumlarında zenginlik tapınağın etrafında, yani merkezde toplanır. Merkezde toplanan bu zenginliğin paylaşımı yeni bir toplumsal iş bölümü yaratır: Savaşçılar, yöneticiler, üreticiler, din adamları. Bu yeni durum mevcut oyunun değiştiği anlamına gelir. Evet herkes artık değerden kendisine yetecek kadarını alıyordur ama hâlâ ortada biriken büyük bir zenginlik vardır. Bu nedenle bu yeni toplumsal iş bölümünde nesneler giderek daha fazla önem kazanmaya başlar. Zaten devlet yapılanmasına da nesnenin nasıl kullanılacağı ve paylaşılacağına dair sorunları çözmek için ihtiyaç duyulmuştur. Bu anlamda “toplum sözleşmesi” mülkiyeti güvence altına almak için vardır. Bu nedenle mülkiyet sorunları çözülemediğinde ya da artık değerin paylaşımının adaletsiz olması sonucunda gelir dengesi aşırı derecede bozulduğunda evvelâ devletin meşruiyeti tartışılmaya başlanır. Nitekim Fransız İhtilâli de devlet hayatın içerisinde değişen mülkiyet ilişkilerini ihtiyaca göre düzenlemekte ağır kaldığı için yaşanmıştır. Fransız İhtilâli, toprağa bağlı yaşayan serflerin nüfusun %80’ini oluşturduğu bir toplumda gerçekleşmiştir. Bu da nüfusun geri kalanının soylular ve toprak sahipleri olduğu anlamına gelir. Serfler her ne kadar köle değillerse de yine de sözleşmelerde taraf olamazlar. Bu da mülk edinmelerinin çok mümkün olmadığını gösterir. Edindikleri mülk ancak üretimi sürdürmeye yetecek kadardır. Bu durumda mevcut hukukun sadece toplumun geri kalan ayrıcalıklı %20’si için geçerli olduğu ve onların lehine işlediği meydandadır. Tam da bu eşitsiz ilişkilerin yaşandığı toplumda ihtilâl öncesi yeni bir sınıf doğar: Bankerler/Tüccarlar. Aydınlanma döneminde bankerler ve tüccarlar yükselen bir sınıf olarak boy gösterir. Devrimin bir neticesi olmaktan çok devrimin öncesinde gayet organik bir şekilde ortaya çıkmış ve piyasayı oluşturacak ve çalıştıracak kadar güçlenmiştirler. Başlıca müşterileri de soylular olur. Soylular değişen üretim ilişkilerinin sonucunda artık eskisi kadar güçlü bir sınıf olmadıkları için yavaş yavaş zenginliklerinin ve iktidarlarının ihtişamını da kaybederler. Bunun neticesinde çok geçmeden soylular bankerlerden borç almaya mecbur kalırlar. Burjuvalar soylulara borç vermeye başladıktan sonra onlara söz geçirmeye de çalışırlar. Neticede parayı veren düdüğü çalar. Soylular buna karşı dirense de, varlıklarının likit olmasının gücünü kullanan burjuvalar toprak sahibi soylular karşısında geri adım atmazlar. Tarihin bu noktasında soylularla burjuvaları tahterevalliye binmiş gibi düşünebiliriz. Soylular bir sınıf olarak hızla inişe geçerken, burjuvalar bir sınıf olarak yükselmektedir. Bu elbette iki sınıf arasında bir husumet doğurur. Burjuva geniş emekçi kitlelerinin sömürülmesinden kaynaklanan bastırılmış enerjiyi soylulara yönelik bir öfkeye dönüştürür. Emekçi sınıfları soylulara karşı organize ve finanse ederler. Motivasyonları serflerin de mülkiyet kazanma haklarının olması gerektiği ve çalışma şartlarının iyileştirilmesidir. Zaten çok geçmeden ihtilâl de gerçekleşir. Neticede soylular toprağa sahip oldukları için yine zengindirler. Burjuvalar ise ihtilâlin neticesinde müşterileri daha da arttığı ve politik iktidarı onlara verdiği için daha da zenginleşirler. Değişmeyen tek şey serflerin her zamanki fakirliğidir. Serflerin kazandığı tek şey aslında sadece bir ihtimaldir. O ihtimal de şudur: Bir yolunu bulabilirlerse artık mülk edinme hakları vardır. Çok az da olsa bir yolunu bulabilenler olmuştur. Neticede dünyada başarı hikâyeleri de vardır. Hiç kuşkusuz bu ihtimal çok değerlidir. Çünkü kendi emeğinden başka hiçbir şeyi olmayanların da artık yukarıya tırmanma şansı vardır. Fransız İhtilâli’nden sonra tarımsal üretimin ekonomideki başat rolünü yitirmeye başlamasıyla işsiz kalan serfler şehirlere akın ettiler. Bunun sonucu kırlarda nüfus azalırken büyükşehirlerin nüfusu yüz yıl gibi kısa bir sürede aritmetik değil geometrik arttı. Buhar gücünün üretimde kullanılmasıyla birlikte sanayi hızla gelişmeye başladı. Bu hızla gelişen sanayiyide sömürgecilik dünyanın başka ülkelerinden topladığı hammaddeyi Avrupa’ya getirerek besledi. Üretim giderek daha büyük ölçekte ve daha yoğun yapılır oldu. Yani hızla gelişen sanayi daha fazla işçiye ihtiyaç duymaya başladı. Bir başka deyişle bir üretim aracı olarak toprağın yerini fabrika alınca yeni üretim ilişkileri ve yeni sınıflar doğdu. Neticede eskiden tarım işçisi olan ama bu yeni dünyada işsiz kalan serfler proletaryaya dönüştüler. Emeğinden başka satacak hiçbir şeyi olmayan bu insanlar ancak hayatta kalacak ve ertesi gün yeniden fabrikada çalışmalarını sağlayacak kadar düşük koşullarda, düşük ücretlerle, karın tokluğuna çalışmaya başladılar. Bunun neticesinde işçiler emeklerinin karşılığında maaş almayı ve üretim neticesinde oluşan artık değerden pay almamayı adil ve normal kabul eder oldular. Bu durum zaman içinde başlangıçtaki şiddetini azar azar kaybetse de neredeyse 1929 yılındaki Büyük Buhran’a ve hemen ardından patlayan II. Dünya Savaşı’na kadar aşağı yukarı böyle devam etmiştir. Büyük Buhran kapitalistlere üretim fazlasının satılamadığı ve stokların arttığı bir durumda sistemin krize gireceğini öğretti. II. Dünya Savaşı’ndan sonra oluşan iki kutuplu dünyada ise artan komünizm tehlikesiyle birlikte kapitalistler çözümü işçi sınıfını nitelikli tüketiciye dönüştürmekte buldular. Bunun için hem işçi sınıfının gelirini arttırıp yaşam standartlarını yükselterek hem de onu ürettiği ürünlerin tüketicisi haline getirerek bir taşla iki kuş vurmayı denediler: Böylece refah düzeyi yükselmiş işçiler komünizme meyletmeyecek ve yükselen maaşlarıyla daha fazla tüketim yapabileceklerdi. Bu dönem sosyal hak ve güvenceler ile hayat kalitesi açısından belki de işçi sınıfının görece en parlak dönemidir. Çünkü proletaryanın tüketiciye dönüşmesi mülkiyeti tarihte ilk defa biraz demokratikleştirir. Artık işçi sınıfının hayalleri bir ev ve bir arabaya endekslenmiştir. Elbette İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaşanan teknolojik gelişmeyle, özellikle de internetin yaygınlaşmasıyla birlikte mülkiyetin konusu daha da genişlemiştir. Son birkaç senedir aslında mülkiyet algımızı ve mülkiyetle ilişkimizi yine derinden değiştirecek büyük bir dönüşüm yaşıyoruz. Mesela bir tür sanal para olan kripto para veya bir tür sanal evren olan “metaverse” diye yepyeni kavramların türediğine şahitlik ediyoruz. Hiç kuşkusuz küresel ısınma ve pandemi gibi felaketler de mülkiyetin mahiyeti hakkındaki tartışmayı daha derinleştirip bambaşka düzlemlere çekecek gibi görünüyor. Fakat yine de hâlâ mülkiyete sahip olanlar ile mülkiyetten yoksun olanlar arasındaki ihtilaf ve çatışma ortadan kalkacağa benzemiyor. O vakit, şimdi bütün hikâyeye bakış açımızı değiştirecek ters bir soru sorabiliriz: Tersine bir dünyada, mülkiyetin el değiştireceğini varsaysak bile mülkiyetten kaynaklanan sorunlardan kurtulabilir miyiz? E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. Benzer yazılar:”Öteki” İle Aramızdaki Sınır: ”Hak”", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/malik-ile-mulk-arasindaki-iliski-mulkiyet/"}
{"prompt": "İçindekiler Kıyı ne deniz ne karadır; kıyı araftır. Denizin karaya yahut karanın denize boyun eğdiği veya boyun eğdirdiği sahadır. Hukukumuza göre bu alan kimseye ait olamaz, burada yapı yapılamaz, herkes kıyıyı eşit ve ortak olarak kullanabilir. Gerçekten de suyla karanın birleşmesinden ya da cebelleşmesinden her zaman korunmaya değer muhtelif doğal ve kültürel zenginlikler ortaya çıkmaktadır. Ancak kıyılar turizm, ticaret, seyahat vs. bakımından kullanılıp ekonomik değer ifade etmeye başlayıncaya kadar kıyıları koruyan bir düzenleme yapılmamıştır. Nitekim ülkemizde kıyıya ilişkin yasal düzenlemelerde geç kalınmıştır. Kıyıların özel mülkiyete yasaklanmasına kadar kıyılar alınıp satılabiliyordu, kıyıda ruhsatlı her türlü inşaat yapılabiliyordu ve kıyının sahibi kıyısının etrafını çitlerle çevirebiliyordu. Hatta savaşın ardından kurulan Cumhuriyetin ilk yıllarında kıyılardaki yapılaşma gelişmişlik alameti olarak görülüyor ve teşvik ediliyordu. Aradan geçen zamanda kıyılar değişmedi ancak turizm, ticaret, seyahat, balıkçılık vb. birçok konuda kıymet ifade etmeye başladığından insanların kıyıya bakışı değişti. Değişen kıyıya bakışımızın kıyının hukuki statüsünü nasıl değiştirdiğinin izlerini sürmek niyetiyle kaleme aldığımız bu yazıda; kıyı hukukunun buralara nasıl geldiğini anlamak bakımından düzenlemelerin arkasında yatan tarihi ve sosyolojik gerekçeleriyle birlikte kıyıların hukuki durumu değerlendirilecektir. Ayrıca kıyılarla ilgili yaşanan hukuki sorunlar bağlamında verdiği zarar da gözetilerek başta imar barışına ilişkin düzenleme olmak üzere önemli olanlarından bir kısmı bu makalede irdelenecektir. Üç tarafı denizlerle çevrili olmasına rağmen, Türk toplumunun karasal bir kültüre sahip olduğu söylenebilir. Deniz bir bütün olarak Türk kültüründe mesela mutfağında, sanatında, türküsünde, yaşama tarzında neredeyse yok denecek kadar az yer kaplar. Türkiye de deniz kentleriyle kara kentleri arasında denizi görmediğiniz sürece anlamlı bir fark da göremezsiniz.Bu durum denizin Türk ekonomisindeki payının Norveç, Danimarka, İspanya, Yunanistan, Portekiz gibi deniz ülkelerine göre daha düşük olmasından da anlaşılabilir. Mesela İzlanda bizden 7-8 kat daha küçük yüzölçümü ve neredeyse 250’de 1’imiz kadar nüfusuyla balıkçılıkta ülkemizden yaklaşık 4 kat fazla gelir elde etmektedir. Şimdilerin tatil cenneti sayılan Malta, Kıbrıs gibi adalar ve kıyı şehirleriOsmanlı döneminde sürgün yeriydi.Halikarnas Balıkçısı adı ile tanınan yazar Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın, Cumhuriyetin ilk yıllarında İstiklal Mahkemesi tarafından üç yıl kalabentlikle cezalandırılarak Bodrum’a sürgün edildiği bilinir. Bu hikâyede Halikarnas Balıkçısı’nın sürgün edilmesinden daha dikkat çekici olan şey Bodrum gibi bir doğa harikasının o tarihlerde bir sürgün yeri olarak görülmesidir. Bugün açısından hayli tuhaf olan bu sürgün hikâyeleri, aslında hem Türk toplumunun denizle ilişkisini hem de Osmanlı’da ve Cumhuriyetin ilk yıllarında devletin kıyıya bakış açısını göstermesi açısından dikkate şayandır. Osmanlı’dan 1980’li yıllara kadar kıyılarda özel mülkiyetinyasaklanmasına yönelik birdüzenleme yapılmaması toplumun kıyılara yönelik yaklaşımını göstermesi bakımından manidardır. NitekimkıyılarındördüncüAnayasamız olan 1982 Anayasasına kadar doğrudan anayasal düzlemde düzenlenmemiş olması da kıyıların yeterince farkına varılmadığının bir başka göstergesidir. Her toplumsal mesele hukuki mesele değildir. Ama her hukuki mesele toplumsal bir meseledir. Böyle bakıldığında denizin Türk sosyal ve kültürel hayatında karşılığınınçokolmamasının doğal bir sonucu da kıyıhukuk rejimininbunca zaman belirsizliğe mahkum edilmesinde görülür. Ekonomik ve sosyal ilgi yoğunlaşmadığı için yakın zamana kadar devlet, kıyıları koruyan bir yasa çıkarma ihtiyacı hissetmemiştir. Kıyılar uzunca bir süre tarım arazileri ile aynı mülkiyet rejiminde görülmüşlerdir. Kıyılarla birlikte devletin hüküm ve tasarrufu altında sayılan yerlerin çoğu kıyılardan daha önce düzenlemeye konu olmuştur. Mesela 1956 tarihli Orman Kanunu, ormanlarla ilgili düzenlemeye kıyılardan daha önce ihtiyaç duyulduğunu gösterir. Hayvancılığın yapıldığı meralar daha da önce düzenlenmiştir. Kanun bir ihtiyaç meselesidir. Kıyılar tarıma elverişli olmadığı için vatandaş tarafından da rağbet görmemiş, mesela miras paylaşımlarında güçsüz olanlara bırakılmıştır. 1980 dönemi sonrası değişen ekonomi politikalarının parçası olarak turizmin gelişmesiyle kıyıların ekonomik değeri ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu gelişmelerin ardından kıyılar mirasın en değerli parçası haline gelmiştir. İnsanların tatile gitmeye başlaması ile kıyı turizminin hareketlenmesi refah düzeyinin arttığını göstermesi bakımından da önemlidir. Tatile giden insan sayısının artması tatile gidilecek yerlerin de artmasını gerektirmiştir. Ekonomik değeri arttığında kıyılarda çıkan meselelerin mevcut yasalarla çözümü mümkün olmamış, herkesin serbest ve eşit kullanımına açık olabilmesi için kıyıların özel yasalarla korunması gerekmiştir. Kıyılar ilk olarak 1982 Anayasasında doğrudan ele alınmış ve özel mülkiyete konu olamayacağı öngörülmüştür. Bunun hemen ardından devletin hüküm ve tasarrufunda kabul edilen kıyılarla ilgili ilk müstakil Kıyı Kanunu düzenlemesi yapılmıştır. Bu yeni yasal düzenlemeler ile umumun istifadesine açık tutulabilmesi için kıyılardaki özel mülkiyet yasaklanmış, yapılaşmaya sert kısıtlamalar getirilerek kıyının hukuki statüsü değiştirilmiştir. Bu gelişmenin ardından kıyılar bağlamında “mülkiyet” önemli bir hale gelmiştir. Kıyıların geçmişteki durumu ile mevcut hukuki statüsü arasındaki fark hâlâ uygulamada karışıklıklara neden olmaktadır. Osmanlı döneminde kıyılar özel mülkiyete konu olabildiğinden Osmanlı’dan Cumhuriyete devreden mülkiyet hakları bulunduğu gibi Cumhuriyet döneminde de; doldurma, kurutma, ihya, kadastro ve kanuni istisnalar yoluyla tesis edilmiş mülkiyetler söz konusudur. Kıyılarda mülkiyet meselesinden sonra en önemli konu “yapılaşma”dır. “Kıyı Çizgisi” ile “Kıyı Kenar Çizgisi” arasındaki alan özel mülkiyete konu olamadığından sadece kıyıda yapılabilen ve kamu yararına kullanılabilen dalgakıran, liman vs. gibi özel nitelikli yapılara izin verilmiştir. Kıyının devamı niteliğinde olan sahil şeritleri de Kıyı Kanunu kapsamına alınmış ve sahil şeritlerinde de yapılaşmaya önemli sınırlamalar getirilmiştir. Şekil1- Kıyı, Kıyı Çizgisi, Kıyı Kenar Çizgisi, Sahil Şeridi Tanımları a) Kıyı Kanuna göre kısaca “kıyı”; suyun karaya değdiği “kıyı çizgisi” ile suyun karayla birleşmesinin etkilerinin sonlandığı “kıyı kenar çizgisi” arasındaki alandır. b) Kıyı Kenar Çizgisi Özel mülkiyetin başlayacağı alanın sınırını çizmesi nedeniyle meselenin temelini teşkil eden “kıyı kenar çizgisi” Çevre ve Şehircilik Bakanlığı nezdinde kurulan bir komisyon tarafından tespit edilir. Bu çizgi deniz kenarındaki orman, mera gibi kamu mallarının sınırını çizmesi bakımından da önemlidir. Komisyon, incelemesi sırasında su hareketlerinden kaynaklanan unsurların sonlandığı noktayı tespit eder. Belli bir derinliğe sondaj yapılır ve denize dair emarelerin, örneğin deniz kabuklularının kalıntılarının bittiği ve toprağın başladığı nokta kıyı kenar çizgisi kabul edilir. Hasılı kıyı kenar çizgisi su hareketlerinin oluşturduğu taşlık, kumluk, sazlık gibi alanların doğal sınırıdır. c) Sahil Şeridi Kıyı mevzuatı tarihine baktığımızda doğrudan sahil şeridi olarak adlandırılmasa da kıyı kenar çizgisinin devamındaki kuşağın korunmasına dair düzenlemelere rastlıyoruz. Bu kuşak ilk olarak 1933 yılında 10 metre olarak belirlenmiştir. Sonrasında kıyı kenar çizgisinden sonraki 30 metre ve 100 metrelik alanlara ilişkin düzenlemeler yapılsa da mevzuattaki çelişkiler ve kıyı kenar çizgisi tespit çalışmalarının yetersizliği gibi nedenlerle sahil şeritleri korunamamıştır. 1984 yılında yürürlüğe girip iptal edilen Kıyı Kanununda bulunmasına rağmen 1990 tarihinde yürürlüğe girenve halen de yürürlükte olanKıyı Kanunumuzunilk halindesahil şeritlerine yer verilmemiştir. Sahil şeritleri, Kıyı Kanunumuza 1992 yılında yapılan bir ekleme ile korunmaya başlanmıştır. Kanun sahil şeritlerini ilk 50 metre ve ikinci 50 metre olaraktanımlamaktadır. 1992’den önce yapılan imar planlarında sahil şeridi bulunmamasından kaynaklanan belirsizliği Kıyı Kanununun Uygulanmasına Dair Yönetmelik ortadan kaldırmıştır. Buna göre 1992 yılından önce yapılan ve sahil şeridi içermeyen imar planlarından kaynaklanan yapılaşma hakları, planlanan alanlarda“kısmi yapılaşma”bulunması durumunda kazanılmış hak sayılacak ve geçerli kabul edilecektir. 1992’den önce yapılıp dahalenyürürlükte bulunan imar planlarına dayanılarak günümüzde de sahil şeritlerinde yeni ruhsatlı inşaat yapılabilmektedir. 1992’den sonra yapılan planlarda sahil şeridinde yapılaşma çok kısıtlıdır. İlgili idarelerce yapılacak planlarda sahil şeritlerinde park, yeşil alan vs. oluşturmak zorunlu bulunduğundan idareler kamulaştırma yükümlülüklerini arttırmamak için genellikle sahil şeritlerini asgari standart olan 100 metre’den daha fazla belirlememektedir. Ülkemizde neredeyse tüm sahil şeritleri 100 metre olarak belirlenmiştir. Baraj göllerinde ve suni göllerde sahil şeridiyoktur.Diğer göllerde ve kanunda belirtilen akarsularda sahil şeridi imar planı ile belirlenir. Kıyılar herkesin genel ve eşit kullanımına açıktır. O kadar ki kıyıları kullanmada vatandaşlık şartı dahi aranmaz. Eşit ve genel kullanımın mümkün olması için kıyılardan faydalanmanın bedelsiz olması gerekir. Ancak kıyılar kalıcı ya da sezonluk olarak işgal edilmişse Milli Emlak tarafından işgalcisinden ecrimisil alınabilir. Kıyılar devletin hüküm ve tasarrufu altında olduğu için yönetimi Milli Emlak tarafından yapılır. Kıyılarda kesin yapılaşma yasağı vardır. Kıyılar devredilemez, haczedilemez, işgalcisi tarafından zamanaşımı yoluyla kazanılamaz. Özel mülkiyete konu olamayacağından başkaca yollarla da edinilemez. Kamu kurumları da kıyıların mülkiyetini talep edemez. Kıyıların kamulaştırılması da mümkün değildir. Kıyılar özel mallardan daha ağır yaptırımlarla daha farklı biçimde korunur. Medeni Kanun daha 1926 senesinde kıyıları devletin hüküm ve tasarrufundaolan yerler arasında kabul etse de aynı dönemde, kıyıları dolduranlar veya bir şekilde ihya edenler adına bedelsiz tescil edileceğini öngören düzenlemelerde bulunuyordu.Ayrıca yasalarda kıyının ve kıyı unsurlarının bir tanımı yoktu. Kıyılara tapu ve hatta inşaat izni verilen bu dönemdeYargıtay deniz kenarında bulunan kumluk, çakıllık ve sazlıkların özel mülkiyete konu olamayacağı, hazine adına dahi tescil edilemeyeceği yönünde kararlar vererek kendi imkanları dahilinde kıyı alanlarını korumak yönünde irade göstermiştir. Ancak bu hususlar mevzuatlarda yer almadığından yargılamaya konu olmayan durumlarda kıyılarda mülkiyetler oluşmaya devam etmiştir. Yine de Yargının kıyılarla ilgili yasal düzenlemelerdeki eksiklikleri ve çelişkileri fark ederek doğal mirasımızı korumak uğruna sergilediği irade kıymetlidir. Yargıtay’ın 1960’lı yıllardaki bu tutumundan sonra kıyılarla ilgili gündem oluşmuş, mevzuat geliştirme çalışmaları yoğunlaşmış ve Yargıtay’ın bu tavrı sonucu kıyılara olan bakış değişmeye başlamıştır. Kıyı Kanunu’nun yürürlüğe girmesiyle birlikte ‘’kıyı çizgisi ile kıyı kenar çizgisi arasındaki alan” özel mülkiyete net olarak yasaklanmıştır. Devamında yürürlüğe giren Kıyı Kanununun Uygulanmasına Dair Yönetmelik tapuların kıyıya ilişkin kısımlarının iptalini düzenlemiştir. Bu yasal gelişme üzerine kıyılardaki tapuların iptali için açılan davalarda Yargıtay uzunca bir süre tapuların kıyılara ilişkin kısımlarınıntazminatsızolarak iptal edilmesine hükmetmiştir. Gerekçe olarak kıyılar devletin hüküm ve tasarrufunda olduğundan özel mülkiyete konu olamayacağı ve bu yüzden de kazanılmış hak sağlamayacağı gösterilmiştir. Kıyılardaki tapuları iptal edilip de iç hukukumuza göretazminat alamayanlar davalarını Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine taşımıştır. AİHM’in kıyılarda iptal edilen tapularda mülkiyet hakkı ihlali nedeniyle Türkiye’yi tazminata mahkum etmesinin ardından 2007 yılı itibariyle iç hukukumuzda da tapusu iptal edilen kıyı alanlarının sahiplerine tazminat ödenmesi gerektiği görüşü benimsenmiştir. Tazminat ödenmesi gerekince kıyılarla ilgili tapu iptali davalarının açılması durdurulmuştur. Bu gelişmenin ardından özel mülkiyete yasaklanmış ancak tazminat ödenmek istenmediği için tapusu iptal edilmeyen, dolayısıyla hala alınıp satılabilen çok sayıda kıyı alanı kalmıştır. Bu çözülmesi gereken bir muammadır. Kıyılardaki yapıları da kapsamına alan İmar Barışı gibi kanuni istisnalar bu muammayı daha da büyütmüştür. Kıyılarda mülkiyeti yasaklayan düzenlemelerden önce aşağıdaki sebeplerle kıyılarda mülkiyetler oluşmuştur: a) Doldurma-Kurutma Kıyıların doldurulması ya da bataklık halini almış kıyıların kurutulması suretiyle arazi kazanılması, Osmanlı’dan itibaren yasal düzenlemelere konu olmuştur.Cumhuriyet döneminde de bu şekilde kazanılan arazilerin ilgilisi adına tesciline izin verildiğini ve hatta bazı dönemlerde bu tescilin bedelsiz olarak yapılacağının düzenlendiğini görüyoruz. 1972 yılında özel hukuk kişilerinin denizden doldurma ve kurutma yoluyla toprak kazanması kaldırılmıştır.Halen yürürlüktekiKıyı Kanunumuz da doldurma kurutmaya sadecekamu yararının gerektirdiği hallerde izin vermiştir.Günümüzde doldurma kurutma alanlarına izin verilmesi için öncelikle kıyı alanının yetersiz olması şarttır. Daha sonra kanunda sayılan nitelikteki yapılardan hangisinin yapılacağı bir imar planı ile düzenlenmelidir. Doldurma uygulamasının başlaması için planın kesinleşmesi gerekir. Doldurma kurutma alanları da devletin hüküm ve tasarrufu altında sayıldığından özel mülkiyete konu olamaz. b) İhya İhya Osmanlı döneminde de uygulanan bir müesseseydi. Cumhuriyet döneminde 1933 yılında yürürlüğe giren bu uygulama 1945 tarihinde yürürlükten kaldırılmıştır. Bu on iki yıllık dönemde emeğinden başka bir şeyi olmayan vatandaşlar devletin hüküm ve tasarrufunda bulunan yerlerden kamu hizmetine ayrılmamış olanları emek harcamak suretiyle üretime uygun hale getirerek bedel ödemeksizin mülk edinebilmişlerdir. c) Kadastro Cumhuriyet kurulduğunda Osmanlı’dan devreden mülkiyetlerin sınırları ölçümlerle değil coğrafi unsurlarla belirlenmiştir. Savaşlardan sonraki mübadeleler, göçler sahipsiz hatta sahipli birçok taşınmazın işgal edilmesiyle sonuçlanmıştır. Bu alanlarda yapılan kadastro çalışmalarında taşınmazlar genellikle tutanağın tutulduğu tarihteki zilyetlerinin adına tescil edilmiştir. Tabiri caizse kartlar yeniden dağıtılmış ve ülke topraklarına mülkiyet resetlemesi gerçekleştirilmiştir. Taşınmazlar belirlenirken tutanaklarda sınırların “leb-i derya, göl, çay, dere” olaraktarif edildiğinigörüyoruz. Kıyılarda su, sınır kabul ediliyor ve 10 yıl içerisinde davaya konu edilmeyen tutanaklar kesinleşerek ilgililerine mülkiyet hakkı bahşediyor. Bu suretle kıyıdan ciddi miktarda mülkiyet kazanımı olmuştur. Yukarıda belirttiğimiz gibi artık kıyıdaki tapuların iptali, tazminat ödenmesini gerektirdiğinden, kadastro yoluyla kazanılıp tapusu iptal edilmeyen ve kıyı alanında bulunan pek çok yerin mülkiyeti ilgili ihtilaflar halen devam etmektedir. ç) Kanuni İstisnalar Kıyılarda doldurma, kurutma, ihya, işgal, kadastro yoluyla mülkiyet kazanılmasını öngören düzenlemelerin yanı sıra turizm teşvikleri ve imar afları da kıyılarda mülkiyet oluşumuna yol açmıştır. İmar Barışı olarak bilinen 2018 tarihli düzenleme de kıyı alanlarının mülkiyetini vermese de kıyılarda kaçak olarak yapılan yapılara izinli yapı statüsü kazandırarak sahiplerine mülkiyet hakkı vermiştir. Günümüzde neredeyse her şeyin yasaklandığı kıyı çizgisi ile kıyı kenar çizgisi arasındaki bu alanda neler yapılabileceği ve bunlara dair prosedürlere de değinmek kıyıların güncel mülkiyet rejiminin anlaşılması bakımından önemlidir. Kıyılar planlama açısından özel nitelikli alanlar olduğu için mülkiyetten sonra en önemli konu yapılaşmadır. Kıyı çizgisi ile kıyı kenar çizgisi arasındaki alanda sadece Kıyı Kanunu’nda sayılan; iskele, liman, yanaşma yeri, köprü, menfez, tuzla, kayıkhane gibi kıyının kamu yararına kullanımı ve kıyıyı koruma amacına yönelik yapılar imar planında gösterilmek suretiyle yapılabilir. Kıyılarda bu yapılar dışında herhangi bir yapı yapılması kanunen mümkün değildir. Kanun, kıyı kenar çizgisinden sonraki en az 100 metrelik kuşağı sahil şeridi olarak belirlemiştir. Sahil şeridini ilk 50 metre ve ikinci 50 metre olarak belirlemiş ve buralardaki yapılaşmaya da önemli sınırlamalar getirmiştir. Savaş yorgunu Cumhuriyetin kuruluş yıllarında kıyı hakkında derli toplu bir düzenlemeye sıra getirilememiş olması anlaşılabilir bir durumdur. Ancak bunca zaman sonra birbiriyle çelişen ve yetersiz düzenlemelere aynı hoşgörü gösterilemez. Bu tablo yasal süreçlerde ve uygulamada kıyıların ilmine vakıf olanların yetkilendirilmediğini ve yetki verilenlerin de bilinçsizce, kısa vadeli ve/veya bireysel ekonomik kaygılarla hareket ettiğini göstermektedir. Kıyıların ekonomiye kazandırılması amacıyla yapılan düzenlemeler ve uygulamalarla kıyıların yağmalanmasına müsaade edilmemelidir.Uzun vadeli katma değeri yüksek ve umumun menfaatine uygun çözümler üretmek için uzmanların ve uygulayıcıların birbirinden haberdar olmaları ve birbirleriyle uyumlu hareket etmeleri faydalı olacaktır. Artan tatil, spor, hobi vb. ihtiyaçlar ve kıyıları koruyan ilkeler bir arada değerlendirilip günümüzdeki kullanımlara göre yeni bir bakış açısıyla ele alınarak halin icabına uygun düzenlemeler yapılması kıyı kullanımına netlik kazandıracaktır. Yasak olmasına rağmen kıyıların önemli bir kısmı hâlâ özel mülkiyette olduğundan kıyılardaki mülkiyet meselesinin de bir an önce çözülmesi gerekmektedir. Karasal kültüre sahip bir toplumda kıyıların akıbetini bireyinin safına bırakmak makul değildir. Kıyılardan gereği gibi istifade edilmesini sağlarken kıyıları hakkıyla koruyan ve istisnalarla sürekli delinmeyen yasal düzenlemelere ihtiyaç vardır. Çünkü en mükemmel yasa bile ancak eşitlik ilkesi çerçevesinde herkese uygulandığında düzen sağlayabilir. Elzem olan bu düzenlemelerin gecikmemesidir; neticede “yarın artık bugündür.” E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. TÜRKİYE’DE TOPLUMSAL MESELE OLARAK KIYILAR TÜRKİYE’DE HUKUKİ BİR MESELE OLARAK KIYILAR KAVRAMSAL ÇERÇEVE: KIYI NEDİR? KIYI KENAR ÇİZGİSİ NEDİR? SAHİL ŞERİDİ NEDİR? KIYILARA HÂKİM OLAN İLKELER KIYILARDA MÜLKİYET KIYILARDA PLANLAMA SONUÇ Benzer yazılar:Tapu Tahsis Belgesi Yürürlükten KalkıyorTaşınmazı İhale İle Sattırmadan Hissedarı Paydaşlıktan Çıkarma", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/kiyi-hukukukiyi-mulkiyeti-ve-yapilasma/"}
{"prompt": "İmar Kanunu’nun 32. maddesine göre, ruhsatsız veya ruhsata aykırı yapı yapıldığından haberdar olunduğunda, yapı tatil tutanağı düzenlenerek“o andaki inşaat durumu”tespit edilir ve yapı mühürlenerek inşaat derhal durdurulur. Ayrıca, 14/2/2020 tarih ve 7221 sayılı Kanun’un 10. maddesiyle yapılan değişiklikle; yapının imar mevzuatına aykırı olduğuna dair bilgi, tapu kayıtlarının beyanlar hanesine kaydedilmek üzere ilgili idaresince tapu dairesine en geç yedi gün içinde yazılı olarak bildirilir. Bu bildirim yapı tatil tutanağı düzenlendikten sonra yapılır, ayrıca yıkım kararının alınmasının beklenmesine gerek yoktur. Verilen süre içerisinde aykırılık giderilmez ise yıkım kararı alınır. Ayrıca, ruhsatsız veya ruhsata aykırı yapı nedeniyle imar para cezası verilir. Görüldüğü üzere, Yapı Tatil Tutanağı yıkım ve imar para cezasının dayanağıdır. Bu nedenle, yapı tatil tutanağının usulüne uygun düzenlenmemesi, bu tutanağa dayalı olarak alınan yıkım ve para cezası kararlarının da iptali neticesini doğuracaktır. Bu yazıda, güncel Danıştay içtihatları çerçevesinde Yapı Tatil Tutanağının nasıl düzenlenmesi gerektiği incelenecektir. 1-İMARA AYKIRILIĞIN SOMUT, AYRINTILI VE NET BİR ŞEKİLDE TESPİT EDİLMESİ GEREKİR Danıştay karalarında, yapı tatil tutanağının aşağıda belirtilen tespitleri içermesi aranmaktadır : Danıştay 14. Dairesinin 31.05.2018 tarihli, E:2015/5796, K:2018/4311 sayılı kararında;“Olayda; dava konusu encümen kararının dayanağı olan 20/06/2014 günlü yapı tatil tutanağı incelendiğinde, söz konusu yapı tatil tutanağında yapının durumunun“binanın taban alanı genişletilerek yol ve komşu çekme mesafesine tecavüz edildiği, galeri boşluğu kapatılarak odaya dönüştürüldüğü, projede olmayan 2. bodrum kat yapıldığı, örtü amaçlı çatı yükseltilerek bir kısmında çatı arası mekanlar oluşturulduğu”şeklinde tespit edildiğiancak ruhsat ve eki projelere aykırılığın, ölçümlerinin somut ve ayrıntılı olarak saptanmadığı yapıda bulunan aykırılıkların hali hazırdaki durumunun ayrıntılı bir şekilde tespit edilmediği”gerekçesiyle yapı tatil tutanağının, yıkım kararının ve 222.677,00 TL idari para cezasının hukuka aykırı olduğuna karar verilmiştir. Danıştay 14. Dairesinin 20.09.2018 tarihli, E:2015/11369, K:2018/5508 sayılı kararında;“tutanakta; mimari projeye aykırı ve ruhsatsız olarak arka bahçenin kapatılıp A Blok 7 nolu işyerine dahil edildiği ve kullanıldığı belirtilmiş ise de,söz konusu tutanağın şekil ve krokiler içermediği, tutanakta, aykırılıkların büyüklüğü ve etkilediği alanın m²’sinin somut bir şekilde belirtilmediği,söz konusu “Yapı Tatil Tutanağı’nın ihtiva etmesi gereken unsurları taşımadığı”gerekçesiyle, 1079 m² alanın“etkilenen alan”olarak kabul edilmesi suretiyle verilen yıkım ve para cezasının hukuka aykırı olduğuna karar verilmiştir. İmara aykırılığın somut ve net bir şekilde tespit edilmesinin yanında, Danıştay kararlarında, yapı tatil tutanağında aşağıda belirtilen verileri de içermesi aranmaktadır: Tutanağın bir örneğinin yapıya asıldığı ve bir örneğinin muhtara bırakıldığının “el yazısıyla” belirtilmesi ve tutanağın yapıya asılmış halinin fotoğrafının çekilmesi gerekir. Ayrıca, 14/2/2020 tarih ve 7221 sayılı Kanun’un 10. maddesiyle yapılan değişiklikle; Yapı Tatil Tutanağının bir nüshasının Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğüne de gönderileceği düzenlenmiştir. 3194 sayılı Kanun’un 32. maddesine göre (30 günden fazla olmamak üzere) süre verildiğinin ve bu süre sonunda aykırılığın giderilmemesi halinde yıkım kararı alınacağının belirtilmesi gerekir. Yapının veya aykırılığın ayrıntılı bir şekilde fotoğrafının çekilmesi gerekir. Yapı sahibinin kim olduğu net bir şekilde tespit edilmelidir. Danıştay ve Anayasa Mahkemesi kararlarında kabul edildiği üzere, YAPI SAHİBİ ibaresinden anlaşılması gereken, yapıyı mevzuata aykırı inşa eden kişidir. Uygulamada belediyelerce, tapu kaydında malik olan kişilere ceza verilmekte ve yapıyı yapanın kim olduğu yönünde araştırma yapılmamaktadır. Örneğin, mevzuata aykırı inşaatı yapan önceki malik veya müteahhit ise, yapının yeni malikine 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 42. maddesinin 2. fıkrası uyarınca imar para cezası verilemez. Bu nedenle, inşaatı yapan kişi ve yapı malikinin bu inşaatın yapımından sorumlu olup olmadığı tespit edilmeksizin, doğrudan tapuda malik olan kişiye imar para cezası verilmesi, cezaların şahsiliği ilkesinin ve mülkiyet hakkının ihlali sonucunu doğurabilir. Sadece zabıta personeli tarafından tutulan tutanağa dayalı olarak yıkım ve para cezası kararı verilemez. Tutanağın mutlaka teknik personel (mimar, inşaat mühendisi, harita mühendisi, harita teknikeri, inşaat teknikeri) tarafından düzenlenmesi gerekir. Tutanakta inşai faaliyetin tamamlanıp tamamlanmadığı ve yapının kullanılıp kullanılmadığı tespit edilmelidir. İmara aykırılık aynı zamanda çevre ve görüntü kirliliğine de sebep oluyorsa, hangi gerekçeyle çevre ve görüntü kirliliğine sebep olduğu net bir şekilde gerekçelendirilmeli ve fotoğrafla desteklenmelidir. Bir yapının sırf ruhsatsız olması o yapının aynı zamanda çevre ve görüntü kirliliğine sebebiyet verdiği anlamına gelmez. Yapı aynı zamanda can ve mal emniyetini tehdit ediyorsa, hangi gerekçeyle can ve mal emniyetini tehdit ettiği gerekçelendirilmeli ve teknik bir raporla desteklenmelidir. E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. İMARA AYKIRI YAPININ TESPİTİ Benzer yazılar:İşyeri Açma Ve Çalışma Ruhsatının İptali Ve Ruhsat Verilmemesi Halinde İtiraz, Dava Ve Yürütmenin DurdurulmasıRuhsatsız Pergola Ve Sundurma Yapılabilecek DurumlarPlaj İşletmelerinin Turizm İşletme Belgesi Almalarına İlişkin Düzenlemelerden Kaynaklanan ProblemlerHazine Taşınmazlarının İhalesiz Satıldığı Haller", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/imara-aykiri-yapinin-tespiti-yapi-tatil-tutanagi/"}
{"prompt": "İçindekiler “Bir hazine arazisi var oraya kaçak yapı yapsam ne olur?” diye bir soru alsam net bir cevap veremezdim. Bir hukukçu olarak “git hazine arazisini işgal et” diyemezdim. “Gelip yıkarlarsa zarar da edebilirsin; af çıkarsa emlak zengini de olabilirsin. Ama lütfen kimsenin sağlıklı bir çevrede yaşama hakkını ihlal etme!” demek doğru olurdu sanırım. Normal bir vatandaş nasıl malını piyasa şartlarında en iyi bedelle satmak istiyorsa hazine arazileri ile ilgilenen Milli Emlak da hazine arazilerini gerçek değerinde satmak ister herhalde. Ancak ne yazık ki ülkemizde aftan daha bol pek bir şey yok. Bu af beklentisi insanların sürekli hazine arazilerini işgal etmelerine neden oluyor. Bu üzücü bir durum sonuçta taşınmazların ihalede satılması her zaman devletimize daha çok kazandırır. Hazine taşınmazı, Hazinenin özel mülkiyetindeki taşınmazlar ile Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerdir. Bunlardan Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerler, tescil harici yerlerdir, üstelik bunların büyük bir kısmı kamu malıdır; bu nedenle bunların satışı yasal olarak mümkün değildir. Hazinenin özel mülkiyetinde olan taşınmazlarından kamu hizmetine ayrılanların yanında Hazine özel mülkiyetinde bulunan taşınmazlar da vardır. Hazinenin özel mülkiyetindeki taşınmazlar hakkında tıpkı vatandaşın özel mülkiyetindekilerde olduğu gibi özel hukuk hükümleri uygulanır. Mesela Hazine mülkiyetindeki bir işletme binası kiraya verilecekken Borçlar Kanunu hükümleri uygulanır. Ancak Hazine özel mülkiyetindeki taşınmazların satışında Devlet İhale Kanunu hükümleri uygulanır. Bu ihaleler kamu hukukuna tabidir. Devlet İhale Kanunu kural olarak Hazinenin özel mülkiyetindeki malların ihalesiz satılamayacağını düzenlemiştir. Genel kural ihale ile satıştır; ihalesiz/doğrudan satış istisnadır. İhale kuralı yasayla getirildiğinden doğrudan satışı düzenleyen ihale istisnaları da yasalarla belirlenmiştir. Bu istisnalar aşağıda açıklanmıştır. Hazine taşınmazlarının veya hisselerinin herhangi bir ihale yapılmadan satışına izin veren yasal düzenlemeleri de kendi içinde 3’e ayırabiliriz. Kanun koyucu Hazinenin hangi taşınmazlarının, hangi bedelle, kimlere satılacağını düzenler. Satış yapacak idarelerin bu konuda takdir yetkisi yoktur. Hak sahibi talep etmesine rağmen kanunda öngörülen koşullarda satış gerçekleşmezse buna karşı dava açılıp mahkeme kararıyla satış gerçekleştirilebilir. Hak sahiplikleri genellikle hazine arazisini haksız olarak elinde bulunduran kişilere tanınmaktadır. Hatta yasada “fuzuli şagil” olarak anılırlar. Kişiler kendi kullandıkları arazilerin satış durumlarını, kendi hak sahipliklerini ve satışa çıkan hazine arazilerini emlak müdürlüklerinden sorgulayabilirler. Bu konudaki yeni yasal düzenlemelerden, kamuoyunu takip ederek ya da bu konudaki gelişmeleri derleyen www.gayrimenkulmevzuati.com gibi siteler aracılığıyla haberdar olunabilir. İhalesiz satışlar, rayiç bedel üzerinden olmaktadır. Yönetmeliğe göre ihalesiz satışlarda bedel tespit ve takdirinde, taşınmazın konumu ve özellikleri göz önünde bulundurulmak suretiyle rayiç bedel esas alınır. Buna karşılık Hazine taşınmazlarının ihalesiz satışının yapılması durumunda kanun koyucu genellikle iki bedel öngörmektedir. Bunlar rayiç bedel üzerinden ihalesi satış ve emlak vergi değeri üzerinden ihalesiz satıştır. Bunlardan rayiç bedel, izaha gerek olmayacak kadar açıktır. Rayiç bedel taşınmazın normal piyasadaki alım ve satım bedelidir. Emlak vergi değeri ise taşınmazın emlak vergisine esas asgari metrekare birim bedelidir. Genellikle belediye rayici olarak adlandırılan bedel, emlak vergi değeridir. Bu makalede Hazine tarafından ihalesiz olarak yapılabilecek satışlardan bir kısmı açıklayacağız. Başkaca doğrudan satış durumları mevcut olsa da bunlar kamunun genelini ilgilendirmediğinden yazımızda bu kadarıyla iktifa edeceğiz. 4706 sayılı Kanun’un 4. maddesine göre “Çeşitli nedenlerle hisseli hale gelmiş taşınmazlardaki Hazine hissesi, uygulama imar planı sınırları içinde 400, dışında ise 4000 metrekareyi veya taşınmazın yüzde kırk hissesini aşmamak kaydıyla talep sahibi hissedar veya hissedarlarına doğrudan satılabilmektedir.” Bir hazine taşınmazının hissedarlarına satılabilmesi için iki kriter getirmiştir. Hazinenin payı %40’tan fazla ise satış yapılamaz. Hazinenin payına düşen kısım uygulama imar planı bulunan bir yerdeyse 400 metre² den büyükse ya da imar planı bulunmayan bir yerdeyse ve 4000 metre² den büyükse yine ihalesiz satılamaz. Bu hisse oranı ve yüzölçümü bakımından getirilen iki şarttan birinin sağlanması yeterli. Yani hazinenin hissesi %40’tan aşağıdaysa parsel 400 ve 4000 metre² şartlarını sağlamasa da her halükarda satış yapılabilir. Lakin hazinenin hissesi %40’tan fazla ise satış 400 metre² ve 4000 metre² limitlerinde yapılabiliyor. Ama mesela 250 metre karelik bir parselde hazinenin payı %40’tan fazla ise bu sefer metre² kriterini esas alarak satış talebinde bulunulması gerekecektir. Hissedara ihalesiz satış yapmak için şartlar oluşmuş ancak hazine dışında birden fazla hissedar bulunuyorsa, hazinenin hissesi kenara ayrılır taşınmaz diğer hissedarlara hisseleri oranında paylaştırılarak satılır. Birden fazla hissedar varsa sadece birine satış yapılmaz ancak diğer hissedarların muvafakati varsa satış yapılabilir. “Hissedara ihalesiz satış” konusunun detaylarını merak edenler 4706 sayılı Kanunun 4/C maddesi ve 313 sayılı Milli Emlak Genel Tebliğini inceleyebilirler. Burada önemli bir hususu da belirtmek gerekir. Hazine’nin de hissedar olduğu tarım arazilerindeki Hazine hisseleri, yukarda bahsedilen % 40 ve 400/4000 m2 şartları aranmaksızın diğer hissedarlara doğrudan satılabiliyor. 4706 sayılı Kanunun 4. maddesine göre, Hazineye ait tarım arazilerinin satışında 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunundaki kısıtlamalara tabi olan taşınmazlar bu maddenin birinci fıkrasının (c) bendindeki kısıtlamalara tabi olmaksızın hissedarına doğrudan veya birden fazla hissedar olması halinde hissedarlar arasında pazarlık usulüyle satılabilir. Yani,Hazinenin vatandaşla birlikte hissedar olduğu bir taşınmaz “tarım arazisi olmak kaydıyla” diğer şartlar da var ise % 40 şartı aranmaksızın ihalesiz olarak doğrudan satılabiliyor. Medeni kanunumuza göre irtifak hakkı bir taşınmaz sahibinin o taşınmazı hakkında başkası lehine kullanma ve yararlanma hakkı verirken malike de bu duruma katlanma ya da kaçınma ödevi yükler. Hazine arazilerine yapılan hotel, fabrika gibi yatırımların önemli bir kısmı hazine arazisinde ilgilisi lehine irtifak hakkı kurulmak suretiyle gerçekleştirilir. 49 yıllığına devlet arazisinin kiralanması meselesi bu kapsamdadır. Lehine irtifak hakkı kurulan kişiye “lehtar” denir. Hazine arazilerinin lehine irtifak hakkı tesis edilen lehtarlarına satılması mümkün. Bu tür satışlar 4706 sayılı kanunun 4/B maddesinde düzenlendiğinden bu satışlara 4/B satışları da deniyor. En başta hazine taşınmazın üzerinde irtifak hakkı kuruluyor. Sonra bu tapuya tescil ediliyor. Tapuya tescil edildikten sonra lehtar yatırım konusu inşaatını yapmaya başlıyor. İnşaat en az %80 oranında tamamlandıktan sonra, lehtar Milli Emlak’a satın alma dilekçesi ile başvuruyor. Satışı engel bir durum yoksa bedeli belirleyip doğrudan satış gerçekleştirilebiliyor. Burada satış bedeli rayiç bedel ve rayiç bedelden de herhangi bir indirim yok. Medeni Kanuna göre (Madde 828) irtifak hakkı konusu yapı irtifak hakkı süresinin sonunda arazi sahibinin mülkiyetine geçer. Üst hakkı bitince yapılar arazi Maliki’nin olurlar ve taşınmazın bütünleyici parçası haline gelirler. Milli Emlak’ın tesis ettiği irtifaklar da özel bazı birkaç durum hariç medeni kanunu kapsamında ele alınıyor. Taşınmaz irtifak hakkı bitmeden satılırsa ne olacak? Diyelim ki 49 yıllık irtifak hakkı verildi. 20 yıl sonra satın alma talebinde bulundu şahıs. Bu durumda orantılı olarak Hazineye geçmesi gereken kısmı buluyoruz. 49 yıllık bir ittifakın yedinci yılında satın alma talebinde bulunursa toplam sürenin yedide biri bitmiş oluyor. Dolayısıyla şu şekilde bir yorum yapılıyor: üzerindeki yapının da yedide birinin hazineye geçmiş olması gerekiyor. Yapının bedeli belirleniyor bunun yedide biri arazinin satış bedeline ekleniyor. Toplam satış bedeli bu şekilde hesaplanıyor. 4706 sayılı Kanunun 4. Maddesi lojmanların satışını düzenler.Lojmanların satışında diğer doğrudan satış yöntemlerinden değişik bir yöntem uygulanmış.Burada aslında tam olarak bir doğrudan satış mevcut değil. Satılmasına karar verilen lojmanlar ihaleye çıkıyor artırma sonucunda ihale için belirlenen bedel lojmanın içinde oturana da teklif ediliyor. Lojmanda oturan ihaleyi kazananın söyledi bedeli öderse ihaleyi kazanmış gibi lojman dairesini satın alabiliyor. Lojmanda oturmak için bir tahsis kararı gerekli. Lojmanda oturan kişi bir tahsis kararı gereği satın alma bakımından hak sahibi oluyor. Çok büyük yatırım yapmak isteyen yatırımcıya da hazine taşınmazın doğrudan satılabiliyor. 4706 sayılı Kanunun 3. maddesine göre, Hazine taşınmazı üzerinde gerçekleştirilecek yatırımın toplam tutarının, talep edilen taşınmazların milli emlak tarafından takdir edilecek rayiç değerinin tarım, hayvancılık ve eğitim yatırımları için bir, turizm yatırımları için iki, diğer yatırımlar için üç katından az olmaması kaydıyla; Hazineye, özel bütçeli idarelere, il özel idarelerine veya belediyelere ait arazi veya arsaların üzerinde 49 yıl süreli bağımsız ve sürekli nitelikli irtifak hakkı tesis edilebilir. Aynı maddeye göre Hazineye ait taşınmazlar; tarım ve hayvancılık yatırımları hariç olmak üzere, en az ”50 Milyon ABD Doları” karşılığı Türk Lirası tutarında, en az 100 kişiye istihdam sağlayacak şekilde ve taşınmazın rayiç değerinin en 3 katı tutarında yatırım yapacaklara, harca esas değer üzerinden doğrudan satılabilir. Hasılı gerçek anlamda yatırım yapmak ve istihdam sağlamak gerekiyor. Silivri Çatalca bölgesi ile ilgili özel bir düzenleme var. Burada bir mülkiyet ve kullanım problemi vardı bunu çözmek için 4706 sayılı kanuna 2017 yılında geçici 22. madde eklendi. Madde hükmüne göre İstanbul ili Silivri ilçesine bağlı Sayalar, Danamandıra ve Çayırdere köyleri ile Çatalca ilçesi Hallaçlı, Gümüşpınar, Aydınlar, Karamandere ve Yaylacık köylerinin eski köy yerleşim alanları ile Çatalca ilçesi Binkılıç Mahallesinin yerleşim alanında bulunan Hazineye ait taşınmazların yedi bin metrekareye kadar olan kısmı; 19/7/2003 tarihinden önce kullanılıyor olması ve kullanımın hâlen devam etmesi kaydıyla ve 31/12/2019 tarihine kadar idareye başvuruda bulunulması hâlinde, kullanıcılarına veya bunların kanuni haleflerine doğrudan satılabilir. Özel kanunlar ile getirilen ihale istisnaları için öngörülen satın alma başvuru süreleri geçmiş ancak sürelerinin uzatılması sıklıkla karşılaştığımız bir durum. Bu özel düzenlemelerden önemli gördüklerimizi aşağıda açıkladık. 4706 sayılı kanun 4. Maddesinin 12 fıkrasıbelediye ve mücavir alan sınırları içerisindeki tarım arazilerinin doğrudan satışını düzenler. 6292 sayılı kanunun 12. maddesi belediye ve mücavir alan sınırlarıdışındakitarım arazilerinin satışını düzenler.Burada üç türlü hak sahibi belirlenmiştir: Hazine arazisini kiralayanlar, işgalci olarak kullananlar ve taşınmaza hazine ile birlikte hissedar olanlar. Bu kapsamda; –Hak sahipliği için aranan şartlar varsa, – Taşınmaz tarımsal amaçlı kullanılıyorsa, – İmar planı kapsamında değilse ve 2/B vasfı yoksa hazineye ait tarım arazilerinin hak sahiplerine doğrudan satışı mümkündür. Tarım arazilerinin satışında kanuni halefiyet kabul edilse de akdi halefiyet kabul edilmiyor.Yani burada 2/B’lerde olduğu gibi bir kişi tarım arazisindeki hak sahipliğini bir başkasına satıp devredemiyor ancak mirasçılarına bırakabiliyor. Bu iki kanunun nasıl uygulanacağı 355 ve 382 sayılı Milli Emlak Genel Tebliğlerinde açıklanmıştır. 2B arazilerini herkes duymuştur. Orman Kanununun 2. maddesinin B fıkrası gereği evveliyatı ormanken sonradan orman sınırının dışına çıkarılan yerler. Mevzuatın hak sahipliği için aradığı şartları taşıyanlar belirlenen sürede müracaat edip kullanımlarında olan 2B arazilerini satın alabildiler. Satış bedeli rayiç bedelin yarısı olarak belirlendi. Orman niteliğini kaybetmiş yerleri tespit edip kadastro çalışmaları ile buralar orman sınırından çıkarıldı ve bu esnada kadastro çalışmaları yapılırken hak sahipliği tespit edilip satın alma hakkı doğanlara tebligat yapılıp satın alabilecekleri bildirildi. Bu parseller kendilerine doğrudan satılıyor. Şahıs gidiyor peşin veya taksitli ödeme durumuna göre süreci başlatıyor. Bedel ödendikten sonra da tapuda tescil işlemi gerçekleşiyor. Satın alma hakkı doğan kişi satın alacak parayı bulamadıysa ya da satın almaya ilişkin işlemler uzadıysa hak sahibi taşınmazın mülkiyetini tapuda devri almada iki beyden kaynaklanan haklarını noter muvafakati ile devredebilir. Satın alan kişi de normalde hak sahibi değilken hak sahibi olmuş olur uygun fiyata bir yer satın almış olur. 2B devirli milli emlak devirli diye satışları duyuyoruz. 6292 sayılı kanuna 6/10’a göre göre hem kanuni hem de akdi halefiyet geçerlidir. Mirasçılar ve sözleşme gibi. Ancak şekil şartı olarak bunu noter tarafından düzenlenen bir muvafakatname ile gerçekleştirilmesi gerekir. Geçerli bir yapı kayıt belgesi alanlar süresi içerisinde satın alma talebinde bulunduklarında kaçak yapının bulunduğu Hazine ve belediye taşınmazlarının satışının yapılması kanunen zorunlu kılındı. Kanunda satılabilecek alanla ilgili net bir sınırlama yok. Ancak 396 sayılı Milli Emlak Genel Tebliği’nde satılabilecek miktar da ilgili kriterler getirilmiş. Bu da belediye ve mücavir alan sınırları içerisinde 600, bu sınırlar dışında 2000 metre kare. Eğer kişinin yapısı bu ölçülerden daha büyük ise yapısının büyüklüğünde satılabiliyor. Sadece yapının izdüşümünün satmak doğru değil. Hiç kimse kapıdan dışarı adımını attığında komşu parsele basmak istemez, bu anlamlı değil, ayrıca çekme mesafeleri hayatın gerçekliğinde insanlara lazım bir şey, yapılar arasında bir çekme mesafesi bulunması gerekir. Belediyeler de genel olarak çekme mesafelerini yapıya uygulayarak yeni bir parsel oluşturmak suretiyle sattılar. Milli emlak genel Tebliği 600 metre² sınırı getirdiği için çekme mesafelerine uygulayarak satmak daha az satmayı gerektiriyorsa bunu 600 metre² tamamlayıp vatandaşa hakkını kullandırmak yönünde bir irade sergilediler. 600 metre² ve 2000 metre² Sınırları sadece hazine arazileri için geçerlidir. Belediye arazileri için böyle bir sınırlama getirilmedi. Bu yüzden burada belediyeler için bir takdir hakkı doğuyor. Bu takdir haklarını makul gerekçelerle kullanmalarını engelleyecek bir durum yok. İmar barışında hak sahipliğini devrine ilişkin bir hüküm yok. Mülkiyet hakkı kapsamında değerlendirilebileceği için Kanuni haleflere her halükarda geçmesi gerekir. Kanunda açık bir şey bulunmasa da uygulamada yapı kayıt belgesinin devri ile hak sahipliğinin devri yapılmaktadır. 2981 sayılı Kanunla düzenlenen 1984 tarihli bir önceki imar affındayapı kayıt belgesine çok benzeyen bir belge olan tapu tahsis belgesi verildi. Burada 2018 tarihli İmar Barışındaki beyan usulünden farklı olarak başvuruda bulunulması üzerine idari bir inceleme yapılıyordu. Tüm şartları taşıyanlara tahsis belgesi veriliyordu. Tapu tahsis belgesi sahiplerine 400 metreye kadar rayiç bedel üzerinden satış yapılıyordu. Tapu tahsis belgesi de devredilebiliyor ancak alacak kişinin de ilk sahibi de ayni şartları taşıması gerekli. Devralan kişinin de o sınırlar içerisinde başka evinin olmaması gibi. 775 sayılı Gecekondu Kanunu da hazine arazilerinin işgalcilerine satılmasını öngörüyordu. Devlet ihale kanunu 71 ve 72. maddeler de ihalesiz doğrudan satış yapılabilecek halleri düzenler biri kamu yararına kurulmuş dernekler vs. Biri de kamu kurumları arasında satışlar. İşgalcileri hazine arazilerinden çıkartmak için birçok yasal düzenleme yapılmış. Devlet ihale kanununun 75. maddesi kaymakamlık eliyle tahliyeyi öngörüyor. Gecekondu kanununun 18. maddesi hazine arazilerindeki izinsiz unsurların encümen kararı bile gerekmeden yıkılıp atabileceğini düzenliyor. 3091 sayılı kanun 154 sayılı Milli Emlak Genel Tebliği de bu kapsamda sayılabilir. Hasılı hazine taşınmazlarının yasalarca şahıslara ait taşınmazlardan daha yoğun şekilde korunduğunu söyleyebiliriz Ancak sorun mevzuat sorunu değil, uygulama sorunu. Uygulayıcıların işi gerçekten çok zor. Çünkü hazine arazilerini kuruyan yasalardan daha çok hazine arazilerinin işgalcilerine satılmalarını düzenleyen af yasaları mevcut. Bunlardan bazıları taşınmazın rayiç bedelinin altında satılmasını öngörüyor. Mesela 2B arazileri işgalcilerine rayiç bedelin %50 sine satıldı. En son imar kanunun geçici 11. madde ile kaçak yapılara elektrik ve su hizmetinin bağlanması düzenlendi. Yani imar kanunu 32. maddeye göre yıkılması gereken bir yapıya aynı kanunun Geçici 11. maddesinde devletin altyapı hizmeti götürmesi zorunlu kılındı. 32. madde olmasa kaçak yapılar neredeyse yasal hale gelmiş olacaktı. Bu gibi durumlar uygulayıcıların şevkini kırıyordur. Kanuna göre kaçak yapıyı yıkması gereken uygulayıcı çok geçmeden devletin kaçak yapı yapan vatandaşıyla barışabileceğini düşündüğünde boşuna üzerine hışım çekmek istemeyebilir. Ya da yık diyen kanunun başka bir maddesinde hizmet götür deniyorsa uygulayıcının zihni stop edebilir. Aslında hazine arazilerini işgal edenlerin utanması gerekirken neredeyse tahliye yapanlar utanacakları bir tablo var. Öngörülebilirliğin olmaması hepimizin işini çok zorlaştırıyor. E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. Hazine Taşınmazı Nedir? Hazine Taşınmazları İhalesiz Satılabilir mi? 1) 4706 Sayılı Hazine Taşınmazlarının Değerlendirmesi Hakkında Kanundaki İhalesiz Satışlar 2) Özel Kanunlar Kapsamında İhalesiz Satışlar: Hazine Taşınmazlarının Hak Sahiplerine Doğrudan Satışını Düzenleyen Bazı Özel Kanunlar 3) Üçüncü Grup Satışta 2886 Sayılı Kanun Kapsamında Yapılan Satışlar. Sonuç Benzer yazılar:İşyeri Açma Ve Çalışma Ruhsatının İptali Ve Ruhsat Verilmemesi Halinde İtiraz, Dava Ve Yürütmenin DurdurulmasıRuhsatsız Pergola Ve Sundurma Yapılabilecek DurumlarPlaj İşletmelerinin Turizm İşletme Belgesi Almalarına İlişkin Düzenlemelerden Kaynaklanan Problemler", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/hazine-tasinmazlarinin-ihalesiz-satildigi-haller/"}
{"prompt": "İçindekiler İdare, üstlendiği görev nedeniyle idari işlem ve eylemleriyle toplum yaşamının bütününde kamu hizmeti faaliyetlerini yürütmekle yükümlüdür. İdare, yasalarla kendi yetki ve sorumluluğuna bırakılan kamu hizmetini yasal yetkileri içinde ve gereği gibi yürütmek amacıyla önceden gerekli teşkilatı kurmak ve bu teşkilatın ve hizmetin gerektirdiği araç, gereç ve personeli her an hizmete hazır tutmak ve hizmetin iyi bir şekilde yürütülmesi için gerekli tüm özeni göstermekle yükümlüdür. İdarenin, yürüttüğü faaliyetlerin çeşitli olması ve teknik nitelik taşıması nedeniyle hizmet ve faaliyet alanları ayrı ayrı yasal düzenlemelere konu olmaktadır. Anayasanın 2. maddesinde; Türkiye Cumhuriyetinin, demokratik, laik ve sosyal bir Hukuk Devleti olduğu, 125. maddesinin 1. fıkrasında; idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolunun açık olduğu, son fıkrasında ise; idarenin, kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle yükümlü olduğu açıkça hükme bağlanmıştır. Anayasanın 2. maddesinde anlamını bulan Hukuk Devleti ilkesinin vazgeçilmez ölçülerinden biri, idarenin yargısal denetimidir. Yine, Hukuk Devleti ilkesi gereği, idarenin her türlü işlem ve eylemleri hukuka uygun olmak zorundadır. Eğer idarenin hukuka aykırı işlem ve eylemlerinden dolayı maddi veya manevi bir zarar doğmuşsa idare bu zararı yukarıda belirtilen Anayasal ve yasal hükümler ile öğretideki yaklaşım ve yargısal içtihatlarla belirlenmiş ilkeler gereği ödemekle yükümlüdür. Kamu hizmetlerini yürütmekle görevli olan idare, bu görevi yerine getirebilmek için birtakım yetkilerle donatılmış olup kamu hizmetine yönelik faaliyetlerini idari işlemler ve eylemlerle yerine getirmektedir. İdarenin hukuki sorumluluğu, kamusal faaliyetler sonucunda, idare ile bireyler arasında bireyler zararına bozulan ekonomik dengenin yeniden kurulmasını, idari etkinliklerden dolayı bireylerin uğradığı maddi zararlar yanında manevi zararların da idarece tazmin edilmesini sağlayan bir hukuksal kurumdur. İdarenin hukuki sorumluluğu, özel hukuktaki gibi ayrı bir yasal düzenlemeye konu edilmemiş, içtihatlarla belirlenmiştir. Şöyle ki, Danıştay, idari işlem ve eylemlerden doğan zararların karşılanması amacıyla açılan tazminat davalarında, idari işlem ve eylemin niteliğini, idare işlevinin yerine getirilmesi sırasında icra (veya tesis) edilip edilmediğini ayrı ayrı her olayda değerlendirmektedir. Danıştay 15. Dairesinin 18.02.2014 tarih veK:2014/835 sayılı kararında;“…İdarenin hukuki sorumluluğu, kişilere lütuf ve atıfet duygularıyla belli miktarda para ödenmesini öngören bir prensip olmayıp; demokratik toplum düzeninde biçimlenen idare-birey ilişkisinin doğurduğu hukuki bir sonuçtur. İdari yargı da bu anlayış doğrultusunda, idare hukukunun ilke ve kurallarını uygulamak suretiyle, idarenin hukuki sorumluluk alanını ve sebeplerini içtihadıyla saptamak zorundadır…”şeklinde ifade edilmiştir. Danıştay 6. Dairesinin 05.4.2021 tarih ve K:2021/4975 sayılı kararında;“… idarenin sorumluluğu Anayasal bir prensibe dayandığı görülmektedir. Ancak, Anayasada idarenin sorumluluğunun hangi esaslara göre belirleneceği belirtilmemiş, bu meselenin halli doktrin ve yargı kararlarına bırakılmış olup olayın özelliğine göre idarenin sorumluluğu, hizmet kusuru veya kusursuz sorumluluk ilkelerine göre değerlendirilmektedir…”şeklindedir. Tam yargı davalarında, öncelikle zarara yol açtığı öne sürülen idari işlem veya eylemin hukuka uygunluğunun denetlenmesi esas alındığından, olayın oluşumu ve zararın niteliği irdelenip, idarenin hizmet kusuru olup olmadığının araştırılması, hizmet kusuru yoksa kusursuz sorumluluk ilkelerinin uygulanıp uygulanmayacağının incelenmesi, tazminata hükmedilirken de her halde sorumluluk sebebinin açıkça belirtilmesi gerekmektedir.(Danıştay 15. Dairesinin 08.5.2014 tarih ve K:2014/3530 sayılı kararı, 17.02.2020 tarih ve K:2020/543 sayılı kararı) Danıştay 8. Dairesi, 26.5.2021 tarih ve K:2021/2709 sayılı kararı;“… Diğer taraftan, kamu idarelerinin kusurlu sorumluluklarına dayanılan tam yargı davalarında, hiç kimsenin bir başkasının kusurundan kaynaklanan zararı tazmin etmek zorunda bırakılamayacağı ilkesinden hareketle, idarelerin ancak kendi kusurlarından kaynaklanan zararları tazmin etmeye mahkum edilebilecekleri açık olup, zarar görenin ya da üçüncü kişinin de belli bir oranda kusurlu olması halinde davalı idare aleyhine hükmedilecek tazminat miktarı belirlenirken bu hususun göz önünde bulundurulması gerekmektedir….”şeklindedir. Bilimsel ve yargısal içtihatlarla geliştirilmiş olan idarenin sorumluluk sebepleri; yargı kararlarında hizmet kusuru, kusursuz sorumluluk ve sosyal risk olarak sıralanmaktadır. Bu çalışmanın konusu ise hizmet kusuru ile sınırlı olup diğer idari sorumluluk sebepleri inceleme dışında tutulmuştur. Kamu hizmeti, kamu görevlileri ve kullandıkları araç ve gereçlerle yerine getirilebilir ve bunun sonucu olarak kamu görevlilerinin veya bunların kullandıkları araç ve gereçlerin kusur, ihmal ve hatalarından dolayı kamu hizmetinin yerine getirilişi sırasında kişilerin zarar görmesi durumunda meydana gelecek kusur, kamu kurumunun hizmet kusurunu oluşturur. Danıştay 16. Dairesi, 09.12.2021 tarih ve K:2021/13581sayılı kararında;“…kamu görevlisinin hizmetten ayrılabilen kişisel kusurundan bahsetmeye olanak yoktur. Kamu hizmetinden ayrılabilen kişisel kusur ise kamu hizmeti ile ilgisi olmayan kamu görevlisinin özel hayatı ile özel tutum ve davranışlarından kaynaklanan bir kusurdur.”denmiştir. Danıştay 10. Dairesinin 26.4.2022 tarih ve K:2022/2426 sayılı kararında;Hizmet kusuru;“… İdarenin yürütmekle görevli olduğu bir hizmetin kuruluşunda, düzenlenişinde veya işleyişindeki nesnel nitelikli bozukluk, aksaklık veya boşluk olarak tanımlanabilen hizmet kusuru; hizmetin kötü işlemesi, geç işlemesi veya hiç işlememesi hallerinde gerçekleşmekte ve idarenin tazmin yükümlülüğünün doğmasına yol açmaktadır. Bu bağlamda hizmet kusuru, özel hukuktaki anlamından uzaklaşarak nesnelleşen, anonim bir niteliğe sahip, bağımsız karakteri olan bir kusurdur. Hizmet kusurundan dolayı sorumluluk, idarenin sorumluluğunun doğrudan ve asli nedenini oluşturmaktadır. Diğer taraftan, idarelerin kamu hizmetlerinin gereği gibi işlemesini sağlayacak organizasyonları yaparak yeterli araç ve gereçle donatılmış bina, tesis ve araçlarda hizmetin özelliğine uygun olarak seçilen ve yetişmiş personelle hizmeti yürütmek yükümlülüğünün bulunduğu da tartışmasızdır…”şeklinde belirtilmiştir. Yine benzer bir kararda Danıştay 6. Dairesinin 12.10.2020 tarih ve K:2020/9124 sayılı kararında;“…İdare Hukukunun genel kabul gören temel ilkeleri uyarınca idarenin hizmet kusuruna dayalı mali sorumluluğundan söz edilebilmesi için; öncelikle bir zararın varlığı,bu zararın idarenin hizmet kusurundan kaynaklanması,ayrıca idarenin kusurlu eylem ve/veya işlemi ile ortaya çıkan zarar arasında uygun illiyet bağı bulunması koşullarının bir arada gerçekleşmesi gerekmektedir.Sayılan bu üç koşuldan birinin dahi eksik olması halinde idarenin mali sorumluluğundan söz edilmesi mümkün olmayacaktır…”şeklinde belirtilmiştir. 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 2. maddesinde; idarenin eylem ve işlemlerinden dolayı hakları muhtel olan kişiler tarafından tam yargı davası açılabileceği düzenlenmiştir. İdarenin hukuki sorumluluğunun bir sonucu olan tam yargı davalarındaki amaç, idarenin bir eylemi ya da işlemi nedeni ile uğranılan maddi veya manevi zararın giderilmesidir. Danıştay 10. Dairesi’nin 15.9.2021 tarih ve 2021/4096 sayılı kararında;Maddi zarar, “…İdare hukuku ilkelerine göre maddi zarar; idari işlem veya eylem nedeniyle kişinin malvarlığında meydana gelen azalma nedeniyle uğranılan zarar ile elde edilmesi kesin olan gelirden yoksun kalma sonucu uğranılan zarar olup; bedensel nitelikteki maddi zarar ise, kişinin sağlığına kavuşmak için yaptığı tedavi giderleri ile çalışma gücünün azalması ya da yok olması nedeniyle elde edeceği gelirde meydana gelen azalmayı ifade etmektedir…”şeklinde ifade edilmiştir. Manevi zarar; kişinin fizik yapısının ve iç huzurunun bozulmasını, yaşama gücünün ve sevincinin azalmasını, kişilik haklarının zedelenmesini, şeref ve haysiyetinin rencide edilmesini, ölüm veya uğranılan diğer cismani zarar nedeniyle duyulan acı ve ızdırabı, kişinin günlük yaşamını zorlaştıran belli ağırlıktaki her türlü üzüntü ve sıkıntıyı ifade etmektedir. Danıştay 15. Dairesi, 05.3.2014 tarih ve K:2014/1441 sayılı kararında;“…Manevi tazminat, patrimuanda meydana gelen bir eksilmeyi karşılamaya yönelik bir tazmin aracı değil, tatmin aracıdır. Olay nedeniyle duyulan elem ve ızdırabı kısmen de olsa hafifletmeyi amaçlar. Belirtilen niteliği gereği manevi tazminatın zenginleşmeye yol açmayacak şekilde belirlenmesi gerekmekte ise de, tam yargı davalarının niteliği gereği takdir edilecek miktarın aynı zamanda idarenin kusurunun ağırlığını ortaya koyacak bir oranda olması gerekmektedir. Dava konusu olayda, idarenin kusuru, olayın oluş şekli ve zararın niteliği dikkate alındığında, mahkemece takdir edilen manevi tazminat miktarının, duyulan elem ve ızdırabı kısmen de olsa giderecek, idarenin kusurunun ağırlığını ortaya koyacak düzeyde olmadığı görülmektedir. Bir başka anlatımla, Mahkemece takdir edilen manevi tazminat miktarı yetersiz bulunduğundan, manevi tazminatın amaç ve niteliği dikkate alınarak yukarıda belirtilen ölçütlere göre hükmedilecek manevi tazminat tutarı yeniden belirlenmelidir. Bu durumda, İdare Mahkemesi kararının, hükmedilen manevi tazminat miktarına ilişkin kısmında hukuka uygunluk bulunmamıştır…”gerekçesiyle Mahkeme kararının bu kısmını bozmuştur. Danıştay 6. Dairesi 16.4.2002 tarih ve E:2001/1396, K:2002/2298 sayılı kararında;“… Uyuşmazlık konusu olayda, davacı bağımsız bölüm, maliki olduğu binaya komşu parsel üzerine inşa edilen yapı nedeniyle huzurunun bozulduğunu, idarenin yargı kararını gereğini yerine getirmemesi nedeniyle 25 yıldır oturduğu daireyi terk ederek başka bir yere taşınmak zorunda kaldığını, yıllardır sürdürdüğü hukuk mücadelesi de dikkate alındığında çektiği acı ve sıkıntının kısmen de olsa karşılanması gerektiğini iddia etmektedir. Bu nedenle dava konusu olayda manevi tazminatın koşulları bulunduğundan, davacının duyduğu elem ve sıkıntıların yargı kararının gereğinin yerine getirilmemiş olması nedeniyle halen devam ettiğinin de dikkate alınması suretiyle uygun bir miktar manevi tazminata hükmedilmesi gerekmektedir. Bir olayda idarenin kusurlu sorumluluğundan söz edilebilmesi için öncelikle ortada hizmet kusuru teşkil eden bir durumun varlığı gerekmektedir. Ancak, hizmet kusurunun bulunması yeterli olmayıp genel sorumluluk koşullarının da somut olayda gerçekleşmiş olması aranmaktadır. Bu koşullar ise, idarî bir işlem ya da idareden ortaya çıkan ihmali veya icrai bir eylemin varlığı, tazmin isteminde bulunanın maddî veya manevî bir zararının bulunması ve söz konusu zararın idarenin işlem veya eyleminin bir sonucu olması, yani zarar ile idarî davranış arasında kurulabilen bir illiyet bağının mevcudiyetidir. Danıştay 8. Dairesi, 09.02.2021 tarih ve K:2021/699 sayılı kararında;“… çay bahçesinin üzerine devrilen ağacın bakım ve budaması yapılmış olsaydı bile yine de devrilebileceği, devrilmeyi önlemek için alınacak herhangi bir tedbirin olmadığı, zararın ortaya çıkmasını engellemenin en uygun yolunun insanların ağaca yakın mesafede bulunmalarını engellemek olduğu; ancak olayda, Kıyı Kanunu ve ilgili mevzuatına aykırı olarak, yapı yapılmaması gereken yere yapılan sundurma nedeniyle çay bahçesine gelen müşterilerin ağaca yakın mesafede oturdukları anlaşıldığından, her türlü tedbir alınsaydı dahi ölüm olayının meydana geleceği sonucuna varılmasının mümkün olmadığı, davalı idarenin imar hizmetleri açısından yükümlülüklerini tam ve gereği gibi yerine getirmediği ve zarar ile eylem arasında illiyet bağının bulunduğu sonuç ve kanaatine varılmıştır. Öte yandan, sundurmayı yapan üçüncü şahısların zararın oluşumunda kusurlu olması davalı idarenin sorumluluğunu ortadan kaldırmamakla birlikte, çay bahçesi işletmecilerinin ve davalı idarenin olaydaki kusurunun paylaştırılarak bir karar verilmesi gerekmektedir …”gerekçesiyle Mahkeme kararını bozmuştur. Hizmet kusurunun varlığı aranırken dikkat edilmesi gereken bir unsur da zarar görenin kusurlu tutum ve davranışlarının olaya etki derecesidir. Zarar gören kişi hizmetle zarar arasındaki nedensellik bağını ortadan kaldıracak derecede zararın doğumuna etkili olmuş ise kuşkusuz, hizmet kusurundan, daha doğrusu idarenin tazmin sorumluluğundan söz edilemeyecektir. Ancak, zarar görenin eylemi zararın oluşmasına bir dereceye kadar etkili olduğunda sonuç değişmektedir. Bu halde, koşulları varsa yine hizmet kusuru kanaatine varılabilmekte, ancak birlikte kusur (müterafik kusur) nedeniyle tazminat miktarından düşülmektedir. Danıştay’ın yerleşik içtihatlarına göre, zarar gören kişinin hizmetten yararlanan durumda olduğu ve hizmetin riskli bir nitelik taşıdığı hallerde, idarenin tazmin yükümlülüğünün doğması için, zararın, idarenin ağır hizmet kusuru sonucu meydana gelmiş olması gerekmektedir. Bünyesinde risk taşıyan hizmetlerden olan sağlık hizmetinden yararlananın zarara uğraması halinde, bu zararının tazmini, ancak idarenin ağır hizmet kusurunun varlığı halinde mümkün olabilecektir. Danıştay 15. Dairesi, 04.02.2016 tarih ve K:2016/586 sayılı kararında;“… Bu durumda, davacının sol ayağında meydana gelen güçsüzlüğün enjeksiyon sonucunda meydana geldiği görülmekte ise de, idarenin maddi-manevi tazmin sorumluluğundan bahsedebilmek için hizmet kusurunun varlığının tespit edilmesi gerektiği, Adli Tıp Kurumunca düzenlenen raporda da olayda enjeksiyonun yanlış yere veya hatalı uygulandığı yolunda bir tespit yapılmadığı görüldüğünden, olayda davalı idarenin tazmin sorumluluğunun bulunmadığı açık olup, idare mahkemesi kararının manevi tazminat talebinin kabulüne ilişkin kısmında hukuki isabet bulunmamaktadır…”Mahkeme kararının manevi tazminat talebinin kabulüne ilişkin kısmını bozmuştur. Danıştay 10. Dairesi, 30.9.2021 tarih ve K:2021/4427 sayılı kararında;“… Uyuşmazlıkta, hizmet kusuru bulunup bulunmadığı hususuna yönelik olarak Adli Tıp 2. İhtisas Kurulunca hazırlanan rapor ve dosyadaki bilgi-belgelerin birlikte değerlendirilmesinden; davacıya uygulanan stent çıkarma işleminin endikasyon ve tekniğinin tıp kurallarına uygun olduğu, daha sonra saptanan bölgesel enfeksiyonun, işlemin bir komplikasyonu olarak meydana geldiği, dava konusu olayda davalı idareye atfedilebilecek bir hizmet kusuru bulunmadığı sonucuna varılmaktadır.” Diğer taraftan, idarenin tazmin sorumluluğunun doğması için aranılan “ağır hizmet kusuru”; riskli tıbbi müdahaleler ve operasyonlar bakımından geçerli olup; sağlık hizmeti içinde değerlendirilmekle beraber, tıbbi operasyon kapsamına dahil edilemeyecek birtakım bakım, gözetim ve yan müdahalelerin hiç veya gereği gibi yapılmaması dolayısıyla oluşan zararlarda, idarenin sorumluluğundan söz edebilmek için ağır hizmet kusurunun aranmasına gerek bulunmamaktadır. Danıştay 10. Dairesi, 24.9.2007 tarih ve K:2007/4316 sayılı kararında;“…Dava konusu olayda, yoğun bakım ünitesinde tedavi görmekte olan davacıların yakınının sık sık kendisini solunum cihazına bağlayan maskeyi çıkarmaya çalıştığı ve olay tarihinde de solunum maskesini çıkarması sonucu hayatını kaybettiği anlaşıldığından, daha önce çeşitli kereler maskeyi çıkarmaya çalıştığı hastane personelince bilinen hastaya, solunum maskesini çıkarmasını engelleyecek ek müdahalelerde bulunmamak suretiyle yeterli dikkat ve özeni göstermeyen davalı idarenin bu tutumunun hizmet kusuru olarak kabulü zorunlu olup, İdare Mahkemesince Yüksek Sağlık Şurası kararı esas alınmak ve davacılardan temyiz isteminde bulunan …’nin istemiyle sınırlı kalmak suretiyle tazminata hükmedilmesi gerekirken, davanın reddi yolunda verilen kararda hukuka uyarlık görülmemiştir…”gerekçesiyle Mahkeme kararının davacı tarafından temyiz edilen kısmını bozmuştur. Danıştay 6. Dairesi 02.6.2003 tarih ve K:2003/3421 sayılı kararında;“… Olayda, yıkımına karar verilen 3. kat inşaatın davacı tarafından ruhsat alınarak yapılmış, daha sonra daiskan ruhsatı alınmış olması nedeniyle davacının, yıkımına karar verilen yapı nedeniyle uğradığı zararın tazmin edilmesi gerektiği tartışmasızdır. İdarenin hizmet kusuru nedeniyle zararı tazmin edilecek olan davacının,gerçek zararının tespitinde, bu zararın gerçekleştiği tarihin birim fiyatları üzerinden hesaplama yapılması gerekmektedir. Davalı idarenin hizmet kusurundan kaynaklanan davacı zararının yıkım işleminin fiilen gerçekleştiği tarih itibariyle hesaplanması gerektiğinden, tazmine konu zararın henüz ortaya çıkmadığı yıkıma ilişkin belediye encümeni kararının davacıya tebliğ edildiği tarih esas alınarak maddi zararın hesaplanmasında hukuka uyarlık bulunmamaktadır…”gerekçesiyle Mahkeme kararının maddi tazminata ilişkin kısmını bozmuştur. Danıştay 6. Dairesi 21.10.2021 tarih ve K:2020/9846 sayılı kararında;“… Hukuka aykırılığı açılan dava sonucunda yargı kararıyla saptanan, ancakyapı ruhsatının düzenlendiği tarihte yürürlükte bulunan imar planına uygun olarak verilen … tarih ve … sayılı yapı ruhsatı ile inşaata başlanıldığı ve davacının, yapının 24/12/2015 tarihinde yıkılması üzerine zarara uğradığı açık olup, idarenin hukuka aykırı işlemi ile nedensellik bağı kurulabilen gerçek maddi zararın tazmini gerekmektedir. Bu itibarla; yukarıda belirtilen hususlar dikkate alınarak tazminat istemine konu toplam maddi zararı oluşturan her bir talep yönünden yeniden inceleme ve değerlendirme yapılmak suretiyle karar verilmesi gerektiğinden, temyize konu Bölge İdare Mahkemesi İdari Dava Dairesi kararında hukuki isabet bulunmamaktadır…”gerekçesiyle Bölge İdare İstinaf Mahkemesi kararını bozmuştur. Danıştay 6. Dairesi 02.6.2003 tarih ve K:2003/3421 sayılı kararında;“…Olayda, yıkımına karar verilen 3.kat inşaatındavacı tarafından ruhsat alınarak yapılmış, daha sonra da iskan ruhsatı alınmış olması nedeniyle davacının, yıkımına karar verilen yapı nedeniyle uğradığı zararın tazmin edilmesi gerektiği tartışmasızdır. İdarenin hizmet kusuru nedeniyle zararı tazmin edilecek olan davacının, gerçek zararının tespitinde, bu zararın gerçekleştiği tarihin birim fiyatları üzerinden hesaplama yapılması gerekmektedir. Davalı idarenin hizmet kusurundan kaynaklanan davacı zararının yıkım işleminin fiilen gerçekleştiği tarih itibariyle hesaplanması gerektiğinden, tazmine konu zararın henüz ortaya çıkmadığı yıkıma ilişkin belediye encümeni kararının davacıya tebliğ edildiği tarih esas alınarak maddi zararın hesaplanmasında hukuka uyarlık bulunmamaktadır…”gerekçesiyle Mahkeme kararının maddi tazminata ilişkin kısmını bozmuştur. Danıştay 6. Dairesi 04.3.2009 tarih ve K:2009/2077 sayılı kararında;“… Olayda, uyuşmazlık konusu yapıların davacıya ait taşınmaz üzerinde yer alması karşısında davacının işgalci olarak kabul edilemeyeceği, imar planında yeşil alan kullanımına ayrılmış olmasına rağmen taşınmazın öncelikle yapılacak kamulaştırma veya parselasyon uygulamalarıyla kamuya kazandırılması gerektiği, kaldı ki yıkıldığı ifade edilen yapıların dosyadaki plan örneği uyarınca tamamının yeşil alan sınırları içerisinde bulunmadığı,bu itibarla mevcut durumu itibariyle davacıya ait yapılara yönelik olarak 775 sayılı Kanunun uygulama şartlarının oluşmadığı, söz konusu ruhsatsız yapılar nedeniyle 3194 sayılı İmar Kanunu hükümlerinin uygulanabileceği,bu husus gözetilmeden tesis edilen işlem sonucu oluşan zararda idarenin hizmet kusurunun bulunduğu açıktır. Bu durumda, idare mahkemesince, davacıya ait yıkıldığı belirtilen yapıların bulunduğu alanın imar planında hangi fonksiyona ayrıldığının belirlenmesi,davalı idarece, davacıya ait taşınmazda yer alan ruhsatsız yapılar nedeniyle 775 sayılı Kanunun uygulanması sonucu oluşan zararda idarenin hizmet kusurunun bulunduğu, ayrıca yapıların ruhsatsız olduğu hususu da göz önünde bulundurulmak suretiyle gerekirse bilirkişi incelemesi yaptırılarak tazminine karar verilmesi gerekirken,aksi yönde verilen kararda hukuki isabet görülmemiştir…”Mahkeme kararını bozmuştur. Danıştay 6. Dairesi 18.3.2011 tarih ve K:2011/681 sayılı kararında;“…Uyuşmazlıkta yol ve yer kayması ve bu nedenle istinat duvarları ile binaların yıkılması olayında davalı idarelerin kamu hizmetleriyle ilgili eylem ve işlemleri ve oluşan zarar arasında illiyet bağının bulunduğu açık olmakla birlikte,aracın hurdaya çıkmasında gerek davalı idarelerin gerekse davacının kusur oranının hangi kriterler esas alınarak belirlendiğinin Mahkemece ortaya konulamadığı anlaşılmaktadır. Bu itibarla, meydana gelen yol ve yer kaymasının doğal ve doğal olmayan nedenleri, aracın üzerine yıkılan bloklara verilen ruhsat ve yapı kullanma izin belgelerinin mevzuata uygunluğu, olayla ilgili zorlayıcı nedenler, beklenmeyen durumlar ile aracın park edildiği yerde park edilmesini engelleyici başka tedbir ve önlemlerin alınıp alınmadığı ve bu açıdan araç malikinin kusurunun ne olduğu hususlarının göz önünde bulundurulması suretiyle yaptırılacak keşif ve bilirkişi incelemesi sonucu davalı idarelerin ve 3. kişinin zararının oluşumundaki kusur oranının belirlenmesinden sonra idare Mahkemesince uyuşmazlık hakkında yeniden karar verilmesi gerekmektedir…”gerekçesiyle Mahkeme kararını bozmuştur. Danıştay 6. Dairesi 23.5.2012 tarih ve K:2012/2662 sayılı kararında;“…17.08.1999 günü meydana gelen depremde binanın yıkıldığı, davacı tarafından, davalı idareye yasalarla verilen görevlerin yerine, getirmemesi nedeniyle dairenin bulunduğu binanın yıkıldığı ileri sürülerek uğranılan zararların tazmini istemiyle görülen davanın açıldığı anlaşılmaktadır. Ruhsatlı projesinden çok fazla sayıda ruhsatsız ilave kat yapılan inşaat hakkında davalı idarece yıkım kararı alınmışsa da 3194 sayılı Yasanın yukarıda yer alan açık hükmüne karşın yıkım kararının gerçekleştirilmediği, davacının bu şekliyle satın aldığı ve yerleşilmesine olanak sağlandığı uyuşmazlık konusu olayda davalı idarenin denetim görevini de içeren idari faaliyetlerini kusurlu olarak işlettiğisonucuna ulaşılmaktadır. Bu durumda, davalı idarenin deprem sonucu yıkılan yapının inşası aşamasında yürütmesi gereken faaliyetlerini gereği gibi yerine getirmemesi sonucu oluşan hizmet kusuru nedeniyle ortaya çıkan zararı tazminle sorumlu bulunduğundan, aksi yöndeki değerlendirmeye dayalı olarak verilen temyize konu kararda isabet görülmemiştir…”gerekçesiyle Mahkeme kararını bozmuştur. Danıştay 6. Dairesi 21.10.2020 tarih ve K:2020/9822 sayılı kararında;“…Yapı denetim şirketlerinin, yapıların ruhsat ve eklerine uygun olarak inşa edilmeleri konusunda yapılacak denetimde asıl yetkili ve sorumlu olan ilgili idarelerin yardımcısı konumunda bulunmaları ve ilgili idarelere karşı üstendikleri fenni mesuliyet kapsamında faaliyette bulunmaları nedeniyle bu şirketlerin görevleri sırasındaki kusurları, ilgili idareler bakımından da hizmet kusuru teşkil etmektedir.İlgili idarenin üçüncü kişilere karşı bu sorumluluğu nedeniyle ödediği tazminatı yapı denetim şirketine rücu edebileceği ise açıktır. Manevi tazminat istemi bakımından ise, davacının olay nedeniyle yaşadığı elem ve ızdırap göz önünde bulundurularak bir tazminata hükmedilmesi gerektiğinden temyiz konu mahkeme kararının manevi tazminat isteminin reddine ilişkin kısmında da isabet görülmemiştir…”gerekçesiyle Mahkeme kararının davacının uğradığı zararın 50.000,00 TL’yi aşan kısmına ilişkin bölümünü ve manevi tazminat istemine ilişkin bölümünü bozmuştur. Danıştay 6. Dairesi,13.4.2021 tarih ve K:2021/5459 sayılı kararında;“… Dosyadaki bilgi ve belgelerin incelenmesinden, dava konusu taşınmazın ilk olarak 27.09.2001-29.08.2003 onay tarihli 1/5000 ölçekli nazım imar planında Bölge Parkı alanına ayrılarak mülkiyet hakkının kısıtlanmış olduğu, 17.01.2014 onay tarihli uygulama imar planında da Bölge Parkı fonksiyonunda kaldığı,17.01.2014 onay tarihli uygulama imar planının uygulanması için geçmesi gereken 5 yıllık sürenin dava devam ederken dolmuş olmasına rağmen davalı idare tarafından taşınmazdaki kısıtlılığın giderilmemesi karşısında; davacı için mülkiyet hakkının belirsiz bir süre ile kısıtlandığı sabit olup, mülkiyet hakkı engellenen davacıya mülkiyetin bedele çevrilmesi yoluyla tazminat ödenmesigerekir. Danıştay 6. Dairesi, 29.4.2021 tarih ve K:2021/6349 sayılı kararında;“…Bu durumda, davacılar murisine ait olanyapının, eksik ve yetersiz olarak düzenlendiği anlaşılan maili inhidam raporu dayanak alınarak yıkılmış olması nedeniyle, davalı idarenin sözü edilen hukuka aykırı eyleminden doğan zararı tazmin etmesi gerektiğinden,tazminat isteminin incelenmesi suretiyle bir karar verilmesi gerekirken davanın reddi yolundaki İdare Mahkemesi kararında hukuki isabet görülmemiştir. Öte yandan, yıkıma ilişkin encümen kararının iptali istemiyle davacılar tarafından açılan davanın reddine ilişkin İstanbul 10. İdare Mahkemesince verilen 23.01.2009 günlü, E.2008/575, K:2009/175 Sayılı kararda, davacıların murisi tarafından yapılan imar affı başvurusuna ait müracaat formundan yapının 1974 tarihinde yapıldığının belirtildiği, İdare Mahkemesince; uyuşmazlık konusu yapının, ruhsatının veya yapıya ilişkin imar affı başvurusunun ya da 1957 yılından önce yapılıp ruhsat almış sayılan yapılar kapsamında olup olmadığının araştırılması suretiyle, söz konusu yapının ruhsatının bulunması halinde kamulaştırma bedelinin, ruhsatsız bir yapı niteliğinde ise yapının enkaz bedelinin tazminine karar verilmesi gerekmektedir…” Danıştay 8. Dairesi 12.3.2021 tarih ve K:2021/1532 sayılı kararında;“… Olayda;ilgili mevzuat gereği sahipsiz hayvanların kontrolünü takip etmek, sahipsiz hayvanlarla ilgili sorunların tespiti ve bu sorunların çözümlerini karara bağlama konusunda görevli ve yetkili olduğu görülen … Valiliği’nin ve sahipsiz hayvanlara barınak yapmak/yaptırmak, işletmek/işlettirmek görev ve sorumluluğu olan… Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nın da hasım mevkiine ataması gerekmektedir. Bu durumda; davalı … Belediye Başkanlığı yanında, olayın özelliğine göre müteselsilsen sorumluluğu bulunan … Valiliği ve … Büyükşehir Belediye Başkanlığının da hasım konumuna eklenmesi gerekirken sadece … Belediye Başkanlığı husumetiyle karar verilmesinin yürürlükteki mevzuata aykırı bir sonucu ifade ettiği anlaşılmakta olup, kanun yararına bozma isteminin kabulü gerektiği sonucuna varılmıştır…”gerekçesiyle Mahkeme kararını kanun yararına bozmuştur. Danıştay 8. Dairesi 11.12.2007 tarih ve K:2007/6951 sayılı kararında;“… Dosyanın incelenmesinden, 4.7.2005 günü davacınınkiracı olarak ikamet ettiği dairenin kanalizasyon atık suyu ve yağmur suyu ile dolması nedeniyle uğranılan zararın07.07.2005 tarihinde Bakırköy 3. Sulh Hukuk Mahkemesinde yaptırılan keşif ve bilirkişi incelemesi sonucu 19.827,50.-YTL olduğunun tespit edildiği, oluşan zararın tazmini istemiyle açılan işbu davada Mahkemelerinin 26.07.2006 tarihli ara kararına İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi Genel Müdürlüğü’nce verilen 22.9.2006 günlü cevaptan söz konusu dairenin iskan izni olmadığı ve herhangi bir iskan müracaatı da bulunmadığı görüldüğünden bahisle iskan izni bulunmayan daireyi su basması sonucu oluşan zarardan davalı idarelerin sorumlu tutulamayacağı gerekçesiyle davanın reddedildiği anlaşılmıştır. Davacının kiracı olarak ikamet ettiği,konutun yapı kullanma (iskan) izni olmadığı halde davalı idareler tarafından elektrik, su, kanalizasyon, doğalgaz, telefon hizmetlerinin götürüldüğü açıktır. İskan izni bulunmayan konutta yine idare tarafından sunulan hizmetlerden faydalanmak suretiyle ikamet eden davacının olay nedeniyle meydana gelen zarara katlanmasını beklemenin, kamu hizmetinim eksik yürütülmesi veya gereği gibi yürütülmemesi nedeniyle bireylerin uğradığı zararların idarece tazmini gerekeceğine ilişkin genel ilkeye aykırı düşeceği ortadadır. Bu durumda, davacının konutunda oluşan zararda davalı idarenin hizmet kusuru bulunduğundan davayı reddeden İdare Mahkemesi kararında hukuka uyarlık görülmemiştir…”gerekçesiyle Mahkeme kararını bozmuştur. Danıştay 10. Dairesi, 16.6.2021 tarih ve K:2021/3377 sayılı kararında;“…İlçesinin büyük bir kısmına yayılan olayları bastırarak gerekli güvenlik önlemlerini sağlayamayan idarenin güvenlik zafiyetine düşerek hizmet kusuru bulunduğu ve oluşan zararın hizmet kusuru ilkesi gereğince karşılanması gerektiği açıktır. Davacılardan Z.K.’nın kalıcı iş gücü kaybı oranını belirlenmesinin ardından konusunda uzman bilirkişi veya bilirkişilere yaptırılacak inceleme sonucunda alınacak bilirkişi raporu doğrultusunda iş gücü kaybından kaynaklanan maddi zararı ile olay nedeniyle yapılan tedavi giderlerinin tespiti ile maddi zararının belirlenmesi, ayrıca davacıların olay nedeniyle duyduğu acı ve üzüntünün telafisini teminen uygun bulunacak bir manevi tazminata hükmedilmesi gerekirken davanın reddi yolunda verilen kararda hukuki isabet bulunmamaktadır…”gerekçesiyle Mahkeme kararını bozmuştur. Danıştay 10. Dairesi 12.10.2021 tarih ve K:2020/3640 sayılı kararında;“… Devlet Yolu yapım çalışmaları sırasında çıkan molozların, asfalt parçalarının ve hafriyatın davacının … ada, … parsel nolu taşınmazına döküldüğü, bu hafriyat ve moloz yığınlarının taşınmazın 8.593,70 m²’ lik kısmını işgal ettiği,davalı idarenin dikkatli ve özenli çalışarak yol çalışmaları sonucu oluşan hafriyat ve moloz yığınlarını davacının taşınmazına zarar vermeden başka bir yere nakletmesi ya da iş bitiminde hafriyat ve moloz yığınlarını kaldırarak taşınmazı eski hale getirmesi gerekirken, yol çalışmalarının bitirilmesine ve aradan uzun bir süre geçmesine rağmen hafriyat ve moloz yığınlarının hala davacının taşınmazında bulunması nedeniyle davalı idarenin hizmet kusurunun bulunduğuhususunda duraksama bulunmamaktadır…” Danıştay 8. Dairesi 20.01.2021 tarih ve K:2021/166 sayılı kararında;“… okula ait halının davacılardan …’a yıkatıldığının anlaşılması karşısında, olayın oluşumunda müterafik kusur bulunduğunun, adı geçen davacının kusuru yanında,okulda gerekli düzenin kurulamaması, görevlilerin kayıtsızlıkları nedeniyle idarelerin de hizmet kusuru olduğunun kabulügerekmektedir.’’ Danıştay 10. Dairesi 21.12.2022 tarih ve K:2022/6317 sayılı kararında;“… İdare Mahkemesince mahallinde keşif yapılması sonrasında düzenlenen 17/09/2015 tarihli bilirkişi raporundakamulaştırma sınırı kapsamında yolun genişliğinin 10 m olması gerekirken dava konusu bina önünde kamulaştırma maliyetinden kaçınmak için bu genişliğin 8 m’ye düşürüldüğü ve yine söz konusu yapıya daha fazla yaklaşmamak için tretuvar duvarının yapılamadığı, tespitleri gözetildiğinde dava konusu olayda idarenin hizmet kusuru bulunduğunoktasında duraksama bulunmamaktadır.” Anayasanın 2. maddesinde anlamını bulan Hukuk Devleti ilkesinin vazgeçilmez ölçülerinden biri, “idarenin yargısal denetimidir. Yine, Hukuk Devleti ilkesi gereği, “idarenin her türlü işlem ve eylemleri hukuka uygun olmak” zorundadır. Eğer idarenin hukuka aykırı işlem ve eylemlerinden dolayı maddi ve manevi bir zarar doğmuşsa idare bu zararı ödemekle yükümlüdür. İdarenin yürütmekle görevli olduğu bir hizmetin kuruluşunda, düzenlenişinde veya işleyişindeki nesnel nitelikli bozukluk, aksaklık veya boşluk olarak tanımlanabilen hizmet kusuru; hizmetin kötü işlemesi, geç işlemesi veya hiç işlememesi hallerinde gerçekleşmekte ve idarenin tazmin yükümlülüğünün doğmasına yol açmaktadır. Bu bağlamda hizmet kusuru, özel hukuktaki anlamından uzaklaşarak nesnelleşen, anonim bir niteliğe sahip, bağımsız karakteri olan bir kusurdur. Hizmet kusurundan dolayı sorumluluk, idarenin sorumluluğunun doğrudan ve asli nedenini oluşturmaktadır. İdarenin hizmet kusuru sorumluluğu, olaylara göre değişen, esnek bir kavram olup kamu hizmetlerinin kuruluş ve işleyişindeki her düzensizlik idarenin sorumluluğunu gerektirmemektedir. İdarenin sorumlu tutulabilmesi için, derecesi çeşitli koşullara göre değişen bir düzensizliğin varlığı aranmaktadır. Her somut olayda olayın maddi yönü, zararı doğuran faaliyetler, kamu hizmetinin niteliği, yürütüldüğü koşullar, zararın niteliği ve zararla kusur arasındaki ilişkinin derecesi, zararı doğuran faaliyetlerden doğan hukuki sonuçlar gibi unsurlar göz önünde bulundurarak belirlenen kusurun tazminatı gerektirip gerektirmeyeceği İdari Yargı yerlerince takdir edilmektedir. E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. İdarenin Hukuki Sorumluluğu İdarenin Hukuki Sorumluluğunun İçeriği ve Belirlenme Şekli İdarenin Sorumluluk Sebepleri İdarenin Hizmet Kusuru Sorumluluğu Tam Yargı Davaları İmar Hukuku Kapsamında Hizmet Kusuruna Örnekler Hizmet Kusuruna Örnekler SONUÇ Benzer yazılar:Yargı Kararlarıyla Tarım Arazilerinde Yapılaşma (Bağ Evi, Tarımsal Amaçlı Depo vb.)Yargı Kararlarıyla İmar Planlarının İptali SebepleriYargı Kararlarıyla 2863 Sayılı Kanuna Muhalefet (Sit Alanları Ve Koruma Alanlarında Kaçak İnşai Faaliyet)Yargı Kararlarıyla Kat Malikleri Kurulunun Her Zaman İptali İstenebilecek/Hak Düşürücü Süreye Tabi Olmayan Kararları", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/yargi-kararlariyla-idarenin-hizmet-kusuru-sorumlulugu-ve-yikim-nedeniyle-tazminat/"}
{"prompt": "İçindekiler Ülkemizde belediye sınırları içerisinde yolcu taşıma faaliyeti yapılabilmesi için ilgili makamlardan alınacak ruhsat çerçevesinde icra edilebilmektedir. Böyle bir ruhsat olmaksızın, ruhsatta belirlenen sınırları aşarak veya süresi geçmiş ruhsatla yapılan taşıma 2918 sayılı Kanun’un Ek-2. Maddesinde belirtilen idari yaptırımlara tabidir. Bu tür faaliyetler gündelik dilde genellikle “korsan taşımacılık” şeklinde nitelenmektedir. Son dönemde sosyal ağlar ve akıllı telefon uygulamaları vasıtasıyla böyle bir ruhsat olmaksızın taşıma yapmak isteyenler ile bu uygulamadan yararlanmak isteyenlerin kolaylıkla bağlantı kurabilmesi ruhsat olmaksızın yapılan taşımacılık faaliyetlerinde ciddi bir artışa neden olmuştur. Konunun, böyle bir faaliyetin ruhsata bağlanmasından beklenen hizmeti standarda bağlama ve güvenlik gibi hususların yanında vergilendirme ve hâlihazırdaki ruhsat sahiplerinin menfaatleri bakımından çeşitli boyutları bulunmaktadır. Bu yazımızda Türk Hukukunda “korsan taşımacılığın” nasıl tanımlandığını ve UBER ve MARTI TAG gibi uygulamaların nasıl değerlendirildiğini yargı kararlarıyla ele alacağız. 31.05.2012 tarihinde kabul edilen 6321 sayılı Kanunun 3. maddesiyle Karayolları Trafik Kanunu’nun Ek-2. Maddesine eklenen hükümle;“korsan” olarak tabir edilen şehir içinde ticari amaçlı kayıt dışı yolcu taşımacılığının engellenmesi, taşımacılık hizmetlerinin düzene sokulması ve kurallara bağlı olarak yolcu taşımacılığı yapan esnafın haklarının korunmasının amacıyla değişiklik yapılmıştır. 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanununun “Araçların tescil edildikleri amacın dışında kullanılması” başlıklı Ek 2- maddesinde;Araçlarını motorlu araç tescil belgesinde gösterilen maksadın dışında kullananlar ile sürülmesine izin veren araç sahiplerine idari para cezası uygulanacağı ve ayrıca, aracın on beş gün süre ile trafikten men edileceği düzenlenmiştir. 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu ve 5393 sayılı Belediye Kanunu kapsamında ilgili belediyeden; Danıştay 8. Dairesinin, Bölge İdare Mahkemesinin 01.6.2023 tarih ve E:2019/2716, K:2023/2988 sayılıkararında: Olayda, 24.02.2016 tarihli denetime ait tutanakta açıkça belirtilmemekle birlikte davalı idarenin savunma dilekçesinde söz konusu denetimin İzmir-Çanakkale Devlet Karayolu üzerinde gerçekleştirildiği, trafik denetleme ekiplerince düzenlenen tutanakta ise, hakkında S plakasız taşımacılık yaptığı yönünde ihbar bulunan … plaka sayılı aracın ilgili belediyeden izin ve ruhsat almaksızın belediye sınırları dışına ticari amaçlı yolcu taşımacılığı yaptığı yönündeki tespite dayalı olarak 2918 sayılı Kanunun Ek 2. maddesinin üçüncü fıkrası uyarınca işlem tesis edildiği anlaşılmaktadır.Buna göre,davaya konu aracın belediye sınırları dışına ticari amaçlı yolcu taşımacılığı yaptığından bahisle 2918 sayılı Kanunun Ek 2/3. maddesi uyarınca işlem tesis edilemeyeceğindendava konusu işlemin sebep unsuru itibarıyla hukuka aykırı olduğu sonucuna varılmaktadır…”şeklinde hüküm kurmuştur. Teknolojinin hızla gelişmesi ve internet ve akıllı cihazların kullanımının yaygınlaşması sonucu belediye sınırları dâhilinde mobil uygulamalarla araç hizmeti sunan UBER vb. platformlara ait uygulama ve yine araç paylaşım platformu sağlama hizmeti sunan MARTI TAG uygulaması ile belediye sınırları dahilinde yolcu taşımacılığı yapıldığını sıklıkla yazılı ve görsel medya ile uygulamada duymakta ve görmekteyiz. DANIŞTAY 8. D., E. 2020/2567 K. 2023/1193 Sayılı ve 14.3.2023 tarihli kararında: “Kanun ve Yönetmelik maddeleri birlikte değerlendirildiğinde; belediye sınırları içinde ticari amaçla yolcu taşımacılığı yapacak olan araçların güzergâh ile sayılarının UKOME tarafından tespit edileceği, UKOME tarafından bu hususta alınmış bir izin belgesi ile güzergâh belirleme kararı bulunmayan araçlarla, ticari yolcu taşımacılığı yapılmasının mümkün olmadığı, aksine davranışın 2918 sayılı Kanun’un Ek 2. maddesinde belirtilen müeyyidelerin uygulanmasını gerektirdiği sonucuna varılmaktadır. Uyuşmazlık konusu olayda her ne kadar, aracın trafik tescil belgesinde kullanım amacının “Yolcu Nakli-Ticari” olarak belirtilmiş ve davacı adına düzenlenen “Turizm Servis Aracı Güzergah Kullanım Belgesi” mevcut olduğu anlaşılmakta ise de, taşımacı ile taşınan arasında ”D2 Yetki Belgesi Arızi Yolcu Taşıma Sözleşmesi”nin düzenlendiği, anılan sözleşmede taşınanın adı soyadı, taşıma güzergahı, yolcu sayısı ve taşıma ücretine yer verildiği, diğer taraftan 10/11/2018 tarihli tutanak yolcu ve sürücü tarafından imzalanmamış olsa da, görevli polis memurlarınca düzenlenen tutanakta, araçtaki yolcununUBER sistemi üzerinden iletişime geçtiği araçla… Otelden, Kuruçeşmeye gittiği,yolculuk ücreti olarak da 20 TL ödeneceği hususunun kayıt altına alındığı, beyanı verenlerce yazılı ve imzalı beyan vermekten kaçınmış oldukları hususlarına yer verildiği, ayrıca trafik idari para cezasına ilişkin tutanakta sürücünün tutanağı imzalamadığına ilişkin ”imza etmedi” şeklinde şerhin bulunduğu, alınan izin/ruhsatta belirtilen faaliyet konusu dışındabelediye sınırları dahilinde yolcu yaşıma fiilinin sürücü tarafından gerçekleştirildiğine ilişkin ispata yeter bilgi ve belgenin bulunduğu anlaşılmaktadır. Tutanaktaki beyanlar, taraflar arasında düzenlenen taşıma sözleşmesi, dava dosyasındaki bilgi, belgeler ile mevzuat hükümlerinin birlikte değerlendirilmesinden, dava konusu araç ile yapılan taşımacılığın Turizm Servis Aracı Güzergah Kullanımı İzin Belgesi kapsamında olmadığı, taşımacılığın söz konusu belgeler kapsamında nitelenecek bir taşıma olmadığı ve izinsiz taksi taşımacılığı niteliğinde olduğu anlaşılmaktadır. Bu durumda, … plakalı minibüsün İstanbul Büyükşehir Belediyesi Ulaşım Dairesi Başkanlığı Toplu Ulaşım Hizmetleri Müdürlüğünce düzenlenen Turizm Servis Aracı Güzergah Kullanımı İzin Belgesi kapsamı dışında korsan olarak tabir edilen ticari amaçlı yolcu taşımacılığında kullanıldığı sabit olup, aracın tescil belgesindeki “Yolcu Nakli-Ticari” nitelik taşımasının anılan taşımacılığın korsan tabir edilen niteliğini değiştirmeyeceği, davacının sahip olduğu belgelerin işleme konu taşımacılık için yeterli görülmesinin mümkün olmadığı, işlenen fiil nedeniyle 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu’nun Ek-2/3. maddesi uyarınca araç sürücüsüne kesilen 2.018,00 TL tutarlı … tarih ve …sayılı işlemde hukuka aykırılık, dava konusu işlemin iptali yönündeki temyize konu İstanbul Bölge idare Mahkemesi kararında bu kısım yönünden hukuki isabet bulunmamaktadır.” Yukarıdaki yargı kararında da görüldüğü üzere ticari kullanım ruhsatı olmayan veya mevcut ruhsatın kapsamı haricinde mobil uygulama vasıtasıyla irtibat kurulan kişilerin taşınması mevcut düzenlemeler çerçevesinde 2918 sayılı Kanun’un EK-2. Maddesinde yer alan yasak kapsamındadır. Bununla birlikte belirtmeden geçemeyeceğim bir husus bulunuyor: İletişim araçlarının sağladığı imkanlar sonucunda bazı araç sahiplerinin geleneksel usullere tabi olmadan taşıma hizmeti vermeye istekli oldukları toplumsal bir gerçekliktir. Bu tip uygulamaları toptan yasaklamaktansa vergi ve güvenlik kaygılarını giderecek düzenlemelerle gereksiz bir idari ve adli işlemler yığınından kurtulmak çok daha makul görünmektedir. 15/06/2006 tarih ve 26199 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan Büyükşehir Belediyeleri Koordinasyon Merkezleri Yönetmeliği’nin 28. maddesinde; (1) Nüfus artışı ve şehrin ulaşım planı dikkate alınmak suretiyle büyükşehir sınırları dâhilinde taşıma ihtiyacı, UKOME tarafından düzenlenecek bir raporla İçişleri ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığına bildirilir. (2) Taksi, dolmuş, minibüs ve umum servis araçları ile toplu taşım araçlarının tahsis süreleri, ticari plaka sayıları ile bu plakaların verilmesine ilişkin usul, esas ve devir ücretleri UKOME’ce tespit edilir.”kuralına yer verilmiştir. Belediye ve mücavir alan sınırları içerisindeki her türlü toplu taşıma araçları ile taksi sayılarını, zaman ve güzergâhlarını, durak yerlerini belirlemenin belediyenin yetki ve imtiyazları arasında yer aldığı açıkça belirtilmekle birlikte, anılan yetkinin belediyenin hangi organı tarafından kullanılacağı hususuna açıkça yer verilmediğinden, bu yetkinin kim tarafından kullanılacağının tespit edilmesi gerekmektedir. Ruhsat/izin koşuluna bağlanan yolcu taşıma faaliyetlerinin büyükşehir belediyesi bulunan yerlerde UKOME, büyükşehir belediyesinin bulunmadığı yerlerde ise belediye meclisi tarafından belirlenerek düzenlendiği anlaşılmaktadır. Danıştay 8. Dairesinin 22.09.2022 tarih ve E:2018/2319, K:2022/5058 sayılı kararında:Her ne kadar Malatya Belediyesi dava konusu işlem tarihi itibariyle Büyükşehir Belediyesi olmadığından Malatya Belediye Meclisi yetkili ise de, 6360 Sayılı Kanun uyarınca Malatya ilinin Büyükşehir Belediyesi olması nedeni ile yeni tesis edilecek işlemde ulaşım hizmetlerine dair Ulaşım Koordinasyon Merkezi’nin görev ve yetkilerinin dikkate alınması gerektiği açıktır…”şeklindeki kararında bu durum açıkça belirtilmiştir. 2918 sayılı Kanunun Ek2/3- (a) bendi uyarınca:Çalışma izni/ruhsatı almadan yolcu taşımacılığının tespit edilmesi halinde 5.010 Türk lirası (2024 yılı için 32.233 TL), (b) bendi uyarınca:Alınan izin/ruhsatta belirtilenfaaliyet konusu dışında yolcu taşımacılığı yapıldığınıntespit edilmesi halinde 2.018 Türk lirası (2024 yılı için 12.977 TL), (c) Alınan izin/ruhsatta belirtilençalışma bölgesi/güzergâh dışında yolcu taşımacılığınıntespit edilmesi halinde 1.002 Türk lirası (2024 yılı için 6.439 TL) idari para cezası verilir. Fiilin işlendiği tarihten itibaren geriye doğrubir yıl içinde tekerrürü hâlinde,bu fıkrada yer alan idari para cezalarıiki katolarak uygulanır. Yine son fıkrada ise ilgili belediye tarafından tahdit veya tahsis kapsamına alınmış ve bu kapsamda verilmişçalışma izninin/ruhsatının süresi bittiği hâlde, belediye sınırları dahilinde yolcu taşımacılığı yapıldığının tespit edilmesi halinde 1.002 Türk lirası (2024 yılı için 6.439 TL) idari para cezası uygulanmaktadır. Söz konusu para cezaları her yıl yeniden değerleme oranına göre arttırılır. Yine, yukarıda anılan 2918 sayılı Kanunun Ek2/4 maddesi uyarınca işleteni veya sahibi, sürücüsünün kendisi olup olmadığına bakılmaksızın aracın bu maddenin üçüncü fıkrasına aykırı olarak kullanılmaması hususunda gerekli tedbirleri almak ve denetimini yapmakla yükümlü olduğu gerekçesiylebu maddenin üçüncü fıkrasının; (a) bendinin ihlali hâlinde altmış gün, (b) bendinin ihlali hâlinde otuz gün, (c) bendinin ihlali hâlinde ise on beş gün süreyle, Son fıkranın ihlali halinde eksiklik giderilinceye kadar araç trafikten menedilmektedir. 2918 sayılı Kanunun yukarıda yer verilen hükmü uyarınca, belediye sınırları içinde yolcu taşımacılığı yapılabilmesi için ilgili belediyeden yapılacak taşımacılığın niteliğine uygun olarak alınmış çalışma izni/ruhsatı veya güzergah belirleme kararı bulunması gerekmektedir. Bu şart yerine getirilmeden yolcu taşımacılığı yapılması halinde, ilgililer hakkında 2918 sayılı Kanunun Ek 2. maddesinde belirtilen müeyyideler uygulanmaktadır. Ancak, 2918 sayılı Kanunun Ek 2. maddesinde belirtilen müeyyidelerin uygulanabilmesi için öncelikle, anılan düzenleme ile yasaklanan “ilgili belediyede izin veya ruhsat almaksızın, belediye sınırları dâhilinde ticari amaçlı yolcu taşıma” faaliyetininaçık, somut ve her türlü şüpheden uzak bir biçimde ortaya konulması gerekmektedir.Bu husus, ilgililer hakkında uygulanan yaptırımların hukuka uygunluğunun denetiminde dikkate alınacak en temel olgu özelliği taşımaktadır. Danıştay 15. Dairesinin 18.11.2015 tarih ve E:2015/2855, K:2015/7739 sayılı kararında;“… Dava konusu işlem, ilgili belediyeden izin alınmaksızın ticari amaçlı yolcu taşımacılığı yapıldığından bahisle tesis edilmiş ise de, bu durumun olay sırasında düzenlenecek tespit tutanağında yer alacak araç, güzergah, yolcu beyanı, ücret gibi bilgilerle taşımacılığın mahiyetinin kesin bir şekilde ortaya konulması gerekmektedir. Uyuşmazlıkta; davacıya ait araçla ilgili belediyeden izin veya ruhsat almaksızın ticari amaçla taşımacılık yapıldığı her türlü şüpheden uzak, açık ve kesin delillerle ortaya konulmadığından, dava konusu işlemlerde (davacı şirkete ait aracın trafikten menedilmesine ilişkin işlem ile davacıya idari para cezası verilmesine ilişkin işlemde) hukuka uyarlık görülmemiştir. Nitekim, Danıştay 15. Dairesinin 29.09.2015 tarih ve E:2015/5861, K:2015/5480 sayılı kararında;“…Davacıya ait araçla, ilgili belediyeden izin alınmaksızın ticari amaçlı yolcu taşımacılığı yapıldığı hususu, görevli polis memurlarınca düzenlenen tespit tutanağı ile sabit olduğundan, 2918 sayılı Kanun’un Ek 2. maddesinin üçüncü fıkrası uyarınca tesis edilen işlemlerde (davacıya ait aracın geçici olarak trafikten menedilmesine ve idari para cezası verilmesine ilişkin işlemler) hukuka aykırılık bulunmamaktadır. Bu durumda, davanın reddine karar verilmesi gerekirken, dava konusu işlemleri iptal eden İdare Mahkemesi kararında hukuki isabet bulunmamaktadır…” İstanbul Bölge İdare Mahkemesi 8. İdari Dava Dairesinin 06.6.2017 tarih ve E:2017/497, K:2017/952 sayılı kararında;“Bu durumda, davacı şirkete ait araçla ücret karşılığı yolcu taşındığı açık bir şekilde belirlenmediğinden amaç dışı kullanımdan söz edilmesi mümkün olmayıp, 2918 Sayılı Kanun’un Ek 2. maddesine dayanılarak aracın trafikten menedilmesine dair işlemde hukuka uyarlık görülmemiştir…” Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun 20.10.2021 tarih ve E:2021/399, K:2021/1920 sayılı kararında;“Bu durumda, davacıya isnat edilen ve dava konusu işlemlerin sebebi olarak gösterilen “ilgili belediyeden izin/ruhsat almadan ücret karşılığı tarifeli taşımacılık yapmak” eyleminin her türlü şüpheden uzak, açık ve kesin delillerle ortaya konulamadığı anlaşıldığından, dava konusu işlemlerde (aracın geçici olarak trafikten menedilmesine ve idari para cezası verilmesine ilişkin işlemlerde) hukuka uygunluk bulunmadığı sonucuna ulaşılmıştır.” Danıştay 15. Dairesinin 09.9.2015 tarih ve E:2015/2218, K:2015/4885 sayılı kararında;“…Bu durumda, Dairemizin 03.04.2015 tarihli Ara Kararına cevaben istenilen dava konusu işlemlere esas teşkil eden olay yeri tespit tutanağının idarece dosyaya sunulamadığı dava konusu işlemin tesis edildiği tarih itibarıyla her ne kadar söz konusu araca ait güzergah kullanım izin belgesinin bulundurulmadığı gerekçesiyle yaptırım uygulanmış ise de; denetimin yapıldığı ve işlemin tesis edildiği tarihtenbir gün sonra söz konusu belgenin belediyeden temin edildiği görülmüş olup,bu haliyle kişi ve toplum yararı arasındaki dengeyi bozucu nitelikte,hakkaniyet ilkesine ve nesafet kurallarına aykırı olarak tesis edilen dava konusu işlemde(davacıya ait aracın geçici olarak trafikten menedilmesine ve idari para cezası verilmesine ilişkin işlemlerde) hukuka uygunluk görülmemiştir…” Danıştay 15. Dairesinin 04.11.2015 tarih ve E:2015/3289, K:2015/6872 sayılı kararında;“…davacının denetim sırasında personel servis taşımacılığı yaptığı tespit edilen güzergah için davacı tarafından izin belgesi/çalışma ruhsatı alınmadığı, her yıl yenilenmesi gereken izin belgesinin bulunmadığı gerekçesiyle işlem tesis edilmiş ise de söz konusu “C” plakalı araç için Samsun Büyükşehir Belediyesi’nden alınmış servis aracı çalışma ruhsatı bulunduğundan, anılan Kanunun Ek 2. maddesinin üçüncü fıkrası kapsamında ilgili belediyeden izin ve ruhsat almaksızın ticari bir taşımacılık yapıldığından bahsedilemez. Böylece; davacıya ait aracın ilgili belediyeden alınmış servis aracı çalışma ruhsatı bulunması nedeniyle, uyuşmazlık konusu taşımacılık 2918 sayılı Kanun’un Ek 2. maddesinin üçüncü fıkrası kapsamına girmediğinden dava konusu işlemlerde hukuka uyarlık bulunmamaktadır. Danıştay 15. Dairesinin 13.11.2015 tarih ve E:2015/264 sayılı kararında;“… Dava konusu işlemler ve olay tespit tutanağında, ilgili belediyeden izin alınmaksızın ticari amaçlı yolcu taşımacılığı yapıldığı belirtilmiş ise de dosya içerisinde mevcut yolcu beyanları ve davacının yolculardan aldığı bedel dikkate alındığında söz konusu taşımacılığın ‘ticari amaçlı’ olmadığı kanaatine varılmıştır. Uyuşmazlıkta, davacıya ait araçla ilgili belediyeden izin veya ruhsat alınmaksızın yapıldığı iddia edilen yolcu taşımacılığı faaliyetinin ticari maksatla yapılmadığı, bu durumun aksini ortaya koyan dosya içerisinde mevcut herhangi bir delil de olmadığı görüldüğünden, uyuşmazlık konusu taşımacılığın Kanunun Ek 2/3. maddesi kapsamında olduğundan bahisle tesis edilen davaya konu işlemlerde hukuka uyarlık görülmemiştir.” İstanbul 9. İdare Mahkemesi, 15/12/2016 tarih ve E:2016/1348, K:2016/2073 sayılı kararı ile“… 2918 sayılı Kanunun düzenlenme amacının, korsan taşımacılığın engellenmesi olduğu, olayda ise, denetim sırasında araca ait Turizm Servis Aracı Güzergah Kullanım İzin Belgesi bulunduğundan, 2918 sayılı Kanunun Ek 2/3. maddesi uyarınca aracın trafikten yasaklanmasına dair işlemde ve verilen idari para cezasında hukuka uygunluk bulunmadığı..”gerekçesiyle dava konusu işlemleri iptal etmiştir. E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. HANGİ TAŞIMALAR YAPTIRIM KAPSAMINDADIR? (KORSAN TAŞIMA NEDİR?) UBER VE MARTI TAG UYGULAMALARI DENETİM VE YAPTIRIM UYGULAMA YETKİSİ KİMDEDİR? İDARİ PARA CEZASI TRAFİKTEN MEN KARARI ÖRNEK YARGI KARARLARI Benzer yazılar:Yargı Kararlarıyla İmar Kirliliğine Neden Olma SuçuYargı Kararlarıyla Ceza Muhakemesinde Usulden Bozma SebepleriYargıtay Kararlarıyla Muris Muvazaasının İspatı Ve UnsurlarıYargı Kararlarıyla Mühür Bozma Suçu (Mühür Fekki)", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/yargi-kararlariyla-korsan-tasimacilik-uber-marti-tag/"}
{"prompt": "İçindekiler 3194 sayılı İmar Kanunu’nun geçici 16. maddesinde, sit alanı, kıyı, orman ve mera gibi özel kanunlara tabi olan alanlarda bulunan yapıların imar barışından faydalanamayacağına ilişkin herhangi bir hüküm bulunmamaktadır. Bu nedenle, sit alanı, kıyı, orman, mera gibi alanlarda bulunan yapılar için de çok sayıda yapı kayıt belgesi alınmıştır. Bu yapı kayıt belgeleri ilgili idare veya mahkemelere sunulduğunda ise dikkate alınmamış ve bu belgenin özel kanunlara tabi olan alanlarda geçerli olmadığı ifade edilmiştir[1]. Hatta bizzat Çevre ve Şehircilik Bakanı tarafından, Kanunda böyle bir hüküm bulunmamasına rağmen 1. derece arkeolojik sit alanlarında bulunan yapılara yapı kayıt belgesi verilmeyeceği ifade edilmiştir[2]. Yapı kayıt belgesinin imar mevzuatı açısından hukuki niteliğini “Yapı Kayıt Belgesinin Hukuki Niteliği ve Sağladığı Haklar” isimli yazımızda incelemiştik[3]. Bu yazımızda ise sit alanı, kıyı ve orman gibi özel kanunlara tabi olan alanlardaki yapı kayıt belgesi bulunan yapılar hakkında yıkım ve para cezası kararı alınıp alınamayacağı incelenecektir. Bu inceleme yapılırken, uygulamada karşılaşılan sorunlar hakkında tesis edilen idari işlemler, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı görüşü, yargı kararları ve Anayasa Mahkemesinin 04.12.2019 tarih ve E:2019/109, K:2019/91 sayılı kararı esas alınacaktır. 3194 sayılı İmar Kanunu’na eklenen geçici 16. maddeyle hukuk hayatına giren imar barışı düzenlemesi beraberinde çok fazla sorunu da getirmiştir. Bu sorunların temel sebebi ise, genel bir kanun olan İmar Kanunu’na eklenen bir madde ile özel kanunlara tabi olan alanlardaki yapıları da kapsar şekilde düzenleme yapılmış olmasıdır. Ayrıca, imar barışının hangi alanlardaki yapıları kapsadığına ilişkin bir düzenlemeye de yer verilmemiş, sadece imar barışı kapsamına girmeyen alanlar sayılmakla yetinilerek özel kanunlara tabi alanlardaki yapıların durumu muğlak bırakılmıştır. Bir önceki imar affı düzenlemesi olan 2981 sayılı Kanun’un 3. ve 14. maddesinde ise, Kanundan yararlanamayacak yapı ve alanlar sayılmış ve 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu uyarınca belirlenmiş ve belirlenecek yerlerde ve kıyı tanımına giren yerlerde bulunan yapıların imar affından faydalanamayacağı açıkça düzenlenmiştir. Ayrıca, Danıştay kararlarıyla 2981 sayılı Kanun’un 8. ve 10. maddelerinin yorumundan; hazine, belediye il Özel idarelerine ait veya Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün idare etmekte olduğu arsa ve arazilerin bu Kanun kapsamında olduğu, Devletin hüküm ve tasarrufu altında olan mera, orman gibi yerlerin ise Kanundan yararlanma olanağı bulunmadığı kabul edilmiştir.[4] 3194 sayılı İmar Kanunu’nun geçici 16. maddesi ve Yapı Kayıt Verilmesine İlişkin Usul ve Esaslar Tebliği’ne göre imar barışından faydalanamayacak olan yapılar şunlardır: 1- 31/12/2017 tarihinden sonra yapılmış olan yapılar 2- Üçüncü kişilere ait özel mülkiyete konu taşınmazlarda bulunan yapılar 3- Kesinleşmiş planlar neticesinde sosyal donatı alanı olarak belirlenmiş ve Maliye Bakanlığınca aynı amaçla değerlendirilmek üzere ilgili kurumlara tahsis edilmiş Hazineye ait taşınmazlar üzerinde bulunan yapılar 4- 2960 sayılı Boğaziçi Kanunu’nda tanımlanan Boğaziçi sahil şeridi ve öngörünüm bölgesi içinde Kanuna ekli kroki ile listede sınır ve koordinatları gösterilen alanda bulunan yapılar 5- İstanbul tarihi yarımada içinde Kanuna ekli kroki ile listede sınır ve koordinatları gösterilen alanlarda bulunan yapılar 6- 6546 sayılı Çanakkale Savaşları Gelibolu Tarihi Alan Başkanlığı Kurulması Hakkında Kanunun 2 nci maddesinin birinci fıkrasının (e) bendinde belirlenmiş Tarihi Alanda bulunan yapılar. Yukarıda sayılanlar dışında özel kanunlar kapsamında kalan alanlardaki yapıların imar barışı kapsamında olmadığına ilişkin hiçbir kanun, yönetmelik, tebliğ ve genelge bulunmamaktadır. Aksine, aşağıda aktardığımız karar ve idari işlemlerde, özel kanunlar kapsamında kalan alanlarda bulunan yapılara yapı kayıt belgesi verilebileceği açıkça ifade edilmiştir. Anayasa Mahkemesi’nin 04.12.2019 tarih ve E:2019/109, K:2019/91 sayılı kararında;2863 sayılı Kanun kapsamında korunması gerekli taşınmaz kültür varlığı olarak tescil edilmiş bir yapı için alınan yapı kayıt belgesinin dava konusu yapının kullanımına imkân sağladığı ifade edilmiştir. Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğünün “3194 Sayılı İmar Kanunu’nun geçici 16. Maddesi (İmar Barışı) Uyarınca Yapılacak Olan İşlemler” Konulu 06.07.2018 tarih ve 2018/8 sayılı Genelgesinin 9. sayfasında; özel kanunlara(6306 sayılı Kanun, Kıyı Kanunu, Mera Kanunu, Toprak Koruma Kanunu, Orman Kanunu, Doğal Sit, Arkeolojik Sit, Kentsel Sit, Askeri Güvenlik Alanı vs.)tabi olan alanlarda bulunan taşınmazlarla ilgili olarak Yapı Kayıt Belgesi alınması mümkün olduğu belirtilmiştir[5]. Aynı şekilde, Çevre ve Şehircilik Bakanlığında imar barışı işlemlerini yürütmekle görevli olan Alt Yapı ve Kentsel Dönüşüm Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nün 11.10.2019 tarih ve E.238362 sayılı yazısında da;“Özel Kanunlar (Kıyı, Orman, Mera, Toprak Koruma, Doğal Sit, Arkeolojik Sit, Kentsel Sit, Askeri Güvenlik Alanı vs.) kapsamında kalan yapılar için Yapı Kayıt Belgesi alınabilir.”denilerek, özel kanunlara tabi alanlarındaki yapılara yapı kayıt belgesi verilebileceği belirtilmiştir. Dolayısıyla, 1. derece arkeolojik ve doğal sit alanları da dahi olmak üzere sit alanlarında, orman, kıyı ve mera alanlarında bulunan yapılara yapı kayıt belgesi verilmeyeceğine ilişkin hiçbir yasal düzenleme bulunmadığından, bu alanlarda 31 Aralık 2017 tarihinden önce yapılmış olan yapılar için alınan yapı kayıt belgeleri geçerlidir. Bu nedenle, bu yapılara yapı kayıt belgesi verilemeyeceğine ilişkin giriş kısmında aktardığımız ve gündemin sıcaklığı üzerine yapılan açıklamaların da yasal dayanağı bulunmamaktadır. İmar Barışı düzenlemesinin yasal dayanağı olan 3194 sayılı İmar Kanunu’nun geçici 16. maddesinin 4. fıkrasında; Yapı Kayıt Belgesi verilen yapılarla ilgili İmar Kanunu ve 2960 sayılı Boğaziçi Kanunu uyarınca alınmış yıkım kararları ile tahsil edilemeyen idari para cezalarının iptal edileceği düzenlenmiştir. İmar barışı düzenlemesi, yapı kayıt belgesi alan yapının kullanımına imkân sağlamakta ve İmar Kanunu ve Boğaziçi Kanunu uyarınca yıkım ve para cezası alınmasını engellemektedir. Bununla birlikte, yapı kayıt belgesi verilen taşınmazlar yönünden ilgili özel kanun hükümlerinin uygulanamayacağına ilişkin açık bir hüküm bulunmamaktadır.[6] 3194 sayılı Kanun’un “İstisnalar” başlıklı 4. maddesinde ise, özel kanunlarla belirlenen veya belirlenecek olan yerlerde, İmar Kanunu’nun özel kanunlara aykırı olmayan hükümlerinin uygulanacağı hüküm altına alınmıştır Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın 11.10.2019 tarihli yazısında da Yapı Kayıt Belgesinin sadece 3194 sayılı İmar Kanunu uyarınca alınan yıkım kararlarını kaldıracağı, özel Kanunlar kapsamında alınan yıkım kararlarını ise kaldırmayacağı ifade edilmiştir. Bu kapsamda uygulama alanı en fazla olan özel Kanunların ayrı ayrı değerlendirilmesinde fayda bulunmaktadır. 2863 sayılı Kanun’un 16. maddesine göre, bu Kanun’a tabi alanlardaki ruhsatsız yapılaşma hakkında 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 32. ve 42. maddeleri uyarınca, belediye encümeni veya il daimî encümeninin yıkım ve para cezası kararı verme yetkisi bulunmakta ise de[7]; yapı kayıt belgesinin bulunması durumunda İmar Kanunu’nun geçici 16. maddesinin 4. fıkrası uyarınca, İmar Kanunu’na göre yıkım ve para cezası kararı alınamaz. 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’nun 57. maddesinde;“Korunması gerekli taşınmaz kültür ve tabiat varlıkları ve koruma alanları ile sit alanlarına ilişkin uygulamaya yönelik kararlar almak.”koruma kurullarının görevleri arasında sayılmıştır. 3194 sayılı Kanun’un geçici 16. maddesinde yer alan düzenlemenin, 2863 sayılı Kanun hükümlerinin uygulanmasına engel oluşturmaması nedeniyle, ilgili Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu veya Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Komisyonu tarafından, eski eser niteliğindeki tescilli yapılardaki izinsiz yapılaşmalar ve sit alanlarında bulunan yapılar hakkında doğrudan yıkım kararı alınabilir[8]. Fakat, 2863 sayılı Kanunda ruhsatsız yapılaşma nedeniyle idari para cezası verileceğine ilişkin hüküm bulunmadığı için, bu Kanun uyarınca idari para cezası verilmesi mümkün değildir. 3621 sayılı Kıyı Kanunu’nun 13. maddesinde, Kıyı Kanun’u kapsamında kalan alanlardaki uygulamaların kontrolünün; belediye ve mücavir alan sınırları içinde belediye, dışında ise valilikçe yürütüleceği, 14. maddesinde ise, Kıyı Kanun’u kapsamında kalan alanlarda ruhsatsız yapılar ile ruhsat ve eklerine aykırı yapılar hakkında 3194 sayılı İmar Kanunu’nun ilgili hükümleri uygulanacağı düzenlenmiştir. Bu nedenle, Kıyı Kanunu’nun 14. maddesi uyarınca, kıyı ve sahil şeridinde bulunan yapılar hakkında Kıyı Kanunu uyarınca yıkım ve para cezası kararı alınması mümkün değildir.[9] Kıyı Kanunu’nun 14. maddesinin göndermede bulunduğu İmar Kanunu’nun 32. ve 42. maddelerine göre para cezası verilmesi de mümkün değildir. Zira, İmar Kanunu’nun Geçici 16. maddesinin 4. fıkrası ile, yapı kayıt belgesi alan yapılar hakkında belediye veya il özel idaresi tarafından İmar Kanunu uyarınca yıkım ve para cezası kararı alınması engellenmiştir. Kıyı veya sahil şeridinde bulunan alanlar devletin hüküm ve tasarrufu altında olsa dahi, Kıyı Kanunu’nun 14. maddesindeki açık hüküm nedeniyle, 775 sayılı Gecekondu Kanun’u uyarınca da yıkım kararı alınamaz.[10] İmar Kanunu’nun Geçici 16. maddesi ve Yapı Kayıt Belgesi Tebliği uyarınca; “Özel kanunları kapsamında kalan ve bu özel kanunlara göre değerlendirilmesi gereken”ve bu nedenle satılamayacak olan taşınmazların hangileri olduğu ise, 26 Aralık 2019 tarih ve 30990 sayılı Resmî Gazetede Yayımlanan 396 sayılı Milli Emlak Genel Tebliğinde sayılmıştır. Bu başlık altında satılması mümkün olmayan hazine taşınmazları üzerinde bulunan yapıların durumu incelenecektir. Devletin özel mülkiyetinde veya hüküm ve tasarrufu altındaki orman, mera, yayla, yol ve yeşil alan gibi alanlarda bulunan ruhsatsız yapılar hakkında, İmar Kanunu uyarınca yıkım ve para cezası verilmesi mümkün ise de[11]; 3194 sayılı İmar Kanunu’nun Geçici 16. maddesinin 4. fıkrası uyarınca yapı kayıt belgesi bulunması durumunda İmar Kanunu’na göre yıkım ve para cezası kararı alınamaz. Devletin özel mülkiyetinde veya hüküm ve tasarrufu altındaki alanlarda bulunan ve yapı kayıt belgesi alan yapılar hakkında 775 sayılı Gecekondu Kanunu uyarınca yıkım kararı alınmasını engelleyen herhangi bir hüküm bulunmadığı için, bu Kanun uyarınca yıkım kararı alınabilir. Ancak, Gecekondu Kanunu’nda başkaca bir yaptırım öngörülmediği için 775 sayılı Kanuna göre idari para cezası verilemez.[12] Fakat, yukarıda da açıkladığımız üzere, kıyı veya sahil şeridinde bulunan taşınmazlar devletin hüküm ve tasarrufu altında olsa dahi, Kıyı Kanunu’nun 14. maddesindeki açık hüküm nedeniyle 775 sayılı Gecekondu Kanun’u uyarınca da yıkım kararı alınamaz. Devletin özel mülkiyetinde veya hüküm ve tasarrufu altında bulunan yapılar hakkında, 2886 sayılı Devlet İhale Kanunu’nun 75. maddesi uyarınca tahliye kararı da alınabilir. Devletin özel mülkiyetinde ya da devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan taşınmaza yapılan müdahalenin men’i ve yapı kayıt belgeli yapının kal’i (yıkımı) talebiyle adli yargıda dava açılması da mümkündür. Nitekim, mera vasıflı taşınmaza sürülmek, depo ve WC yapılmak suretiyle müdahalede bulunulduğu gerekçesiyle açılan müdahalenin men’i ve yapıların kal’i talepli bir davada, Konya Bölge Adliye Mahkemesi 1. Hukuk Dairesince verilen kararda; “3194 Sayılı İmar Kanunu Geçici Madde 16’da, hazineye ait araziler üzerine inşa edilen ve yapı kayıt belgesi alınan taşınmazların satışı için, hak sahibinin talebi ve rayiç bedelin ödenmesinden başka bir şart öngörmemiştir. Ancak Kanun’da yer almamasına karşın, bu maddenin uygulanmasına ilişkin yönetmelikte “Hazineye ait taşınmazlardan özel kanunları kapsamında kalan ve bu özel kanunlara göre değerlendirilmesi gerekenler dışında kalanlar”ın Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na devredileceği ve sonrasında satılabileceği düzenlenmiştir. Yönetmelikte geçen “özel kanunları kapsamında kalan ve bu özel kanunlara göre değerlendirilmesi gereken taşınmazlar” ifadesinden anlaşılması gereken taşınmazlar 313 Sıra No’lu Milli Emlak Genel Tebliği’nde (R.G.: T.29.08.2007, S.26628) sayılırken 1. Fıkranın i bendinde 25/2/1998 tarihli ve 4342 Sayılı Mera Kanunu kapsamında kalan taşınmazların satılamayacağı ve devredilemeyeceği düzenlenmiştir. Şu halde, ister mülkiyet rejimi dışında kalsın isterse özel yasal düzenlemeler çerçevesinde devri yasaklanmış bulunsun, Hazineye ait bu nitelikteki taşınmazlar üzerine inşa edilen yapılar için alınan yapı kayıt belgesinin, mülkiyetin devri imkanı tanımadığı ortadadır. Bu taşınmazlar üzerinde yapılaşmaya engel yasal düzenlemelerin varlığı nedeni ile yapı kayıt belgesi, zilyetliğin muhafazasına da imkân tanıyamayacaktır. Aksinin kabulü halinde anayasal güvence altına alınan devlet ormanlarının, yasal düzenlemelerle güvence altına alınan mera yaylak kışlak gibi kamu malı niteliğindeki taşınmazların üzerinde yapı kayıt belgesi ile hakka dayanan zilyetlik tesisi gündeme gelecektir. Somut olayda; yukarıda açıklanan ilkeler dikkate alındığındamera vasfındaki dava konusu taşınmaza ilişkin yapı kayıt belgesi düzenlenmesi sahibine mülkiyetin devri imkanı tanımadığı gibi zilyetliğin muhafazası imkanı da tanımadığındandavalının bu yöndeki istinaf itirazlarının reddi gerekmiştir.” Gerekçeleriyle tartışmalı bir şekilde yapı kayıt belgesi dikkate alınmamıştır.[13] Görüldüğü üzere, yapı kayıt belgeli yapının bulunduğu alanın tabi olduğu mülkiyet rejimine göre çok farklı ihtimaller doğmaktadır. Yargı kararlarına konu olmaya başlayan imar barışı düzenlemesinin ileride çok farklı hukuki sorunlara sebep olacağı anlaşılmaktadır. İmar Kanunu’nun Geçici 16. maddesinin 3. fıkrasında yer alan“Yapı Kayıt Belgesi yapının kullanım amacına yöneliktir.”hükmü nedeniyle, Kanunla kullanım hakkı verilmiş olan yapının 775 sayılı Gecekondu Kanunu’nun 2. maddesi uyarınca“izinsiz yapı”ve bu yapı sahibinin de 2886 sayılı Devlet İhale Kanunu’nun 75. maddesi uyarınca“fuzuli şagil”olarak nitelendirilip nitelendirilemeyeceği sorunu ortaya çıkacaktır. Anayasa Mahkemesince benzer bir durumla ilgili verilen ihlal kararı emsal olacak niteliktedir. Anayasa Mahkemesinin kararına konu olayda; 2981 sayılı İmar Affı Kanunu uyarınca verilen tapu tahsis belgesi ile kullanılan taşınmazın sit alanı ilan edilmesi nedeniyle tahliyesine karar verilmiştir. Taşınmaz ayrıca 6831 sayılı Kanun’un 11. maddesine göre orman olarak belirlenen taşınmazlardan olup, Orman Bakanlığı’na tahsislidir. Bu işleme karşı açılan davanın reddedilerek kesinleşmesi üzerine bireysel başvuruda bulunulmuştur. Anayasa Mahkemesince verilen kararda; taşınmazın kamu yararı amacıyla tahliye edilmek istenmesine rağmen binanın değerinin ödenmemesi veya zararı telafi edici öneriler sunulmaması, mülkiyet hakkının (yapı yönünden) ihlali sonucunu doğurduğuna karar verilmiştir.[14] Sonuç olarak, hangi yolla olursa olsun yapı kayıt belgesi alan yapı yıkılmak isteniyorsa, öncelikle yapı sahibinin zararı karşılanmalı veya zararını telafi edici önlemler sunulmalıdır. Yapı kayıt belgeli yapının üzerinde bulunduğu hazine veya belediye mülkiyetinde olan taşınmazın satışı mümkün kılan yapı kayıt belgesinin, bu yapının yıkımına da engel oluşturacağını kabul etmek gerekir. Bu nitelikteki yapı kayıt belgesinin, 2981 sayılı Kanun kapsamında verilen tapu tahsis belgesiyle benzer hakları sağladığı söylenebilir. Zira, tapu tahsis belgesi, ıslah imar planı veya kadastro planları yapıldıktan sonra hak sahiplerine verilecek tapuya esas teşkil eder. Aynı şekilde yapı kayıt belgesi de hazine ve belediye taşınmazını doğrudan satın alma hakkı tanır. Bu nedenle, tapu tahsis belgesi bulunan yapı hakkında İmar Kanunu[15], Gecekondu Kanunu[16]ve 2886 sayılı Kanun[17]uyarınca yıkım ve para cezası kararı alınması mümkün olmadığı gibi, hazine ve belediye taşınmazını satın alma hakkı tanıyan yapı kayıt belgesi bulunması durumunda da yıkım ve para cezası kararı alınamayacağı kabul edilmelidir. Hazine veya belediyeye ait taşınmazın satışı mümkün değil ise, yukarıda aktardığımız Anayasa Mahkemesi kararı doğrultusunda, yapının değerinin ödenerek veya zararı telafi edici öneriler sunularak yıkım ve tahliye işlemlerinin uygulanması gerekir.[18] Kıyı, orman ve mera niteliğindeki taşınmazlar, devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunması gereken yerlerdendir ve bu nitelikteki taşınmazların özel mülkiyete konu olması mümkün değildir. Fakat, bu nitelikte olmasına rağmen özel mülkiyette bulunan taşınmazlar da mevcuttur. Bu taşınmazların tapuları, açılacak olan tapu iptali davasıyla hükümsüz hale gelmediği sürece, bu taşınmazlar üzerinde bulunan yapılar hakkında 775 sayılı Gecekondu Kanunu, 2886 sayılı Devlet İhale Kanunu uyarınca yıkım ve tahliye kararı alınamaz[19]ve adli yargıda müdahalenin men’i ve yapının kal’i (yıkımı) kararı verilemez[20]. Bu nitelikteki taşınmazlar üzerinde bulunan ruhsatsız yapılar hakkında İmar Kanunu uyarınca yıkım ve para cezası verilmesi mümkün ise de; 3194 sayılı İmar Kanunu’nun Geçici 16. maddesinin 4. fıkrası uyarınca, İmar Kanunu’nun 32. ve 42. maddelerine göre yıkım ve para cezası kararı alınmasını engellemektedir. Kat mülkiyetine tabi olan yerde, mimari projeye aykırı imalatlar yapılıp, ortak alana müdahale edildikten sonra imar barışı kapsamında yapı kayıt belgesi alınması Kat Mülkiyeti Kanunu’na aykırılığı ortadan kaldırmaz.[21]Böyle bir durumda yapı kayıt belgesi sadece belediye veya il özel idaresi tarafından İmar Kanunu’na göre yıkım ve para ceza kararı verilmesini engeller. Aynı şekilde, tecavüzlü yapı nedeniyle mülkiyet hakkına veya yapının manzarayı kapatması nedeniyle komşuluk hakkına dayanılarak açılan müdahalenin meni ve kal’i talepli davalarda sunulan yapı kayıt belgelerinin, komşuluk hukukundan ve mülkiyet hakkından kaynaklanan hakları ortadan kaldırmayacağı gerekçesiyle hükme esas alınmayacağı kabul edilmektedir.[22] Yapı kayıt belgesi verilmiş ve yapı kullanma izni bulunmayan yapılara, imar mevzuatı açısından“yapı kullanma izni”verilmiş yapılara tanınmış haklar tanınmaktadır.[23]Fakat, 3194 sayılı Kanun’un Geçici 16. maddesinde yapı kayıt belgesi verilen taşınmazlar yönünden ilgili özel kanun hükümlerinin uygulanmayacağına ilişkin açık bir hüküm bulunmaması nedeniyle, özel kanunlara tabi alanlarda bulunan yapılar hakkında Kanunlarında açık hüküm bulunması halinde yıkım ve para cezası kararı alınması mümkündür. Bununla birlikte, İmar Kanunu’nun Geçici 16. maddesinin 3. fıkrasında yer alan“Yapı Kayıt Belgesi yapının kullanım amacına yöneliktir.”hükmü nedeniyle, Kanunla kullanma hakkı verilen yapının yıkılması veya tahliye edilmesi isteniliyorsa, yapı sahibinin zararının da giderilmesi gerekmektedir. Aksi halde, mülkiyet hakkının (yapı yönünden) ihlali sonucunu doğuracaktır. [1]https://www.hurriyet.com.tr/gundem/orman-kanunu-hatirlatmasi-41047361 [2]https://www.ntv.com.tr/ekonomi/1-derece-sit-alanlarinda-imar-barisi-basvurusu-kabul-edilmeyecek,IAFEsEgCmEWM_y9XjFFY7w [3]https://www.hukukihaber.net/yapi-kayit-belgesinin-hukuki-niteligi-ve-sagladigi-haklar-makale,7704.html [4]Danıştay 6. Dairesi, 20.05.2010 tarih ve E:2008/3412, K:2010/5161 sayılı kararı; Danıştay 6. Dairesi, 18.02.2005 tarih ve E:2004/3883, K:2005/971 sayılı kararı [5]https://www.tkgm.gov.tr/sites/default/files/icerik/ekleri/2018-8_sayili_genelge_0_0.pdf [6]Anayasa Mahkemesinin 04.12.2019 tarih ve E:2019/109, K:2019/91 sayılı kararı [7]Danıştay 14. Dairesi, 17.04.2018 tarih ve E:2015/7611, K:2018/2836 sayılı kararı [8]Danıştay 14. Dairesi, 22.02.2018 tarih ve E:2016/448, K:2018/854 sayılı kararı [9]Danıştay 14. Dairesi, 17.01.2019 tarih ve E:2016/2325, K:2019/247 sayılı kararı [10]Danıştay 14. Dairesi, 16.04.2018 tarih ve E:2015/1967, K:2018/2697 sayılı kararı [11]Danıştay 14. Dairesi, 31.01.2018 tarih ve E:2016/219, K:2018/352 sayılı kararı [12]Danıştay 14. Dairesi, 30.04.2015 tarih ve E:2013/4541, K:2015/3481 sayılı kararı [13]Konya BAM 1. Hukuk Dairesi, 23.05.2019 tarih ve E:2019/349, K:2019/424 sayılı kararı [14]Anayasa Mahkemesi, 2. Bölüm, 10.06.2015 tarih ve B.No:2013/6670 sayılı kararı [15]Danıştay 14. Dairesi, 26.04.2016 tarih ve E:2014/6749, K;2016/3287 sayılı kararı [16]Danıştay 14. Dairesi,19.02.2013 tarih ve E:2012/6817, K:2013/1034 sayılı kararı [17]Danıştay 17. Dairesi, 29.03.2016 tarih ve E:2015/2250, K:2016/2157 sayılı kararı [18]Anayasa Mahkemesi, 2. Bölüm, 10.06.2015 tarih ve B.No:2013/6670 sayılı kararı [19]Danıştay 17. Dairesinin 03.02.2016 tarih ve E:2015/3381, K:2016/600 sayılı kararı [20]Yargıtay 8. Hukuk Dairesi, 03.07.2018 tarih ve E:2016/19959, K:2018/14817 sayılı kararı [21]Bursa BAM, 4. Hukuk Dairesi, 10.01.2019 tarih ve E:2018/1213, K:2019/125 sayılı kararı [22]Adana BAM, 1. Hukuk Dairesi, 05.03.2019 tarih ve E:2019/197, K:2019/237 sayılı kararı [23]İstanbul Bölge İdare Mahkemesi 5. İdari Dava Dairesinin 30.04.2019 tarih ve YD İtiraz No: 2019/507 sayılı kararı E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. GİRİŞ SİT ALANI, KIYI, ORMAN GİBİ ÖZEL KANUNLARA TABİ ALANLARDA BULUNAN YAPILARA VERİLEN YAPI KAYIT BELGESİ GEÇERLİ MİDİR? ÖZEL KANUNLARA TABİ ALANLARDA BULUNAN VE YAPI KAYIT BELGESİ ALAN YAPILAR HAKKINDA YIKIM VE PARA CEZASI KARARI ALINABİLİR Mİ? SATILMASI MÜMKÜN OLMAYAN TAŞINMAZLAR ÜZERİNDEKİ YAPI KAYIT BELGESİ ALAN YAPILARIN DURUMU HAZİNENİN VEYA BELEDİYENİN MÜLKİYETİNDE BULUNAN VE YAPI KAYIT BELGESİ SAHİBİNE SATIN ALMA HAKKI TANINAN YAPILARIN DURUMU DEVLETİN HÜKÜM VE TASARRUFU ALTINDA OLMASI GEREKEN YERİN ÖZEL MÜLKİYETTE BULUNMASI DURUMU MÜLKİYET HAKKI, KOMŞULUK HAKKI, KAT MÜLKİYETİ KANUNU VE YAPI KAYIT BELGESİ SONUÇ Benzer yazılar:Tapu Tahsis Belgesi Yürürlükten KalkıyorYapı Kayıt Belgesinin İptali ve Sonrasındaki SüreçYargı Kararlarıyla İmar Para CezalarıYapı Kayıt Belgesinin Hukuki Niteliği Ve Sağladığı Haklar", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/sit-alani-kiyi-orman-gibi-ozel-kanunlara-tabi-alanlardaki-yapi-kayit-belgesi-bulunan-yapilar-hakkinda-yikim-ve-para-cezasi-karar-alinabilir-mi/"}
{"prompt": "İçindekiler İmar kirliliğine neden olma suçu pek çok yurttaş tarafından işlenen hatta kimi zaman bilgisizlik veyahut yaptığı işin kanun kapsamına girdiğinin farkında olmadan işlenen bir suçtur. Nitekim bu suç mevzuata 2004 yılında girdiğinden yurtdaşların geleneksel eylem tarzlarından kaynaklanan anlayışları bakımından hala yeni bir suç olarak değerlendirilebilir. Kimi zaman mülk sahipleri tarafından küçük veya önemsiz gibi görünen değişiklikler suç kapsamına girmekte ve yurttaşlar bakımından hiç beklenmedik sonuçlar doğurabilmektedir. Aşağıda bu suç kapsamında dikkat edilmesi gerektiğini düşündüğümüz bazı hususlara ilişkin yargı kararlarını çeşitli başlıklar altında sunuyoruz. Bunlardan özellikle etkin pişmanlıkla ilgili düzenlemenin önemli olduğunu ve ilgili yargı kararlarının dikkate alınmasının yararlı olacağını düşünüyoruz. Aşağıda bulacağınız, İmar Kirliliğine Neden Olma suçunun farklı yönlerine ilişkin kararlar arasında özellikle üzerinde durmak istediğimiz ve uygulamada çok da farkında olunmadığını değerlendirdiğimiz bir husus, bu suç kapsamındaki etkin pişmanlık kurumudur. Etkin pişmanlık birçok suç bakımından cezada indirim sebebiyken İmar Kirliliğine Neden Olma suçu kapsamındaki etkin pişmanlık cezanın tüm sonuçlarıyla birlikte ortadan kalkmasını sağlar. Üstelik İmar Kirliliğine Neden Olma Suçu kapsamındaki etkin pişmanlık, kişi yargılama sonucunda suçlu bulunup cezaya mahkum edilse bile suçun cezasının tüm sonuçlarıyla ortadan kaldırılmasını sağlayabilmektedir. Bu da henüz infazı tamamlanmamış cezalardan kurtulma yahut başka bir yargılamada HAGB alınmasının önündeki hukuki engelleri kaldırabilme imkanı anlamına gelmektedir. Etkin Pişmanlık Kurumunun bu suç bakımından önemine binaen öncelikle bu suçla ilgili etkin pişmanlık bakımından verilmiş yargı kararlarıyla başlıyoruz. Yargıtay bir kararında imar kirliliği suçundan ceza alan ve hakkında hükmün açıklanmasının geri bırakılması ve 5 yıl süreli denetim kararı verilen şahsın etkin pişmanlık göstermesi neticesinde 5 yıl süreli denetim süresinin kalan kısmının ortadan kaldırılıp davanın düşürülmesine karar vermiştir.(Yargıtay 4. Ceza Dairei 2009/17546 Esas ve 2009/17330 Karar) Yapının belediye tarafından yıkılması durumunda, fail, belediyenin yıkım masraflarını ödediği takdirde etkin pişmanlığın gerçekleştiği kabul edilmektedir. Kaçak yapı belediye tarafından yıkılırsa suçtan ceza verilmiş olsa dahi yıkım masrafları ödenip cezanın tüm sonuçlarıyla ortadan kaldırılmasını istemek ihmal edilmemelidir.(Yargıtay 4 Ceza Dairesi2013/21621 E. 2014/31660K.) (Yargıtay 4 Ceza Dairesi 2013/21668 E. 2014/31659K.) İdarenin, yaptığı yıkım masrafını cebri icra ile tahsil ettiği durumlarda, failin bedeli ödemek zorunda kaldığı, cebren ödeme yapmanın etkin pişmanlıktaki ”pişmanlık” şartını gerçekleştirdiğinin kabul edilemeyeceği gerekçesiyle failin etkin pişmanlık hükümlerinden faydalandırılmaması gerektiğine hükmedilmektedir.(Yargıtay 4 Ceza Dairesi 2014/37436E. 2014/35867 K.) Bu suçla ilgili bir diğer önemli düzenleme de İmar Kanunu madde 42/7’dir. Buna görebu suçtan ceza alanlar encümenin verdiği İmar Para Cezasını kaldırtabilirlerve ödeme yapmışlarsageri alabilirler.Hatta bu suçu sit alanında işlediği için 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanununa göre cezalandırılanların dahi imar para cezalarını kaldırtabilecekleri/geri alabilecekleri yönünde kararlar bulunmaktadır.(Danıştay 14. D. Esas 2015/4933 Karar:2018/4060 T. 24.05.2018-İzmir BİM 4. İDD Esas 2017/100 Karar 2017/166 21.02.2017) Bu suç kanundaki özel düzenlemeye istinaden pişmanlık kapısını her zaman açık tutsa da ortada izinsiz bir imalat bulunmasına rağmen ceza verilmeyeceği halleri bilmekte fayda bulunuyor. – Kaçak bina yapma eylemimücavir alanda işlendiğinde suç sayılacağı yönünde kararlar bulunduğu gibi(Yargıtay 4. Ceza Dairesi 27.10.2009 tarih, 2008/2606 E. ve 2009/17255 K.) Suçun sadece Belediye sınırları ve özel imar rejimine tabi yerlerde işlenebileceği,mücavir alanda kaçak bina yapmanın suçu oluşturmadığı yönünde yakın tarihli kararlar da bulunmaktadır.(Yargıtay 12. CD., E. 2018/2311 K. 2019/3870 T. 21.3.2019) –Köy yerleşik alanı içerisinde yapılan kaçak/ruhsatsızbinasuçun unsurlarını oluşturmaz. (Yargıtay 18. CD., E. 2015/15324 K. 2015/11976 T. 25.11.2015) -Bina yapımına yönelik olarak demir, çimento, tuğla vs. gibi malzemelerin getirilmesi hazırlık hareketi sayılır ve suç oluşmaz ancak temel kazmak için ilk kazma vurulduğu anda suç oluşur. Bu suçta teşebbüs uygulanmaz. (Yargıtay 18. CD., E. 2017/1094 K. 2017/3713 T. 4.4.2017) – Suçun yürürlüğe girdiği12.10.2004 tarihinden önce yapılan kaçak binalarsuç kapsamına girmez.(Yargıtay 4. CD., E. 2013/22261 K. 2014/33410 T. 19.11.2014) –Zemin üzerine temelsiz olarak yerleştirilen üstü kapalı ancak etrafı açık nitelikteki ruhsatsız büfe, imar kirliliğine neden olmasuçu oluşturmaz.(Yargıtay 4. CD., E. 2013/27242 K. 2014/31061) – ”İşyerinin ön bahçesinde demir profil üzerine kiremit çatı örtüsü ile kapatılmak suretiyle yapılan sundurmaniteliğindeki ruhsata aykırı yapının, bina niteliğinde olmaması karşısında, suçun öğelerinin oluşmadığı”(Yargıtay 4. CD., E. 2013/20724 K. 2014/24679 T. 09.09.2014) – ”3194 sayılı İmar Kanunu’nun 21/3. maddesinde ruhsat gerektirmeyen yapım işlerininderz, iç ve dış sıva, boya, badana, oluk, dere, doğrama, döşeme ve tavan kaplamaları, elektrik ve sıhhi tesisat tamirleri ile çatı onarımı ve kiremit aktarılması ve yönetmeliğe uygun olarak mahallin hususiyetine göre belediyelerce hazırlanacak imar yönetmeliklerinde belirtilecek taşıyıcı unsuru etkilemeyen diğer tadilatlar ve tamiratlarsuçu oluşturmaz.” (Yargıtay Kararı – 4. CD., E. 2013/22261 K. 2014/33410 T. 19.11.2014) –Şantiye binası geçici olduğu içinruhsat gerektirmez. İzin/ruhsat gerektirmeyen bir eylem için de izin alınmadığı gerekçesiyle ceza verilemez. (Danıştay 6. Dairesi, Esas:1996/1411, Karar:1997/1423, Tarih:18.03.1997) – ”Sanığın, kendisine ait bağımsız bölüm şeklindekimeskeninin balkonunu duvar örerek kısmen net kullanım alanına dahil etmebiçiminde gerçekleşen eyleminin, yeni bir alan kazanımı sağlamaması ve suça konu bu yapının bina niteliğinde olmaması karşısında imar kirliliğine neden olma suçunun öğelerinin oluşmadığı” (Yargıtay 4. CD., E. 2012/30523 K. 2014/25111 T. 10.09.2014) – ”Sanığın,ruhsatlı binanın balkonunu PVC doğrama ile kapatmasışeklindeki imalatın, bina niteliğinde olmaması” (Yargıtay 4. CD., E. 2012/28360 K. 2014/25936 T. 17.09.2014) – ”Sanığın, suça konu binadakibalkonların bir kısmını duvar ördürerek odaya dahil etmek suretiyle balkonu küçültüp, kapalı net kullanım alanını genişletmebiçiminde gerçekleşen eyleminin, yeni bir alan kazanımı sağlamaması ve suça konu bu yapının bina niteliğinde olmaması” (Yargıtay 18. CD. E. 2015/15448 K. 2016/18450 T. 30.11.2016) – ”Yargılamaya konudeponun üstünün açık olmasıve alan kazanımının söz konusu olmaması karşısında, yapılan yapının 3194 sayılı kanunun 5. maddesinde tanımı yapılan bina vasfında olmadığı, bu sebeple suçun unsurlarının oluşmadığı” (Yargıtay 18. CD., E. 2015/15057 K. 2015/13359 T. 14.12.2015) -”Açıkyüzmehavuzuyapımının bina niteliğinde olmaması nedeniyle imar kirliliği suçunu oluşturmaması” (Yargıtay Kararı – 18. CD., E. 2016/12788 K. 2018/14535 T. 7.11.2018) -”Sanığın,binanın depo ve sığınak olarak ayrılan bölümlerini, daire şeklinde kullanılmak üzere değiştirmesibiçiminde gerçekleşen eyleminin, yeni bir alan kazanımı sağlamaması ve suça konu bu yapının bina niteliğinde olmaması” (Yargıtay 18. CD., E. 2015/28914 K. 2016/3380 T. 24.2.2016) -”Sanığın işletmesinin önüne yaptığı,üzeri açılır kapanır tente ile kapatılmış profilden yapının, “bina” niteliğinde olmadığı ve bu nedenle yüklenen suçun kanuni unsurlarının oluşmadığı” (Yargıtay 18. CD., E. 2015/15023 K. 2015/13868 T. 21.12.2015) -”Çelik konstrüksiyondan geçici nitelikte serayapılması şeklindeki eylemin imara aykırılık teşkil etmediği gözetilerek, suçun unsurları oluşmadığından”(Yargıtay 18. CD., E. 2015/41007 K. 2017/3270 T. 22.3.2017) -”Sanığın, kendisine ait bağımsız bölüm şeklindekimeskeninin terasını ahşap doğrama ve cam ile kapatmasıbiçiminde gerçekleşen eyleminin, yeni bir alan kazanımı sağlamaması ve suça konu bu yapının bina niteliğinde olmaması” (Yargıtay 4. CD., E. 2013/19981 K. 2014/29820 T. 21.10.2014) ”Yargılamaya konudeponun üstünün açık olmasıve alan kazanımının söz konusu olmaması” (Yargıtay 18. CD., E. 2017/547 K. 2017/6284 T. 22.5.2017) ” ‘Çatı yıkma’bina niteliğinde olmadığından bu suçu oluşturmayacağı” (Yargıtay 18. CD., E. 2015/38748 K. 2016/5744 T. 23.3.2016) – Dava zamanaşımını kesen en son işlemden sonra 8 yıl geçmiş ve hüküm verilmemişse suç zamanaşımına uğrar ve ceza verilmez, düşme kararı verilir. (Yargıtay CGK., E. 2018/392 K. 2021/444 T. 5.10.2021) – 38 metre uzunluğunda yığma tuğla duvar inşasısuç oluşturmaz.(Yargıtay 4. Ceza Dairesi 2010/1854 E. 2012/ 4870 K.) – Ruhsatlı binanınçatısının çelik konstrüksiyon malzeme kullanılarak kapatılmasısuçu oluşturmaz.(Yargıtay 4.Ceza Dairesi 2010/4436 E. 2010/3966 K.) – Binanınzeminkatındaki iki dükkanın arasındaki duvarın kaldırılarak tek dükkanhaline getirilmesi.(Yargıtay 4.Ceza Dairesi 2011/21338 E. 2012/26052 K.) – İşyeri vitrinini kapatmak için yapılan kepenkler.(Yargıtay 4. Ceza Dairesi 2012/15051 Esas 2012/28152 Karar) – Gayrimenkul vasfı taşımayan, zemine herhangi bir şekilde bağlı olmayan, temelsiz, imalatı ve kullanımı için ruhsat gerekmeyen üç adet konteyner.(Yargıtay 4. Ceza Dairesi 2013/23055 E. 2014/31439 K.) –Subasman seviyesini aşmayan zemin terası ve üzerine yapılan pergola.(Danıştay 14. Dairesi 2015/9242 E. 2018/1644 K.) – Yıkılan çatının yeniden yapılması. (yeniden inşa edilen çatının projesine uygun olmak şartıyla)suçu oluşturmaz.(Yargıtay 4. Ceza Dairesi 2013/8880 E. 2013/9358 K.) – İstanbul İmar Yönetmeliğinde açık çıkmaların ruhsat gerektirmeden kapalı olarak yapılabileceğinin belirtilmesi karşısında, yönetmelikteki bu tanıma uygun olarak inşa edilen kapalı çıkmaların yapılmasısuçu oluşturmaz.(Yargıtay 4. Ceza Dairesi 2011/6288 E. 2011/16748 K. Sayılı) –Yargıtay suçun oluşması için binanın tamamlanma şartını aramamakta”bina inşaatına fiilen başlanmasını” yeterli saymaktadır.( Yargıtay 4. Ceza Dairesi 2009/8789 E. 2011/8428 K.) -“Toprak zemin üzerine kalıcı nitelikte beton dökülmek suretiyle yapılan inşai faaliyetin, TCK’nın 184. maddesinde tanımını bulan, teşebbüse elverişli olmayan suçu oluşturduğu”(Yargıtay 4. Ceza Dairesi 2013/31814 E. 2014/31607 K.) – Arsa sahibinin arsasında ”bina” yapması için bir kimseye müsaade etmesi durumunda arsa sahibi ”suça iştirak eden” olarak cezalandırılır.(Yargıtay 4.Ceza Dairesi 2008/1409 E. 2009/13644 K.)Suça konu inşai faaliyeti yapan kiracı ya da müteahhit olabilir. Mal sahibi izinsiz inşai faaliyetten haberdarsa faaliyeti gerçekleştirenle birlikte suçtan cezalandırılır. -Ruhsat almayan müteahhitin, ustaları bu durumdan haberdar ettiği ispatlanamazsa ceza verilmemesi gerekir.(Yargıtay 4. Ceza Dairesi 2010/27045 E. 2012/2535 K.) -Kaçak binanın ilgili idare tarafındanmühürlenmesindensonra inşaata devam edilmesi durumunda zincirleme suç hükümleriuygulanarak tek bir suçtan artırılarak ceza verilir. Ancak iddianamenindüzenlenmesi hukuki kesinti sayılır ve iddianame tarihinden sonra inşaata devam edildiği tespit edilirse iddianameden sonraki inşai faaliyetler ayrı bir suç oluşturur veiki ayrı suçtan ceza verilir. (Yargıtay 4. Ceza Dairesi 2009/5936 E., 2011/5795 K.) -Yüklenicinin aynı anda birden fazla komşu parsel sahibiyle anlaşma yapıp inşaata başlaması durumunda, her malik ile ayrı ayrı yapılan sözleşmelerin her birinin bağımsız bir suç işleme kastı ve ayrı bir İmar Kirliliğine Neden Olma suçu oluşturduğu kabul edilmektedir.(Yargıtay 4. Ceza Dairesi 2013/20641 E. 2014/33202 K.) – Yargıtay TCK 184 kapsamındaki eylemlerin koruma alanlarında gerçekleşmesi durumunda TCK 44 fikri içtima kurallarının uygulanmasına ve sadece daha ağır ceza gerektiren 2863 Sayılı Kanuna göre ceza verilmesine hükmetmektedir.(Yargıtay 4 Ceza Dairesi 2013/22194 E. 2014/32306 K.)Benzer bir karar:Yargıtay 12. Ceza Dairesi 2011/9631 Esas 2012/23122 Karar. Kaçak yapının mühürlenmesinden sonra inşaata devam edilmesi durumunda mühür bozma suçu da gündeme gelecektir. Bu durumda mührün bozulması ayrı bir suç oluşturur ve gerçek içtima kuralları uygulanarak hem İmar Kirliliğine Neden Olma hem de Mühür Bozma suçlarından ayrı ayrı ceza verilir.(Yargıtay 4.Ceza Dairesi. 2006/10351 E. 2008/20186K. )Benzer bir karar.Yargıtay 4.Ceza Dairesi 2007/13103E. 2009/13642 K. E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. İMAR KİRLİLİĞİNE NEDEN OLMA SUÇUNDA ETKİN PİŞMANLIK İMAR KİRLİLİĞİNE NEDEN OLMA SUÇU NEDENİYLE VERİLEN CEZANIN İMAR PARA CEZALARINA ETKİSİ İMAR KİRLİLİĞİNE NEDEN OLMASUÇUNUNOLUŞMADIĞI HALLER İMAR KİRLİLİĞİNE NEDEN OLMA SUÇUNATEŞEBBÜS İMAR KİRLİLİĞİNE NEDEN OLMA SUÇUNDAİŞTİRAK İMAR KİRLİLİĞİNE NEDEN OLMA SUÇUNDAİÇTİMA Benzer yazılar:Yargı Kararlarıyla Tiny HouselarYargı Kararlarıyla Ceza Muhakemesinde Usulden Bozma SebepleriYargıtay Kararlarıyla Muris Muvazaasının İspatı Ve UnsurlarıYargı Kararlarıyla Mühür Bozma Suçu (Mühür Fekki)", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/yargi-kararlariyla-imar-kirliligine-neden-olma-sucu/"}
{"prompt": "İçindekiler ÖZET:Eşitlik, neredeyse tüm kanun koyuculardan, filozoflara herkesin ülküsü olmuş ve bu yoldaki hukuki ve siyasi mücadeleler insanlığın medeniyet yolculuğunun adeta kilometre taşları olagelmiştir. İmar Barışı amacıyla çıkarılan Yapı Kayıt Belgelerine ilşikin düzenlemde Anayasada öngörülen ilke ve kurallar bağlamında irdelenecek birçok husus olmakla birlkte, bunlar arasında kamu vicdanını ençok rahatsız eden husus eşitlik ilkesi bağlamında bu düzenlemeden yararlananlar ile yararlanamayanlar arasında yaratılan hakkaniyete aykırı aşırı ölçüsüzlük halidir. 3194 sayılı Yasaya 11.5.2018 tarihli ve 7143 sayılı Yasanın 16. Maddesi ile eklenen ve İmar Barışı düzenlemesinin kapsamını“31/12/2017 tarihinden önce yapılmış yapılar”olarak belirleyen kuralın yasalaşma sürecine bakıldığında bu tercihin hiçbir haklı ve nesnel gerekçesine yer verilmediği görülmektedir. Bu süreçte yasa teklifi ve komisyon görüşmelerinde 3194 sayılı Yasanın geçici 16. maddesine eklenen fıkra hükümleri tekrar edilmiş, maddenin farklı fıkralarına dair bazı itirazlara cevaplar yer almıştır. Ancak bu düzenlemeyle yaratılan farklı muamelenin amacı ve aracı arasında hakkaniyete uygun bir denge kurulamamıştır. Netice olarak, 11.05.2018 tarihinde yapılan düzenlemede miladın 31/12/2017 olarak belirlenmek suretiyle bu tarihten önce yapılan yapılar lehine meydana gelen bu ayrıcalıkla bir tarafa ekonmik değer ifade eden mülkiyet hakkı niteliğinde yüksek menfaatler bahşedilirken, düzenlemeden yararlanamayanlar bakımından orantısız bir mağduriyet ve külfet yaratılmaktadır. Üstelik kapsam dışı kalan binaların tamamen yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya olması gerçeği yaratılan mağduriyetin vehametini artırmaktadır. Bu bağlamda, yapı kayıt belgesinin iptali sebebine dayalı davaların görülmesi sırsında Anayasaya aykırılık iddiasında bulunulması halinde, bundan olumlu sonuç alabilmek için diğer bir anlatımla mahkemenin iddiayı ciddi bulması için konunun doğru gerekçelendirilmesi önem arz ettiğinden, konuyu etraflıca incelemenin yararlı olacağı düşünülmüştür. Sağlıklı, yaşanabilir ve insan onuruna yakışır yerleşme yerleri ile bu yerlerdeki yapılaşmaların plan, sağlık ve çevre şartlarına uygun teşekkülünü sağlama amacına yönelik konular 3194 sayılı İmar Kanunu kapsamında düzenlenmiştir. Bununla birlikte planlama birçok konuyu ilgilendiren multidisipliner bir alandır. Bu nedenle yerleşim yerlerinin fiziksel mekânı ile ilgili olarak çıkarılmış bulunan birçok yasa, kanun hükmünde kararname, tüzük, yönetmelik ve genelge planlama sırasında kullanılmakta olup, bütün bunlar imar mevzuatını oluşturmaktadır. Yasa koyucu yerleşim yerlerinin sağlıklı, çağdaş gelişmesi için gerekli düzenlemeleri bu alandaki temel düzenleme olan İmar Kanunu kapsamında ele almış ve nitekim, kaçak yapıların, Yapı Kayıt Belgesi altında kayıt altına alınmasına yönelik son düzenlemeyi 3194 sayılı Kanuna geçici 16 . madde eklenmek suretiyle yapmıştır.Bu maddenin içeriğine baktığımızda, bir yönüyle yapı kayıt belgesi sahibine mülkiyet hakkı kapsamında mütalaa edilecek ekonomik değeri olan bir kısım hak ve menfaatler sağlayan; diğer yönüyle de, tahsil edilemeyen idari para cezaları için af niteliğinde bir düzenleme öngörmektedir. Diğer yandan, yasa koyucu burada sürecin tarihini 31/12/2017 olarak belirlemiş, ancak bu miladı anayasallık denetimine esas olacak şekilde, hangi ölçüleri esas alarak nasıl belirlediği konusunda, ne genel gerekçede ne de madde gerekçesinde kamu vicdanını tatmin eden herhangi bir açıklamaya yer vermemiştir. Anayasa’nın 2. maddesinde, Cumhuriyet’in değiştirilemez nitelikleri arasında hukuk devleti ilkesine yer verilmiştir. Hukuk devleti, yasa koyucunun evrensel hukuk kurallarına uymasını zorunlu kılan bir ilkedir. Devlet ferdin insan haysiyetine uygun bir norm içinde yaşamasını gerçekleştirecek tüm önlemleri almakla kalmayıp, tüm bunları hukuk devleti ve adalet anlayışına uygun olarak, Anayasada sayılan istisnalar dışında eşitlik ilkesi içinde yerine getirmekle yükümlüdür. Yasaların genel ve nesnel olması ve kişiye özgü olmaması gerekmektedir. Yasaların bu ögelere uygun çıkarılması hukuk devleti olabilmenin en temel koşullarından birisidir. Bu bağlamda, çalışmamızda ilk önce imar barışına dair düzenleme ana hatlarıyla irdelenecek ardından imar barışı düzenlemesinin anayasallık denetimine esas olacak ölçütler bağlamında eşitlik ilkesi bazlı değerlendirilmesi yapılacak, daha sonra ise bu düzenlemeden kaynaklanan davaların görülmesi sırasında Anayasaya aykırılık iddialarının yapılmasına ilişkin açıklamalara yer verilecektir. 3194 sayılı İmar Kanunu’na ilave edilen geçici 16. Maddesiyle, genel gerekçesinde de ifade edildiği gibi, vatandaşla Devlet arasında imar barışı yapılmak istenmiş ve mali yükümlülükleri yerine getirilmeden yapılmış kaçak yapıların, Yapı Kayıt Belgesi altında kayıt altına alınması amacıyla, halk arasında “imar barışı” olarak adlandırılan kısmen imar affı kısmen de bundan yararlananlara mülkiyet hakkı niteliğinde ekonomik menfaatler bahşeden bir düzenleme yapılmış ve yürürlüğe girmiştir. Düzenlemeyle, ruhsatsız, ruhsat ve eklerine aykırı veya imar mevzuatına aykırı yapıların kayıt altına alınması ile dönüşüm projelerine finans sağlanarak dönüşümün daha hızlı ve etkin yapılması amacıyla; 31/12/2017 tarihinden önce yapılmış yapıların yapı sahiplerine, müracaatları üzerine ve beyanlarına göre hazırlanacak Yapı Kayıt Sistemine işlenmesi ve bu yapılara su, elektrik ve doğalgaz bağlanabilmesi imkanı sağlanmaktadır. (TBMM Yasama Dönemi 26, Yasama Yılı 3., Sıra Sayısı: 557 (1/944) İle Plan Ve Bütçe Komisyonu Raporu) Düzenlemede “yapı kayıt belgesinin” hangi amaçla ihdas edildiği hususu, anılan maddenin (3) fıkrasında “Yapı Kayıt Belgesi yapının kullanım amacına yöneliktir.” şeklindeaçıkça ifade edilmektedir. Ayrıca, YapıKayıtBelgesinin kullanım amacına yönelik misyonuna paralel olarak, bu yapılara talep hainde geçici olarak su, elektrik ve doğal-gaz bağlanabileceğine dair adeta tamamlayıcı bir hüküm getirilmiştir. Söz konusu belgenin geçerli olduğu süre, anılan maddenin, (10) fıkrasında “Yapı Kayıt Belgesi, yapının yeniden yapılmasına veya kentsel dönüşüm uygulamasına kadar geçerlidir” şeklindeki fıkrada açıkça düzenlemiştir. Buna göre, yapı kayıt belgesi, ait olduğu yapı yeniden yapılıncaya kadar veya kentsel dönüşüm uygulamasına kadar üzerinde bulunduğu arzın mülkiyetine tabi olarak belge sahibine o yapıyı kullanma ve yararlanma hakkı vermektedir. TMK’nın 683. maddesine göre, mülkiyet hakkının içeriği bir şeye malik olan kimsenin o şey üzerinde dilediği gibi kullanma, yararlanma ve tasarrufta bulunma yetkisine sahip olması olarak tanımlanmaktadır. Doktrinde ve yargı içtihatlarında kısacaekonomik değer ifade eden ve parayla değerlendirilebilen her türlü mal varlığı hakkı mülkiyet olarak ifade edilmektedir.AYM mülkiyet hakkının kapsamını “meşru beklenti” kavramı yoluyla genişletme eğilimi sergilemektedir. Bu bağlamda çok sıkı şartlar altında olsa da, belli durumlarda bir ekonomik değer veya icrası mümkün bir alacağı elde etmeye yönelik meşru bir beklentinin Anayasa ve Sözleşme’nin ortak koruma alanında yer alan mülkiyet hakkı güvencesinden yararlanabileceği kabul edilmektedir. Düzenlemenin özü, mülkiyet hakkının bir unsuru olan taşınmazı “kullanma” hak ve yetkisinin yapı kayıt belgesi sahibine yasal olarak tanınmasından ibarettir. Diğer bir anlatımla yapı kayıt belgesi sahibi adeta sınırlı ayni hak sahibi gibi o taşınmazın üzerinde bulunun ve arzın mülkiyetine tabi olan yapının kullanma hakkına kavuşmaktadır. Nitekim Yargıtay aşağıdaki kararında arazinin mülkiyetinin üstündeki yapıları da kapsayacağı vurgulanmaktadır. “Yasal ayrıcalıklar dışında, TMK’nın 684/1 ve 718/2 maddeleri hükümlerine göre, arazinin mülkiyeti ve buna bağlı olan tasarruf hakkı o arazide kalıcı olmak koşuluyla yapılan şeyleri de kapsar...” (14. Hukuk Dairesi 2017/1023 E. , 2020/7711 K) İmar mevzuatına aykırı yapılaşma önlenemediğinden ruhsatsız veya ruhsata aykırı yapılarla ilgili zaman zaman geçici nitelikte yasalar çıkarılmaktadır. Nitekim en son 3194 saylı Kanunun geçici 16. maddesiyle bir kısım düzenlemeler yapılmış ve bu kapsamda anılan maddenin (4) fıkrasında“Yapı Kayıt Belgesi verilen yapılarla ilgili bu Kanun uyarınca alınmış yıkım kararları ile tahsil edilemeyen idari para cezaları iptal edilir.”hükmüne yer verilmiştir. Böylece esasında imar mevzuatının öngördüğü ilke kural ve standartlara aykırı olan yapılara ruhsatlı yapılar gibi kullanma ve yararlanma olanağı sağlanmış ve tahsil edilmemiş para cezaları da iptal edilmiştir. Bu düzenleme İmar Kanununun parçası gibi görünse de sonuç itibariyle kapsamına aldığı suçlar cezalarının iptali yoluyla özel affa uğramaktadırlar. Elbette ki af kanunu çıkarma Anayasa’da öngörülen esaslara uygun olmak şartı ile kanun koyucunun takdir yetkisi kapsamındadır. Kabahatlerin TCK’dan çıkarılmasının ardından idari yaptırımların ve para cezalarının hangi hukuk dalına gireceği hususunda tartışmalar başlamıştır. Genel olarak ceza hukukçularına göre, kabahatlerin suç olmaktan çıkarılıp ayrı bir kanunda düzenlenmesi onların niteliklerini değiştirmeyeceği kabul edilmektedir. (İdari Para Cezası, Arş. Gör. Sibel Can, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/98184 s.409) Bu tartışmalar bir yana, konumuz itibarıyla, “idari” olarak tanımlansa da birey bir itham altında kalmakta ve Devletin zorlayıcı gücü altında sonuçta ceza niteliğinde bir yaptırıma muhatap olmaktadır. Söz konusu düzenlemeyle sonuçta bu idari para cezası iptal edilmek suretiyle affedilmektedir. Fakat bu af sadece tahsil edilmeyen cezaları kapsamakta ancak Devlete ve yasalara güvenerek cezalarını ödeyenler ise bu olanaktan yararlanmamaktadırlar. Bu durumun hakkaniyete aykırı olduğu ve kamu vicdanında yaratacağı rahatsızlığı vurgulamakta yarar vardır. .Yasalar özel, güncel ve geçici bir durumu gözetmeyen, belli bir kişiyi hedef almayan kuralları içermelidir. Ancak söz konusu düzenlemeyle, yasa koyucu tarafından bizatihi İmar Kanunun öngördüğü yapılaşma ilkelerine, plan, fen, sağlık ve çevre şartlarına uygun olmayan yapılara göz yumulmakta, adeta yasanın bir kısım yapılar için uygulaması askıya alınmaktadır. Böylelikle bu yapı sahipleri yönünden ayrıcalıklar yaratılmakta ve binaları imar mevzuatına aykırılıklarını koruduğu halde imar mevzuatının sağladığı hukuki imkânlara kavuşmaktadırlar. Burada irdelenmesi gereken husus imar barışı kapsamının 31/12/2017 olarak belirlenmesinin ve bu tarihten önce yapılan yapılar lehine meydana gelen bu ayrıcalığın ve ayrımın imar barışının amacı ile hangi ölçüde örtüştüğü ve bunun nesnel ve makul bir temele dayanıp dayanmadığıdır. Diğer bir anlatımla yasa koyucunun bu konudaki takdir hakkını kullanırken bağlı olduğu hukukun temel ilkelerine ve Anayasada öngörülen ilke ve kurallara ne ölçüde uygun davrandığıdır. Hukuk devletinin genel tanımı bellidir ama hukuk devleti, herşeyin yasalarla çerçevelendiği bir yasa devleti değildir ve yasa koyucunun sınırsız bir takdir hakkı yoktur. Anayasa’nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti; insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve yasalarla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir. Hukuk devletinin temel ilkelerinden biri de ölçülülüktür. Bu ilke ise elverişlilik, gereklilik ve orantılılık olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır. Elverişlilik, getirilen kuralın ulaşılmak istenen amaç için elverişli olmasını, gereklilik, getirilen kuralın ulaşılmak istenen amaç bakımından gerekli olmasını, orantılılık ise getirilen kural ile ulaşılmak istenen amaç arasında olması gereken ölçüyü ifade etmektedir.. (Esas Sayısı : 2017/162, Karar Sayısı : 2018/100) O halde Hukuk Devletinde yasa koyucu takdir hakkını kullanırken Anayasa ve hukukunun temel ilkelerine bağlı kalmalıdır. Bununla birlikte yasayla güdülen amacın gerçekleştirilmesini sağlamaya dönük olarak getirilen kuralın orantılılık, elverişlilik ve gereklilik vasıfları bakımından nesnel bir makuliyete sahip olup olmadığının da gözetilmesini gerektirir. Diğer yandan Anayasanın 5. maddesinde “Devletin temel amaç ve görevleri, …kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.” denilmiştir. Bu bağlamda devlet zaman zaman imar barışı adı altında birtakım düzenlemelerle ruhsatsız veya ruhsat ve eklerine aykırı yapılara güvenceler tanımaktadır. Devletin yaptığı bu geriye dönük yasaya aykırılıkların hukukilik tanınmasının kamu yararına olup olmadığı bir yana bu düzenlemede sadece “31/12/2017 tarihinden önce yapılmış yapılar” için böyle bir imar barışının getirilmesinin haklı ve nesnel bir nedenin ortaya konulmadığı anlaşılmaktadır. 3194 sayılı Yasaya 11.5.2018 tarihli ve 7143 sayılı Yasanın 16. Maddesi ile eklenen bu fıkranın yasalaşma sürecine de bakıldığında bu tercihin hiçbir haklı ve nesnel gerekçesine yer verilmediği görülmektedir. Bu süreçte yasa teklifi ve komisyon görüşmelerinde 3194 sayılı Yasanın geçici 16. maddesine eklenen fıkra hükümleri tekrar edilmiş, maddenin farklı fıkralarına dair bazı itirazlara cevaplar yer almıştır. Ancak “31/12/2017 tarihinden önce yapılmış yapılar” ifadesinin tercihi hususunda hiçbir haklı ve nesnel gerekçe ortaya konulmamıştır. (https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem26/yil01/ss557.pdf). Anayasa Mahkemesi eşitlik ilkesi yönünden yapılacak anayasallık denetiminde öncelikle Anayasa’nın 10. maddesi çerçevesinde aynı ya da benzer durumda bulunan kişilere farklı muamelenin mevcut olup olmadığını incelemekte, bu bağlamda aynı ya da benzer durumdaki kişiler arasında farklılık gözetilip gözetilmediğini araştırmaktadır. Yapılacak bu belirlemenin ardından ise farklı muamelenin nesnel ve makul bir temele dayanıp dayanmadığı ve ölçülü olup olmadığı hususları irdelenir. Ölçülülük ilkesi, amaç ve araç arasında hakkaniyete uygun bir dengenin bulunması gereğini ifade eder. Diğer bir ifadeyle bu ilke, farklı muamelenin öngörülen objektif amaç ile orantılı olmasını gerektirir (Bkz., Anayasa Mahkemesi 11/6/2020 tarihli ve E.2019/2 K.2020/28 sayılı karar). Bu bağlamda, 3194 sayılı İmar Kanununun Geçici 16. Maddesiyle, öngörülen tarihten sonraki bina sahipleri için yani bu düzenlemeden yararlananlar bakımından mülkiyet hakkı kapsamında kıymetli bir hak ve menfaat bahşedildiği tartışmasızdır. Bu durumda düzenlemeden yararlanamayanlar bakımından, Devletin aynı konumda bulunan kimseler arasında hakkaniyete aykırı ve içinde hak ve yükümlülükler bağlamında orantısız eşitsizlik barındıran düzenleme yaptığı, diğer anlatımla yasa koyucunun takdir yetkisinin sınırlandıran ilke ve kurallara uygun davranmadığı değerlendirilmektedir. Böylece yasa koyucu tarafından düzenlemeden yararlanamayanlar bakımından “ruhsatsız veya ruhsat ve eklerine aykırı yapıların kayıt altına alınması ve imar barışının sağlanması” amacıyla örtüşmeyen, hakkaniyete aykırı farklı bir muamele yaratılmıştır. Ölçülülük ilkesi açısından değerlendirildiğinde ise, kamu vicdanı tatmin etmeyen haklı ve nesnel bir nedene dayanmayan bu farklılık, düzenlemeden yararlanamayanlar bakımından aşırı bir mağduriyet ve külfet yüklemektedir. Yanı sıra kapsam dışı binalar tamamen yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya olduğundan, sahiplerinin mülkiyet hakkının geri döndürülemez şekilde ihlali söz konusu olabilecektir. Anayasanın “Anayasaya aykırılığın diğer mahkemelerde ileri sürülmesi” başlıklı 152. maddesinde “ Bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir kanun veya Cumhurbaşkanlığı kararnamesinin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır.” denilmektedir. Bu çerçevede bir konunun Anayasaya aykırı olduğu ve iptali talebiyle Anayasa Mahkemesi önüne taşınması için ilk önce ilgili kuralın görülen davanın çözümünde uygulanacak kurallardan olması gerekir. Daha sonra ise anayasaya aykırılık iddialarının davanın görüldüğü mahkemece ciddi bulunması gerekmektedir. Anayasa aykırılık iddiası davanın taraflarınca dile getirilebileceği gibi mahkemece de res’en Anayasaya aykırılık itirazında bulunulabilir. 3194 sayılı İmar Kanunu’na eklenen geçici 16. Maddeyle öngörülen düzenleme ile 31/12/2017 tarihinden önce inşa edilmiş yapıların sahipleri yararına, sonra inşa edilen yapı sahiplerinin ise mağduriyetine sebebiyet verilmekte dolayısıyla bu kimselerin hakkı çiğnenmekle bir eşitsizlik doğmuş olmaktadır. Burada irdelenmesi gereken husus bu eşitsizliğin haklı bir nedene dayanıp dayanmadığıdır. Şayet haklı nedene dayanmakta ise, Kanun önünde eşitlik ilkesine aykırılık söz konusu olmayacaktır Söz konusu düzenlemeye baktığımızda, 3194 sayılı Kanun’un geçici 16. Maddeye göre, “ruhsatsız veya ruhsat ve eklerine aykırı yapıların kayıt altına alınması ve imar barışının sağlanması amacıyla 31/12/2017 tarihinden önce yapılmış yapılar için” yapı kayıt belgesi verilebilecek ve bu yapılarla ilgili bu Kanun uyarınca alınmış yıkım kararları ile tahsil edilemeyen idari para cezaları iptal edilecektir. Bu kurala göre anılan tarihten sonra ki yapılara yapı kayıt belgesi verilmeyecek, İmar Kanunu uyarınca alınmış yıkım kararları uygulanacak ve tahsil edilemeyen idari para cezaları tahsil edilecektir. Bu bağlamda, 3194 sayılı İmar Kanununun Geçici 16. Maddesiyle öngörülen düzenlemenin kapsamında olanlar ile yararlanamayanlar arasında hakkaniyete aykırı orantısız bir eşitsizlik barındıran bir durum ortaya çıkmıştır. Yasa koyucunun burada takdir yetkisini hangi nesnel ve objektif nedenlere bağlı olarak kullandığını ortaya koymadığı, dolayısıyla Anayasal ilke ve kurallara uygun davranmadığı değerlendirilmektedir. E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. GİRİŞ İMAR BARIŞININ KAPSAMI ANAYASAYA AYKIRILIK HALLERİ SONUÇ Benzer yazılar:Yapı Kayıt Belgesinin Hukuki Niteliği Ve Sağladığı HaklarSit Alanı, Kıyı, Orman Gibi Özel Kanunlara Tabi Alanlardaki Yapı Kayıt Belgesi Bulunan Yapılar Hakkında Yıkım Ve Para Cezası Karar Alınabilir Mi?Yapı Kayıt Belgesinin Kısmen İptaliİmar Barışı 2024 – Yapı Kayıt Belgesi Hakkındaki Teklifin Hukuki Değerlendirilmesi", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/yapi-kayit-belgesinin-iptali-davalarinda-anayasaya-aykirilik-iddiasi/"}
{"prompt": "İşbu Kullanım Koşullarında kullanılan kısaltmalar aşağıdaki gibidir: Site: bilginhukuk.av.tr domain adına sahip internet sitesi. Ziyaretçi: Siteyi kullanan tüm kullanıcı ve müşterilerin genel tanımıdır. Kullanım Koşulları: Burada düzenlenen ve zaman zaman uğrayabileceği değişikliklerle birlikte Web Sitesi’nin tabi olduğu kullanım koşulları ile Gizlilik Politikası’na ilişkin düzenlemelerdir. Gizlilik Politikası: Kullanım Koşulları altında düzenlenen, gizliliğe ilişkin düzenlemelerdir. Bu web sitesinin telif hakları Gökhan Bilgin’e aittir. Kullanıcıların kişisel bilgi edinmesi ve ürün tanıtımları amacıyla siteye internet yoluyla erişim hakkı tanınmıştır. Bu web sitesi içinde ulaşılan yazılı, görsel, işitsel içerik, tasarım, bilgiler, bilgisayar programları ya da diğer unsurlar, Gökhan Bilgin’ın yazılı izni olmaksızın kısmen ya da tamamen, hiç bir yöntemle kopyalanamaz, çoğaltılamaz, dağıtılamaz, yayınlanamaz, değiştirilemez, eklemeler ya da çıkarmalar yapılamaz, ticari maksatla kullanılamaz, alıntı yapılamaz. Yazılı izin alınarak bu web sitesinden yapılacak alıntılar,” Gökhan Bilgin’e aittir” ifadesi ile birlikte kullanılmalıdır. Bu web sitesinde verilen bilgilerin doğruluğunu ve güncelliğini sağlamak için özen gösterilmektedir. Ancak, Suat ŞİMŞEK, bu sitedeki bilgilerin yanlışlığından ya da belirtilen amaçların dışında kullanılmasından kaynaklanabilecek zarar ve sorunlardan ötürü sorumluluk kabul etmez. Bu web sitesi üzerinde kamuya açık olmayan alanlar bulunmaktadır. Söz konusu alanlara özel giriş koduyla girilmektedir. Giriş yetkisi olmayan kişilerin bu alanlardaki bilgiyi herhangi bir yöntemle kısmen ya da tamamen, olduğu gibi ya da değiştirerek edinmesi, okuması, kopyalaması, çoğaltması, dağıtması, yayınlaması ve programları kullanması suç teşkil etmektedir. Söz konusu alanlara giriş yetkisi olan kişiler, buradaki bilgi ve programlara yalnızca kişisel erişim ve kullanım yetkisi almışlardır. Bu kişilerin söz konusu bilgileri ve programları kısmen ya da tamamen, olduğu gibi ya da değiştirerek yetkisi olmayan kişilere göstermesi, kullandırması, kopyalaması, çoğaltması, dağıtması ve yayınlaması suç teşkil etmektedir. Gökhan Bilgin, bu web sayfasında belirtilen ve hukuksal olarak suç oluşturan fiilleri gerçekleştiren kişilere karşı suç duyurusunda bulunma ve kanuni yollara başvuru hakkını saklı tutar. Gökhan Bilgin, herhangi bir bildirimde bulunmaksızın ya da herhangi bir sebep göstermeksizin her zaman Kullanım Koşulları’nı değiştirme hakkını saklı tutar. Gökhan Bilgin Kullanım Koşulları ile ilgili her türlü uyuşmazlık Türkiye Cumhuriyeti yasalarına tabidir ve uyuşmazlıkların çözümünde İstanbul mahkemeleri ve icra daireleri yetkilidir. İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız.", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/web-sitesi-kullanim-kosullari/"}
{"prompt": "İçindekiler 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 32. ve 42. maddelerinin konusunu, ruhsatsız veya ruhsat ve eklerine aykırı olan “YAPI” oluşturmaktadır. Bu nedenle, yapı niteliğinde olmayan imalatlar hakkında bu maddeler uyarınca yıkım ve para cezası verilemez. Türk Ceza Kanunu’nun 184. maddesinde düzenlenen “imar kirliliğine neden olma” suçunun konusunu ise “BİNA” oluşturmaktadır. Bu yazımızda, imar hukuku açısından ruhsata tabi olan kavramı ile “esaslı tadilat – basit tadilat” ayrımı ele alınacaktır. Ayrıca, yargı kararlarından örnekler verilerek konu somutlaştırılacaktır. 3194 sayılı Kanunun “Tanımlar” başlıklı 5. maddesinde Yapı;“karada ve suda, daimi veya muvakkat, resmi ve hususi yer altı ve yer üstü inşaatı ile bunların ilave değişiklik ve tamirlerini içine alan sabit ve müteharrik tesisler”olarak tanımlanmıştır. Bina ise;“kendi başına kullanılabilen, üstü örtülü ve insanların içine girebilecekleri ve insanların oturma, çalışma, eğlenme veya dinlenmelerine veya ibadet etmelerine yarayan, hayvanların ve eşyaların korunmasına yarayan yapılar”olarak tanımlanmıştır. Görüldüğü üzere yapı kavramının çok geniş bir uygulama alanı mevcuttur. Yapının en önemli ve en sık görülen şeklini binalar oluştursa da bina yapıya göre daha dar bir tanıma sahiptir. Her binanın yapı niteliğinde olduğunu, fakat her yapının bina niteliğinde olmadığını belirtmek gerekir. Örneğin, istinat duvarı, iskele, temel betonu gibi imalatlar birer yapıdır, ancak bina değildir. Bir imalatın yapı niteliğinde olup olmadığının belirlenmesindeki en belirleyici unsur, taşınmazın durumunda değişiklik meydana getiren ve insan tarafından yapılan “inşai” bir faaliyetin olup olmadığıdır. Danıştay ve İstinaf kararlarında ruhsata tabi yapı olarak kabul edilen imalatlara şu örnekler verilebilir; Danıştay ve İstinaf kararlarında ruhsata tabi yapı olarak kabul edilmeyen imalatlara ise şu örnekler verilebilir: Kural olarak, ruhsatlı bir yapıda sonradan yapılan ilave ve değişiklikler hakkında yıkım ve para cezası kararı alınabilmesi için, bu değişiklikleri “Esaslı Tadilat” niteliğinde olması gerekmektedir. Basit tadilat kapsamında kalan ilave ve değişiklikler ruhsata tabi olmadığı için, bu nitelikteki ilave ve değişiklikler için yıkım ve para cezası kararı alınamaz. 03.07.2017 tarih ve 30113 sayılı Resmi Gazatede yayımlanan Plânlı Alanlar İmar Yönetmeliği’nin 4/y bendinde, hangi değişikliklerin esaslı tadilat kapsamında olduğu sayılmıştır. Buna göre; Esaslı tadilat olarak sayılmış ve esaslı tadilatın ruhsata tabi olduğu düzenlenmiştir. Yönetmeliğin 58. maddesinin 1. fıkrasında ise;“Mevcut yapının esaslı tamir ve tadili, yürürlükteki mevzuat hükümlerine aykırı olmaması şartı ile imar planı, bu Yönetmelik hükümleri ve diğer ilgili mevzuat hükümlerine uygun olarak yapılabilir.Ancak, ilave esaslı tamir ve tadil yapılabilmesi için ruhsat alınması zorunludur.”hükmüne yer verilmiştir. Plânlı Alanlar İmar Yönetmeliği’nin 4/y bendinde, hangi değişikliklerin basit tamir ve tadilat kapsamında olduğu sayılmıştır. Buna göre; Basit tamir ve tadilat olarak sayılmıştır. Yönetmeliğin 59. maddesinin 1. fıkrasında ise; Ruhsata tabi olmadığı düzenlenmiştir. Danıştay ve İstinaf kararlarında ruhsata tabi esaslı tadilatlara şu örnekler verilebilir; [1]Danıştay 14. Dairesi, 15.05.2018 tarih ve E:2017/2929, K:2018/3670 sayılı kararı; İstanbul BİM, 5. İDD, 12.03.2019 tarih ve E:2018/502, K:2019/869 sayılı kararı. [2]Danıştay 14. Dairesi, 28.06.2018 tarih ve E:2015/7938, K:2018/4895 sayılı kararı [3]Danıştay 14. Dairesi, 25.09.2018 tarih ve E:2015/5877, K:2018/5685 sayılı kararı [4]Danıştay 14. Dairesi, 21.06.2018 tarih ve E:2016/297, K:2018/4874 sayılı kararı [5]Danıştay 14. Dairesi E:2015/2991, K:2018/5933 sayılı kararı [6]Danıştay 14. Dairesi, 20.09.2018 tarih ve E:2015/2650, K:2018/5497 sayılı kararı [7]Danıştay 14. Dairesi, 28.04.2015 tarih ve E:2013/7384, K:2015/3327 sayılı kararı [8]Danıştay 14. Dairesi, 18.09.2018 tarih ve E:2015/11404, K:2018/5360 sayılı kararı; İstanbul BİM, 5. İDD, 23.05.2017 tarih ve E:2017/135, K:2017/743 sayılı kararı [9]Danıştay 14. Dairesi, 11.04.2018 tarih ve E:2015/10204, K:2018/2571 sayılı kararı [10]Danıştay 14. Dairesi, 21.04.2016 tarih ve E:2014/2945, K.2016/3182 sayılı kararı [11]Danıştay 14. Dairesi, 05.05.2015 tarih ve E:2013/3053, K:2015/3545 sayılı kararı [12]Danıştay 14. Dairesi, E:2014/9873, K:2015/464 sayılı kararı [13]Danıştay 14. Dairesi, 25.10.2017 tarih ve E:2016/9724, K:2017/5535 sayılı kararı [14]Danıştay 14. Dairesi 07.05.2015 tarih ve E:2014/450, K:2015/3776 sayılı kararı [15]Danıştay 14. Dairesi, 09.02.2016 tarih ve E:2014/4512, K:2016/755 sayılı kararı [16]Danıştay 6. Dairesi, 19.06.2019 tarih ve E:2019/4181, K:2019/6041 sayılı kararı [17]Danıştay 14. Dairesi, 11.04.2012 tarih ve E:2011/12501, K:2012/2655 sayılı kararı [18]Danıştay 14. Dairesi, 26.03.2015 tarih ve E:2013/3868, K:2015/2319 sayılı kararı [19]Danıştay 14. Dairesi, 27.11.2013 tarih ve E:2012/6161, K:2013/8542 sayılı kararı [20]Danıştay 14. Dairesi, 07.06.2018 tarih ve E:2015/670, K:2018/4478 sayılı kararı [21]Danıştay 14. Dairesi, 19.04.2016 tarih ve E:2014/6350, K:2016/3017 sayılı kararı [22]Danıştay 14. Dairesi, 13.03.2018 tarih ve E:2015/1099, K:2018/1369 sayılı kararı [23]Danıştay 14. Dairesi, 19.03.2018 tarih ve E:2015/9242, K:2018/1644 sayılı kararı [24]İstanbul BİM, 5. İDD, 15.01.2019 tarih ve E:2018/43, K:2019/95 sayılı kararı [25]Danıştay 14. Dairesi, 14.03.2013 tarih ve E:2011/16481, K:2013/1797 sayılı kararı [26]Danıştay 14. Dairesi, 10.03.2015 tarih ve E:2013/7679, K:2015/1793 sayılı kararı [27]Danıştay 14. Dairesi, 19.06.2018 tarih ve E:2015/9066, K:2018/4750 sayılı kararı [28]Danıştay 6. Dairesi, 12.09.2019 tarih ve E:2019/5842, K:2019/7244 sayılı kararı [29]Danıştay 14. Dairesi, 26.01.2016 tarih ve E:2014/6213, K:2016/292 sayılı kararı [30]Danıştay 14. Dairesi, 05.07.2017 tarih ve E:2016/633, K:2017/4516 sayılı kararı [31]Danıştay 14. Dairesi, 05.07.2017 tarih ve E:2016/633, K:2017/4516 sayılı kararı [32]Danıştay 14. Dairesi, 07.02.2018 tarih ve E:2016/978, K:2018/481 sayılı kararı [33]Danıştay 6. Dairesi, 04.11.2019 tarih ve E:2019/6064, K:2019/10272 sayılı kararı [34]Danıştay 14. Dairesi, 21.05.2012 tarih ve E:2011/3768, K:2012/3629 sayılı kararı [35]Danıştay 14. Dairesi, 08.06.2017 tarih ve E:2014/5069, K:2017/3989 sayılı kararı [36]Danıştay 14. Dairesi, 22.01.2019 tarih ve E:2017/2971, K:2019/373 sayılı kararı [37]Danıştay 14. Dairesi, 19.04.2018 tarih ve E:2015/6674, K:2018/2917 sayılı kararı [38]İstanbul BİM, 5. İDD, 29.04.2019 tarih ve E:2017/2139, K:2019/1530 sayılı kararı [39]Danıştay 6. Dairesi, 04.11.2019 tarih ve E:2019/6064, K:2019/10272 sayılı kararı [40]Danıştay 14. Dairesi, 16.04.2015 tarih ve E:2013/8487, K:2015/3113 sayılı kararı [41]Danıştay 14. Dairesi, 15.03.2016 tarih ve E:2013/6052, K:2016/1744 sayılı kararı [42]İzmir BİM, 4. İDD, 20.12.2017 tarih ve E:2017/1725, K:2017/2515 sayılı kararı [43]Danıştay 14. Dairesi, 05.07.2017 tarih ve E:2016/633, K:2017/4516 sayılı kararı [44]Danıştay 14. Dairesi, 05.07.2017 tarih ve E:2016/633, K:2017/4516 sayılı kararı [45]Danıştay 6. Dairesi, 24.06.2019 tarih ve E:2019/4185, K:2019/6243 sayılı kararı [46]Danıştay İdari Dava daireleri Kurulu, 03.03.2014 tarih ve E:2011/292, K:2014/652 sayılı kararı [47]Danıştay 6. Dairesi, 20.06.2019 tarih ve E:2019/4323, K:2019/6183 sayılı kararı [48]Danıştay 14. Dairesi, 15.03.2016 tarih ve E:2013/6052, K:2016/1744 sayılı kararı [49]Danıştay 14. Dairesi, 16.04.2015 tarih ve E:2013/8487, K:2015/3113 sayılı kararı E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. GİRİŞ 1.RUHSATA TABİ YAPILAR 2.ESASLI TADİLAT – BASİT TADİLAT AYRIMI Benzer yazılar:Tapu Tahsis Belgesi Yürürlükten KalkıyorTaşınmazı İhale İle Sattırmadan Hissedarı Paydaşlıktan ÇıkarmaRuhsatsız Pergola Ve Sundurma Yapılabilecek Durumlar", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/imar-hukukunda-ruhsata-tabi-yapi-ve-esasli-tadilat-kavramlari/"}
{"prompt": "Önleyici Adalet ile ilgili videomuza aşağıda yer verilmiştir. E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. Benzer yazılar:”Öteki” İle Aramızdaki Sınır: ”Hak”Malik İle Mülk Arasındaki İlişki: Mülkiyet", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/onleyici-adalet/"}
{"prompt": "İçindekiler 775 sayılı Gecekondu Kanunu’nda ”Gecekondu”; imar ve yapı işlerini düzenleyen mevzuata ve genel hükümlere bağlı kalınmaksızın, kendisine ait olmayan arazi veya arsalar üzerinde, sahibinin rızası alınmadan yapılan izinsiz yapılar, olarak tanımlanmıştır. 775 sayılı Kanun’un 18. maddesinde Gecekonduların yıkımı düzenlenmiştir: “Belediye sınırları içinde veya dışında, belediyelere, Hazineye, özel idarelere, katma bütçeli dairelere ait arazi ve arsalarda veya Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan yerlerde yapılacak, daimi veya geçici bütün izinsiz yapılar, inşa sırasında olsun veya iskân edilmiş bulunsun, hiçbir karar alınmasına lüzum kalmaksızın, belediye veya Devlet zabıtası tarafından derhal yıktırılır.” -Mülkiyeti Maliye Hazinesi adına kayıtlı bulunan dava konusu taşınmaz üzerinde ruhsatsız olarak yapılan yapı ile ilgili olarak 775 sayılı Gecekondu Kanunu uyarınca işlem tesis edilmesi gerekirken, 3194 sayılı Kanun hükümleri uygulanmak suretiyle davacıya idari para cezası verilmesine ilişkin dava konusu işlemde hukuka uyarlık bulunmamıştır.(Gaziantep BİM, 2. İDD 28.02.2019) -Gecekondu Kanunu ve İmar Kanununa aykırı olarak yapılmış yapılar için yıkım kararı alma yetkisi belediye veya valiliklere aittir.(Danıştay 6. D. 25.05.1995) – 3621 sayılı Kıyı Kanunu kapsamında kalan alanlarda yapılan ruhsatsız ve ruhsat ve eklerine aykırı yapılar hakkında 3194 sayılı İmar Kanununun ilgili hükümleri uygulanır. Kıyı Kanunu kapsamındaki yerler hakkında 775 sayılı Gecekondu Kanununun 18. maddesine göre yıkım kararı alınması hukuka aykırıdır.(Danıştay 14. D.05.02.2015) – Sahil şeridinde bahçe duvarı şeklindeki yapının İmar Kanununun 5. maddesi uyarınca yapı niteliğinde olması ve ruhsatsız yapıldığının anlaşılması karşısında, 3621 sayılı Kanunun 14. maddesinin göndermede bulunduğu 3194 sayılı İmar Kanunu hükümlerince inceleme yapılıp karar verilmesi gerekir.(Danıştay 14. D.26.04.2018) – Vakıflar Genel Müdürlüğü 775 sayılı Kanunun 18. maddesinin 1. fıkrasında sayılan idarelerden değildir. Özel bütçeli olan kurumların taşınmazlarındaki yapılar hakkında 775 sayılı gecekondu kanunu uygulanmaz.(Danıştay 14. D. 15.04.2014) – Davacının kendisine ait tapulu arsa üzerinde yaptığı ruhsatlı yapının bahçe duvarlarının bir kısmı kamuya terk edilen alana tecavüzlü şekildeki yapısı hakkında 775 sayılı Yasanın 18. maddesinin uygulanması mümkün olmayıp, yola tecavüzlü bahçe duvarı yapılmasının imar mevzuatına aykırı bir durum oluşturması nedeniyle, 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 32. maddesi uyarınca işlem tesisi gerekir.(Danıştay 14. D.19.03.2013) – 775 sayılı Gecekondu Kanununun 18. maddesi uyarınca işlem tesis edilebilmesi için kendisine ait olmayan arazi ve arsalar üzerinde, sahibinin rızası alınmadan yapı yapılmış olması,yapının tamamının maddede belirtilen yerlerde yapılmış olmasının gerektiği,uyuşmazlıkta ise büfenin davacının parseli üzerine yapıldığı vebir kısmının yola taştığıdosyadaki belgelerden anlaşılmış olup, 775 sayılı Yasanın 18. maddesinin uygulama koşulları bulunmamaktadır. Söz konusu büfenin ruhsatsız yapılması hakkında 3194 sayılı İmar Kanununun 32. maddesinde belirtilen usul izlenerek işlem tesis edilmesi gerekir.(Danıştay 14. D.03.04.2018) – 775 sayılı Yasanın 18. maddesi uyarınca yıkım işlemi tesis edilebilmesi için yapının tamamının belediyelere, Hazineye, özel idarelere, katma bütçeli dairelere veya üçüncü bir özel veya tüzel kişiye ait arazi veya arsa üzerinde bulunması gerekir. Yapının tamamı bu alanlarda kalmıyorsa 775 sayılı Yasanın 18. maddesinin uygulanması mümkün değildir. Söz konusu imalat hakkında imar mevzuatına aykırı bir durum oluşturması nedeniyle, 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 32. maddesi uyarınca işlem tesis edilmesi gerekir.(Danıştay 14.D. 12.06.2014) – Devlete Ait Taşınmaz Mal Satış, Trampa, Kiraya Verme, Mülkiyetin Gayrı Ayni Hak Tesis, Ecrimisil ve Tahliye Yönetmeliğinin “Tahliye” başlıklı 77. maddesinde ise: “Kiraya verilen veya mülkiyetin gayri ayni hak tesis edilen taşınmaz mallardan süresi dolduğu halde tahliye edilmeyen, sözleşmesi veya taahhütnamesi fesh edilen veya herhangi bir sözleşmeye dayanmaksızın fuzulen işgal edilen hazinenin özel mülkiyetinde veya devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan taşınmaz malların tahliyesi defterdarlık veya mal müdürlüğünün talebi üzerine bulunduğu yer mülkiye amirince en geç 15 gün içinde sağlanarak, taşınmaz mal idarece görevlendirilecek memurlara boş olarak teslim edilir. Üzerinde sabit tesis bulunan taşınmaz malların tahliyesi ve teslim alınmasından sonra, eski kiracısı veya fuzuli şagiline bu tesisler kendilerine ait ise yıktırılıp enkazının en geç 30 gün içinde götürülmesi aksi halde masrafları kendisinden tahsil edilmek üzere yıkım ve enkaz götürme işinin idarece yapılacağı tebliğ olunur.”(Danıştay 6. D.19.11.1997) –İdarece kiraya verilen ve ecrimisil ödenerek işyeri olarak kullanılmak suretiyle işgal edilen taşınmazda bulunan yapı hakkında 2886 sayılı Devlet İhale Kanununun 75. maddesi uygulanır. Buna göre: Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki bir taşınmaz mal üzerinde, haksız tecavüz niteliğindeki bir eylemin yönetmelik gereğince önlenmesi amacıyla defterdarlık veya mal müdürlüğünün talebi üzerine, bulunduğu yer mülkiye amirince tahliyesinin sağlanacağı, taşınmaz malların tahliye edilmesinden ve teslim alınmasından sonra ise, işgalci tarafından meydana getirilen yapının yıkılarak enkazının götürülmesi için süreli tebligat yapılacağı, tebligat gereği yerine getirilmediği durumlarda da bu işlerin idarelerce yapılacağı düzenlenmiştir. Bu durumda; davalı idarece, 2886 sayılı Devlet İhale Kanunu’nun 75. maddesinde öngörülen usullerin uygulanması suretiyle işlem tesis edilmesi gerekirken, 775 sayılı Gecekondu Kanunu’nun 18. maddesi uyarınca tesis edilen dava konusu işlemde hukuka uyarlık görülmemiştir.(Danıştay6. D.16.96.2021) -TEDAŞ Genel Müdürlüğü F1 Elektrik Dağıtım A. Ş. İzmir İl Müdürlüğü ile davacı şirket arasında imzalanan 31.03.2009 tarihli sözleşme uyarınca işleme konu direk üzerine haberleşme hizmeti ekipmanlarının kurulumu hakkının 5 yıl süreyle davacı şirkete devredildiği anlaşılmış olup; 775 sayılı Kanun’un 18. maddesinin uygulama koşullarının bulunmadığı, ancak söz konusu baz istasyonunun ruhsatsız yapılmasının imar mevzuatına aykırı bir durum oluşturması nedeniyle, 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 32. maddesi uyarınca işlem tesisi gerekir.(14. D.21.3.2013) -Yapının davalı belediye tarafından davacı derneğe dava konusu işlemden önce kiralanmış olduğu, dolayısıyla davacı derneğin kiracı olarak hak sahibi olduğu binanın sağ yan cephesine izinsiz olarak yaptığı yangın merdiveninin kaldırılmasına yönelik işlemde 775 sayılı Yasanın 18. maddesinin uygulama koşullarının bulunmadığı anlaşıldığından 775 sayılı Kanunun 18. maddesi uyarınca tesis edilen yıkım işleminde hukuka uyarlık görülmemiştir.(14. D.10.04.2018) -Hazine arazisinde kalmakla birlikte hazine adına yetkili idari makam tarafından tahsis edilmiş olan yapılar hakkında gecekondu yasası hükümleri uygulanmaz.(Danıştay 6. D.11.05.1994) – Yapı yapıldığı sırada özel mülkiyette olan ancak sonradan imar planı ve parselasyon nedeniyle 775 sayılı Kanun kapsamında sayılan yerler arasına giren parseldeki taşınmazın kamulaştırılması gerekir. Kamulaştırma yapılmadan 775 sayılı Gecekondu Kanununa göre yıkılırsa tazminat ödenir. Ancak tazminat ödenirken yapının ruhsatsız oluşu dikkate alınır. (Danıştay 6. D.04.03.2009) – Yıkıma konu yapı yapıldıktan sonra İmar Kanunu’nun 18. maddesi uyarınca yapılan parselasyon işlemi neticesinde oluşturulan yeni imar parsellerine tecavüzlü duruma gelse de 775 sayılı Kanun’un 18. maddesi gereğince üçüncü kişiye ait taşınmaz kapsamında sayılmaz. 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 18 ve 32. madde hükümleri uygulanmalıdır.(Danıştay 6. D.29.1.2020) –Taşınmazın, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu hükümlerine göre kamulaştırılarak yol olarak idare adına terkinine karar verildiğinden bahisle, anılan taşınmaz üzerindeki yapının 12/07/2014 tarihine kadar kaldırılmasına, verilen süre içinde yapının kaldırılmaması halinde 775 sayılı Gecekondu Kanununun 18. maddesi uyarınca yıkımına ilişkin işlem hukuka aykırıdır. “Taşınmaz Malın Boşaltılması” başlıklı 20. maddesine göre, icra memuru tarafından 15 gün içerisinde taşınmazın boşaltılmasının içindekilere tebliğ edilmesi ve verilen süre içerinde taşınmazın boşaltılmaması halinde icra kanalıyla boşaltılması gerekir.(Danıştay 14. D.24.04.2018) – İşleme konu yapının davacıya ait taşınmaz üzerinde yer alması karşısında davacının işgalci olarak kabul edilemeyeceği, imar planında yol kullanımına ayrılmış olmasına rağmen taşınmazın öncelikle yapılacak kamulaştırma veya parselasyon uygulamalarıyla kamuya kazandırılması gerekir. 775 sayılı Kanun uygulanmaz. 3194 sayılı Kanun hükümleri uygulanır.(Danıştay 14. D.10.10.2012) – Mülkiyet tespiti davası devam eden ihtilaflı taşınmazın henüz Hazine mülkiyetinde olduğundan söz edilemeyeceğinden üzerindeki yapılar nedeniyle 775 sayılı Yasanın 18. maddesi uyarınca işlem tesis edilmesi mümkün değildir.(Danıştay 6. D.08.02.2006) – 2981 sayılı Kanunun 7. maddesi uyarınca, idarelerin, imar affı başvurusunda bulunulmasa da, yeminli özel teknik bürolara başvurulmasa da, re’sen tespit ve değerlendirme işlemlerini 7 Aralık 1987 gününe kadar tamamlamak zorunda oldukları ve dava konusu yıkım işleminden çok önce davacının imar affından yararlanıp yararlanamayacağı hususunun sonuçlandırılması gerektiği hususları göz önünde bulundurulduğunda; söz konusu yapıların imar affına konu yapılar olup olmadığı araştırılmadan ve af başvurusu sonuçlandırılmadan, dava konusu taşınmazların ruhsatsız olduğundan bahisle yıkımında hukuka uygunluk görülmemiştir.(Danıştay 6. D.19.04.2022) – Davalı idarece, davacı tarafından yapılan imar affı başvurusunun, 2981 sayılı Yasanın 7. maddesi uyarıca tespit ve değerlendirme işlemlerinin tamamlanarak, davacının öncelikle hak sahibi olma niteliğini taşıyıp taşımadığının araştırılması ve bu araştırma sonucuna göre yapı hakkında işlem tesis edilmesi gerekirken, 775 sayılı Kanunun 18. maddesi uyarınca tesis edilen işlemde hukuka uyarlık bulunmadığından, İdare Mahkemesi kararında sonucu itibariyle isabetsizlik görülmemiştir.(Danıştay 14. D.27.03.2013) – Dava konusu gecekondunun sahil şeridinde kaldığının sabit olduğu ve yukarıda hükmüne yer verilen mevzuat uyarınca sahil şeridinde bulunan yapıların, 2981 sayılı Kanun hükmünden yararlanamayacağı açık olup, dava konusu işlemde hukuka aykırılık bulunmadığından işlemin iptali yolundaki temyize konu İdare Mahkemesi kararında hukuki isabet görülmemiştir.(Danıştay 14. D.07.05.2012) – Tapuya şerh edilmemesi durumu, düzenlenmiş bir tapu tahsis belgesinin kendiliğinden hükümsüz hale gelmesine sebebiyet vermeyeceğinden sonradan tesis edilecek bir işlem ya da yargı kararı marifetiyle iptal edilmediği sürece mevcut tapu tahsis belgesinin geçerliliğini koruduğunun, ayrıca geçerli bir imar affı müracaatı bulunan gecekondu için 775 sayılı Kanunun 18. maddesi uyarınca yıkım kararı alınamayacağının kabulü gerekmektedir.(İstanbul BİM, 5.06.11.2019) – Köy içi mevkiinde bulunduğu belirtilen yapı için ilgili belediyeden ruhsat alınıp alınmadığı ya da taşınmaz köy statüsündeyken yapılmak suretiyle 3194 sayılı Yasa’nın 27. maddesi kapsamında ruhsatlı sayılma durumunun söz konusu olup olmadığı hususlarının açıklığa kavuşturulması gerektiğinden, bu yönde bir araştırma yapılmaksızın verilen İdare Mahkemesi kararında hukuki isabet görülmemiştir.(Danıştay 6. D.19.06.2009) – Üniversite Rektörlüğü’ne tahsis edilen alanda kalan ruhsatsız yapılar 775 sayılı Gecekondu Kanununun 18. maddesi kapsamında değerlendirilemeyeceğinden, 3194 sayılı İmar Kanununun 32. maddesi uyarınca usulüne uygun olarak yapı tatil tutanağı düzenlenerek, bu madde hükümlerine göre belediye encümenince yıkım kararı alınması gerekmekte olup, açık bir kanuni gerekçeye dayanmadan tesis edilen ve işleme konu yapıların açık ve net bir şekilde belirtilmediği dava konusu işlemlerde hukuka uyarlık görülmemiştir.(Danıştay 14. D.29.03.2013) – 775 sayılı Gecekondu Kanunu’nda, sahiplerince yıktırılmayan yapıların belediyece yıktırılması halinde yıkma masrafının %20 fazlasıyla istenebileceğine ilişkin hüküm bulunmaması nedeniyle, dava konusu işlemin yıkım masraflarının %20 fazlasıyla tahsiline ilişkin kısmında hukuka uyarlık bulunmamaktadır.(Danıştay 14. D.26.03.2013) – Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerde izinsiz olarak yapılan yapıların herhangi bir karar alınmaksızın 775 sayılı Yasanın 18. maddesi uyarınca yıktırılabileceği öngörülmüş, ancak sözü edilen kanunda başka bir yaptırım öngörülmemiştir. Buna karşılık ayrı uygulama prosedürü olan 3194 sayılı Kanun’un 42. maddesinde sayılan fiiller nedeniyle para cezası verilebileceği görülmektedir. Uyuşmazlığa konu olayda ise aynı yapı için her iki hükmün bir arada uygulandığı, Hazineye ait taşınmaz üzerinde ruhsatsız olarak yapıldığı sabit olan ve hakkında 775 sayılı Kanunun 18. maddesi uyarınca verilmiş yıkım kararı bulunan yapıdan dolayı davacıya 3194 sayılı Kanunun 42. maddesine göre para cezası verilmesinde hukuka uyarlık bulunmamaktadır.(Danıştay 14. D.30.04.2015) – 3194 sayılı İmar Kanununun 32. maddesi ve 775 sayılı Gecekondu Kanununun 18. maddesinde birbirinden farklı durumlar ve uygulanacak farklı usullerin öngörülmesi nedeniyle, davalı idarece, anılan Kanun maddelerinden herbirine aykırılık teşkil eden durumun saptanarak, maddede öngörülen usullerin uygulanması suretiyle işlem tesis edilmesi gerekirken, birbirinden farklı hususları düzenleyen her iki maddeye dayanılarak tesis edilen dava konusu işlemde hukuka uyarlık görülmemiştir.(Danıştay 14. D.05.02.2015) – ”T.C. Anayasası, 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu, 5272 sayılı Belediye Kanunu, 3621 sayılı Kıyı Kanunu ve Kıyı Kanununun Uygulanmasına Dair Yönetmelik, 3194 sayılı İmar Kanunu, 775 sayılı Gecekondu Kanunu, 2886 sayılı Devlet İhale Kanunu, 4730 sayılı Kamu İhale Kanunu, 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu, 2960 sayılı Boğaziçi Kanunu, 2872 sayılı Çevre Kanunu hükümlerine aykırılığı tespit edilen hususların 3 gün içerisinde giderilmesi, aksi takdirde anılan Kanun hükümleri uyarınca işlem yapılacağı” şeklinde tesis edilen işlem, yapının somut olarak hangi mevzuata aykırı olduğunun açıkça ortaya konulmadığından, hukuka aykırıdır.(Danıştay 6. D.23.10.2009) – 3194 sayılı İmar Kanununun 32. maddesi, 2886 sayılı Devlet İhale Kanununun 75. maddesi ve 775 sayılı Gecekondu Kanununun 18. maddesinde birbirinden farklı durumlar ve uygulanacak farklı usullerin öngörülmesi nedeniyle, davalı idarece, uyuşmazlık konusu taşınmazın, anılan Kanun maddelerinden hangisine aykırılık teşkil ettiği saptanarak uygun Kanun maddesinde öngörülen usullerin uygulanması suretiyle işlem tesis edilmesi gerekir.(Danıştay 14. D.24.04.2018) – 775 sayılı Kanun’un 18. maddesi uyarınca tutulan tutanağa dayanılarak 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 32. maddesi uyarınca yıkım kararı alınması hukuka aykırıdır.(Danıştay 14. D., 17.04.2014) E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. KAPSAM 775 SAYILI KANUN KAPSAMINDA OLMAYAN YERLER KISMEN TECAVÜZLÜ YAPILAR ECRİMİSİL VE SÖZLEŞME İLİŞKİSİ BULUNAN YERLER MÜLKİYET DURUMUNUN VE PARSEL SINIRLARININ SONRADAN DEĞİŞMESİ TAPU TAHSİS BELGELİ YAPILAR KÖY YERLEŞİK ALANINDA BULUNAN YAPILAR 775 SAYILI KANUNA GÖRE YIKIM KARARININ NİTELİĞİ Benzer yazılar:Önleyici AdaletYapı Kayıt Belgesinin İptali ve Sonrasındaki SüreçYargı Kararlarıyla Yürütmenin DurdurulmasıLüks Çadır Tesisleri Nitelikler Yönetmeliği Hakkında Hukuki Değerlendirme", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/yargi-kararlariyla-yikim-775-sayili-gecekondu-kanununa-gore/"}
{"prompt": "İçindekiler Tiny House olarak bilinen, Karayolları Trafik Kanunu’na göre araç olarak ruhsatlandırılan ve hukuk nezdinde çekme karavan ile aynı statüye sahip olan konaklama amaçlı imalatlar hakkında 18 Ocak 2024 tarihine kadar mevzuatımızda özel bir hüküm bulunmuyordu. Bu imalatlar 18 Ocak tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan Yönetmelikle, Turizm Tesislerinin Niteliklerine İlişkin Yönetmeliğe yapılan ekleme ile“mobil ev”olarak tanımlandı. Daha önce mevzuatta tanımı bulunmayan mobil evlerin, ilk defa uygulama alanı sadece turizm tesisleriyle sınırlı olan bir yönetmelikte yer alması, diğer alanlarda konunun nasıl değerlendirileceğini yoruma açık bıraktı. Ayrıca bireysel mobil evler hakkındaki uygulamanın ne olduğu dahi bilinmezken 5 ila 49 tanesinin oluşturacağı tesisler düzenlendi. Parçalar açıklanmadan bütüne dair bir düzenleme yapıldığından esasında İmar Kanunu bakımından hiçbir soruna çözüm getirmedi. Bireysel mobil evlerin tesislere oranı çok daha fazla olduğundan mobil evler dünyası içinde çok kısıtlı bir alanla ilgili düzenleme yapılıp asıl çözüm bekleyen konunun boşlukta bırakılması isabetli olmamıştır. O2 belgeli mobil evler hala yapı sayılarak idari yaptırımlara konu edildiğinden asıl çözüm bekleyen konunun hala muallakta ve çözümsüz bırakıldığını söyleyebiliriz. Bu çalışmada, mobil evlerin hukuki niteliklerini, yapılan düzenlemenin ne anlama geldiğini ve mobil evler konusunda hala belirsizliğini koruyan durumları değerlendirmeye çalışacağız. Yapılan son değişiklikle mobil ev olarak tanımlanan konaklama amaçlı imalatlar hakkında mevzuatta açık ve net bir tanım veya niteleme bulunmadığından bunlar hakkında zaman içerisinde uygulama esnasında “bu olsa olsa römork olur” şeklinde bir yorum geliştirilmişti. 18 Ocak tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan Yönetmelik değişikliği ile “mobil evler”;“ilgili mevzuata uygun şekilde O2 sınıfı tip onay belgesine sahip, bir motorlu araç tarafından çekilmek üzere tasarlanmış, konaklama birimi şeklinde düzenlenmiş, içinde yaşam alanı, yatak ile banyo-tuvalet bulunan 13/10/1983 tarihli ve 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanununa tabi araç”olarak tanımlandı. Tek tek mobil evlerin araç olarak zikredilmesi önemli bir gelişme olsa da bu araçların hangi alanlara konaklama amacıyla park edilebileceği konusunun netleştirilmemesi hala ihtilaflara neden oluyor. En azından bireysel mobil evlerin, turizm alanlarında tesis olarak kullanımı dışındaki haller de imar kapsamı dışında değerlendirdiği söylenebilirdi. O2 belgesi denilerek aslında mobil evlerin ebatları da belirlenmiştir. Karayolları Trafik Yönetmeliğinin 42. maddesinderömork; motorlu araçla çekilen insan veya yük taşımak için imal edilmiş motorsuz araç olarak ifade edilmektedir.Sözü edilen Yönetmeliğe göre, bir motorlu araç tarafından çekilen römork veya yarı römork motorsuz yük taşıma araçları “O sınıfı” olarak ifade edildiğinden “Tekerlekli Tiny House”lar, anılan Yönetmelik düzenlemesine göre “O Sınıfı” araç olarak tanımlanmaktadır. Bunlar da kendi içinde ağırlıklarına göre aşağıdaki gibi dört alt sınıfa ayrılmaktadır: O1 Sınıfı: Azami ağırlığı 0.75 tonu aşmayan motorsuz yük taşıma aracıdır. O2 Sınıfı: Azami ağırlığı 0.75 tonu aşan, ancak 3.5 tonu aşmayan motorsuz yük taşıma aracıdır. O3 Sınıfı: Azami ağırlığı 3.5 tonu aşan, ancak 10 tonu aşmayan motorsuz yük taşıma aracıdır. O4 Sınıfı: Azami ağırlığı 10 tonu aşan motorsuz yük taşıma aracıdır. Turizm tesisleri bakımından yalnızca O2 belgeli araçlar anıldığı için diğerleri hususunda belirsizlik devam etmektedir. O2’den daha hafif ve daha ağır imalatların niteliği ise belirsizliğini hala korumaktadır. Yasada açıkça tanımlanmamış durumların sonradan mahkeme kararlarıyla farklı yorumlandıklarını imar barışından çok iyi biliyoruz. O yüzden burada O2 belgeliler mobil ev kabul edildiğinden O1 belgeliler de haydi haydi mobil evdir ve tesis oluşturmaya elverişlidir demekten imtina ediyoruz. Turizm Tesislerinin Niteliklerine İlişkin Yönetmelikte konaklama tesisleri, gastronomi tesisleri, sağlık tesisleri, spor tesisleri, kongre ve rekreasyon tesislerinin yanı sıra kırsal turizm tesisleri de sayılmıştır. Mobil evler Yönetmelikte 18 Ocak’ta yapılan değişiklikle “Kırsal Turizm Tesisleri” başlıklı “Altıncı Bölüme” eklenen 35/A maddesinde “mobil evler” başlığı altında düzenlenmiştir. Ayrıca “turizm yatırımı belgesi” konusunun düzenlendiği 6. maddede yapılan değişiklikle, mobil evler, turizm yatırımı belgesi verilemeyecek turizm yatırımları arasında sayıldı. Buna göre, özel tesislere, gastronomi tesislerine, apart otellere, pansiyonlara, mobil evlere ve korunması gerekli taşınmaz kültür varlığı olan yapılarda yer almayan özel konaklama tesislerine turizm yatırımı belgesi verilmez. 35/A maddesine göre; mobil evler,tahsisli kamu taşınmazlarıhariç olmak üzere,imar planlarında kamping ya da kırsal/eko turizm kullanımlarına ayrılmışalanlarda düzenlenen,tamamı mobil evlerden oluşan,en az beş, en fazla kırk dokuzkonaklama birimi içeren tesislerdir. Bu tesisler aşağıda belirtilen nitelikleri taşır: Yönetmeliğe göre, konaklama birimlerinin doğal ışık alacak şekilde düzenlenmesi gerekir. Uygun tefriş elemanlarıyla rahat kullanım imkanı verebilecek şekilde dekore edilir. Bu birimlerde yatak, kişi başı bir yastık, yastık kılıfı, çarşaf, iklim koşullarına göre pike veya yorgan, kıymetli eşya kasası, minibar, sıcak içecek hazırlanmasına imkan sağlayan donanım ve servis malzemesi, genel aydınlatma, priz, çöp kutusu, perde veya benzeri düzenleme bulunur. Banyolarda, vitrifiye, armatür, batarya, duş donanımı, ayna, priz, çöp kutusu, sabun, şampuan ile el ve banyo havlusu bulundurulur. Her konaklama birimi iki kişiliktir Bu tesislerde, Yönetmeliğin 14’üncü maddesinin (mahallerin düzenlenmesi) beşinci fıkrası (tesislerin bünyesinde yer alabilecek kapalı ve açık genel mahaller ve nitelikleri) kapsamında lokanta, alakart lokanta, kafeterya, bar salonu, pasta salonu, kafe ve kahvaltı salonu düzenlenmesi durumunda, bu ünitelerin toplam kapasitesi yüz kişiyi geçemez; toplantı salonu ve çok amaçlı salon yapılamaz. Konaklama birimlerinin hareket kabiliyetini ortadan kaldırıcı düzenleme yapılamaz. Bu tesislere ilişkin turizm işletmesi belgesi başvurusunda tescil belgesi ibraz edilir. Başvuru tarihi itibarıyla 2918 sayılı Kanun kapsamında geçerli teknik muayene bulunması zorunludur. Turizm işletmesi belgesi alınmasından sonra da teknik muayenelerin yaptırıldığına ilişkin geçerli muayene belgesi Bakanlığa ibraz edilir. Mobil evler gündeme alınacaksa bunlardan kaynaklanan ihtilafların tespiti ve bertaraf edilmesi öncelenmeliydi, bunları ortadan kaldıracak önlemlere odaklanılmalıydı. Tesislerin yapıtaşı olan mobil evlere ilişkin kriterlerden evvel, çok sayıda mobil evden oluşan tesislere ilişkin şartların düzenlenmesi silsileyi bozmuş ve anlam karmaşasına neden olmuştur. Düzenlemede tanımı yapılmadan önce uygulamada zaten araç olarak ruhsatlandırılan mobil evlerin araç vasfında oldukları yönetmelikte net olarak ifade edilmiş oldu. Ancak en azından mobil evlerin nerelere konulabileceği ve nerelere konulamayacağı düzenlenmeliydi. Eğer yönetmelikte belirtildiği gibi yalnızca araç olarak kabul ediliyorlarsa; tarım alanlarında, sit alanlarında, özel çevre koruma bölgelerinde, tarihi alanlarda hasılı araç park etmenin yasak olmadığı tüm alanlarda kullanımı serbest demektir. Ancak uygulamada; tarım alanlarında tarım alanlarının amacı dışında kullanımı nedeniyle yaptırıma konu edildiği, sit alanlarında park etmiş bir araçtan farklı muamele gördükleri ve genel itibariyle konuldukları yer nedeniyle ihtilafların yaşandığına şahit olmaktayız. Ve bu yeni düzenleme bu anlamda bir derde deva olmaktan uzaktır. Çünkü bu anlamda hiçbir kural getirilmemiştir. “Ben bıraktım, adını Tanrı koysun” demek hukukçuluk olmuyor. 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 3. maddesine göre herhangi bir saha, amacı dışında kullanılamaz. 5403 sayılı Toprak Koruma Kanununa göre de yine tarım arazileri başka amaçla kullanılamaz. Ancak tarlasına mobil ev koyan bir kişi elbette bir şeyler ekip dikecek, hayvanlar besleyecektir. Bu nedenle tarımsal amaçlı kullanımın oluştuğunun kabul edilmesi için hangi kriterlerin karşılanması gerektiği de net olarak düzenlenmeliydi. Zira tarım arazilerinde tarımsal amaçlı kullanılan betonarme yapılara izin verileceği imar mevzuatında düzenlenmiştir. Betonarme bir binaya tarımsal amaçlı kullanım için izin/ruhsat veriliyorsa aynı amaçla kullanılacak ruhsatlı bir araca evleviyetle izin verilmesi gerekir. Hangi aşamadan sonra taşınabilir bir unsur olarak kabul edilmeyeceği konusu da netleştirilmeliydi. Uygulamada mobil evlerin durumu değerlendirilmeksizin niyet okumak suretiyle “madem içinde bir süredir kalınıyor artık yapı sayılır” şeklindeki yorumlarla yaptırım uygulandığına şahit oluyoruz. Ancak mevzuatta aranan muayenelerden geçecek nitelikte olan ve konaklama amacıyla üretilen bir aracın belli bir süre bir yerde sabit kalması araç vasfını kaybetmesine neden olabilir mi? Bakıldığında hem araca hem yapıya benzeyen ancak ne tam araç, ne tam yapı olan bir unsurun belki de yapı ve araç dışında 3. nesil bir nitelemeye ihtiyaç duyduğunu söyleyebiliriz. İşin bu tarafı detaylıca düşünülmediğinden şimdi buralardan anlam çıkarmaya, alakalı olabilecek hükümleri konuya uydurmaya çalışıyoruz. Ama yine de pek çok soru hayati önemini muhafaza ediyor. Mesela, konaklamanın olmayacağı bir yerde konaklandığında ve sel, heyelan gibi bir felaket yaşanırsa ortaya çıkan zarardan devletin sorumluluğu olacak mı? Söz konusu felakette yakınını kaybeden biri için devletin denetim yükümlülüğünü yerine getirmemesi nedeniyle tazminata hükmedilecek mi? Ya da O2 belgeli mobil evlerden daha hafif olan O1 belgeli konaklanabilir römorkların da bu kapsamda olduğunu evleviyetle kabul edebilir miyiz? Devletin üretimine ve kullanımına müdahale etmediği mobil evlerin, tesis halini aldığında imar planı bulunan yerler ile kısıtlanması düzenlendi. Fakat idarenin eylemsizliği ve düzenleme yapmaması nedeniyle bunların binlercesi üretildi ve halen de üretiliyor. Yaygın kullanımı göz önüne alındığında bunun artık milli servet halini aldığı açık. Peki, o halde bunlara başkaca kısıtlamalar getirildiğinde önceki ruhsatlara da kazanılmış haklar bahşedilecek mi? Bu ve benzeri pek çok soru maalesef mevzuatın yetersizliği sebebiyle uygulamada karşımıza daha çok çıkacak. Sadece vatandaş değil kurumlar ve personelleri de bu durumdan olumsuz etkilenecek. Devletten beklediğimiz baştan denetlemediği bu imalatları sonradan tamamen yasak kabul ederek zarara neden olmak yerine karşılıklı ödünleşme ile çözüm üretmek ve doğa dostu uygulamalara yönelik kriterler getirerek bir denge bulmasıdır. Tiny House’lar hakkında yargının getirdiği yorumlar için bkz. (https://www.hukukihaber.net/yargi-kararlariyla-tiny-houselar-gokhan-bilgin) E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. Giriş Mobil Evlerin Niteliği Kırsal Turizm Tesislerinin Niteliği Hala Belirsizliğini Koruyan Durumlar Belirsizliğin Yol Açacağı Sorunlar Benzer yazılar:İşyeri Açma Ve Çalışma Ruhsatının İptali Ve Ruhsat Verilmemesi Halinde İtiraz, Dava Ve Yürütmenin DurdurulmasıRuhsatsız Pergola Ve Sundurma Yapılabilecek DurumlarPlaj İşletmelerinin Turizm İşletme Belgesi Almalarına İlişkin Düzenlemelerden Kaynaklanan Problemlerİmara Aykırı Yapının Tespiti – Yapı Tatil Tutanağı", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/tiny-house-mobil-ev-yonetmelik-degisikligi-ile-getirilen-yenilikler/"}
{"prompt": "İçindekiler 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 21. maddesine göre, bazı istisnalar hariç olmak üzere yapı yapmadan önce belediye veya il özel idaresinden ruhsat almak zorunludur. Ruhsatsız (kaçak) veya ruhsata aykırı yapılar için hangi yaptırımların uygulanacağını düzenleyen 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 32. ve 42. maddeleri, belediye ve il özel idareleri tarafından en çok uygulanan ve işlem yapılan maddeleridir. Kaçak inşaat hakkında yıkım kararı verildiği gibi, inşaatı yapan kişi de çok ciddi miktarlarda imar para cezasıyla karşı karşıya kalmaktadır. Özellikle 26 Mart 2020 tarihinde Kanunu’nun 42. maddesinin 2. fıkrasına eklenen (ç) bendiyle imar para cezaları çok ciddi oranda artmıştır.Bu yazımızda, ruhsatsız (kaçak) yapı hakkında verilecek cezalar ve bunlara karşı hangi yasal yollara başvurulabileceği incelenecektir. Yapılan denetim veya şikayetler neticesinde imara aykırı (kaçak) inşaat yapıldığı tespit edildiği zaman, inşaatı yapan hakkında belediyeler veya il özel idareleri tarafından bazı cezalar uygulanmaktadır. Buna göre kaçak inşaatın tespit edilmesi ve sonrasındaki süreç şu şekilde işlemektedir: Görüldüğü üzere, kaçak inşaat hakkında yıkım kararı verildiği gibi, inşaatı yapan kişi de çok ciddi miktarlarda imar para cezasıyla karşı karşıya kalmaktadır. Özellikle 26 Mart 2020 tarihinde Kanunu’nun 42. maddesinin 2. fıkrasına eklenen (ç) bendiyle imar para cezaları çok ciddi oranda artmıştır. Yukarıda saydığımız işlemlerin hepsine karşı ayrı ayrı veya birlikte, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununa göre, işlemin tebliğ edildiği tarihi takip eden 60 günlük süre içerisinde İdare Mahkemesinde dava açılması zorunludur. Aksi taktirde bu işlemler kesinleşecektir. Yapı tatil tutanağının tebliğ tarihi, tutanağın inşaata asıldığı tarihtir. Yıkım ve para cezasının tebliğ tarihi ise encümen kararlarının vatandaşa tebliğ edildiği tarihtir. Yıkım ve para cezasına karşı açılacak davalarda, dava dilekçesinde yapı tatil tutanağı, encümen kararı ve imar para cezası hesaplama raporundaki hukuka aykırılıkları net ve anlaşılır bir şekilde Mahkemenin dikkatine sunmak önemlidir. Belediyeler ve il özel idareleri tarafından yıkım ve para cezası verilirken çok ciddi hatalar yapılmaktadır. Özellikle para cezaları yanlış hesaplanmakta ve fahiş miktarlarda cezalar verilmektedir. Bu nedenle yıkım ve para cezasına karşı dava açıldığı taktirde, en azından para cezasından tamamen veya kısmen iptal edilme ihtimali çok yüksektir. Konunun somutlaşması açısından yıkım ve para cezasının iptaline ilişkin bazı örnek kararları paylaşmakta fayda görüyoruz: Danıştay 14. Dairesinin 31.05.2018 tarih ve E:2015/5796, K:2018/4311 sayılı kararında; “Olayda; dava konusu encümen kararının dayanağı olan 20/06/2014 günlü yapı tatil tutanağı incelendiğinde, söz konusu yapı tatil tutanağında yapının durumunun “binanın taban alanı genişletilerek yol ve komşu çekme mesafesine tecavüz edildiği, galeri boşluğu kapatılarak odaya dönüştürüldüğü, projede olmayan 2. bodrum kat yapıldığı, örtü amaçlı çatı yükseltilerek bir kısmında çatı arası mekanlar oluşturulduğu” şeklinde tespit edildiği ancak ruhsat ve eki projelere aykırılığın, ölçümlerinin somut ve ayrıntılı olarak saptanmadığı yapıda bulunan aykırılıkların hali hazırdaki durumunun ayrıntılı bir şekilde tespit edilmediği”gerekçesiyleyapı tatil tutanağının, yıkım kararının ve 222.677,00 TL idari para cezasının hukuka aykırı olduğuna karar verilmiştir. Danıştay 14. Dairesinin 27.02.2019 tarih ve E:2018/5803, K:2019/1436 sayılı kararında; “Bu durumda; yukarıda bahsedilen kat karşılığı inşaat sözleşmesine göre “ruhsata aykırılıkları yapan” kişi olan yüklenici firma, imar para cezasının muhatabı olacağından,bu hususta araştırma yapılarak ona göre para cezası tesis edilmesi gerekirken,arsa sahibi davacılar adına para cezası verilmesine ilişkin dava konusu işlemde hukuka uyarlık görülmemiştir.” Danıştay 14. Dairesinin 27.01.2015 tarih ve E:2014/9878, K;2015/407 sayılı kararında; “Olayda davalı idare tarafından dava konusu yapının tamamına yıkım kararı verilmiş olup; uyuşmazlık konusu yapının 471,5 m2’lik kısmı için yapı ruhsatı ve yapı kullanma izni belgesi alınmış olması nedeniyle, sadece ruhsatsız olan kısımlar için yıkım (ve para cezası) kararı alınabileceğindenruhsatlı olan kısmı da kapsar şekilde yıkım (ve para cezası) kararı alınmasında hukuki isabet görülmemiştir.” Danıştay 14. Dairesinin 25.09.2018 tarih ve E:2015/6102, K:2018/5683 sayılı kararında; “Bu durumda; yapı tatil zaptı ile tespit edilen aykırılıklar nedeniyle para cezası verilmesinden sonra, aynı yapıda ruhsat ve eklerine aykırı ya da ruhsatsız olarak yapı yapıldığının yeniden tespiti halinde, yeni bir yapı tatil tutanağı düzenlenmek suretiyle tespite konu aykırılıklar üzerinden yeni fiile verilecek ceza miktarı belirlendikten sonra, bu miktar üzerinden tekerrür hükmü uygulamak suretiyle, başka bir ifadeyle; ilk yapılan tespitten sonra inşasına devam edilen kısım üzerinden hesaplanacak para cezasının tekerrür hükümleri uygulanarak bir kat artırılarak verilmesi gerekirken,bir önceki cezanın bir katının alınması suretiyle tesis edilen işlemde hukuka uyarlık, İdare Mahkemesi kararının para cezasının reddine ilişkin kısmında ise hukuki isabet görülmemiştir.” Danıştay 14. Dairesinin 31.05.2018 tarih ve E:2015/4692, K:2018/4304 sayılı kararında; “Bu durumda; arsa üzerinde ruhsatsız baz istasyonu yapıldığı, dosyada bulunan idari para cezası hesaplama raporunda bu yapıların 2/B sınıfı yapı olduğu kabul edilmiş ise de, bu yapının arsa üzerinde yapılmış yardımcı yapı (müştemilat) niteliğinde 1/A sınıfı yapı olduğu anlaşıldığından; 1/A yapı sınıf ve grubu esas alınarak para cezası hesaplanması gerektiği halde,durum ve niteliğine uygun olmayan sınıf ve gruba göre hesaplanan para cezasında hukuka uyarlık bulunmadığı”gerekçesiyle para cezasının tamamının iptali gerektiğine karar verilmiştir. Danıştay 14. Dairesinin 20.09.2018 tarih ve E:2015/2650, K:2018/5497 sayılı kararında; “Bu durumda; davalı idarece, işleme konu yapının mevcut haliyle veya öngörülen bir afet tehlikesi karşısında can ve mal emniyetini tehdit ettiği ve çevre ve görüntü kirliliğine sebebiyet verdiğini açık ve kesin olarak ortaya koyan herhangi bir tespitte bulunulmaması ve yapı tatil tutanağının düzenlendiği tarihte, inşai faaliyetlerin henüz tamamlanmamış olması nedeniyle,3194 sayılı Kanunun 42. maddesinin 2. fıkrasının (c) bendinin 4., 11. ve 13. alt bentleri uyarınca artırım uygulanmasında hukuka uyarlık bulunmadığından, davanın reddine ilişkin İdare Mahkemesi kararının bu alt bentlere ilişkin kısmında hukuki isabet görülmemiştir.” Ruhsatsız (kaçak) veya ruhsata aykırı olan yapı; BİNA niteliğindeyse ve belediye sınırları içinde veya özel imar rejimine tabi (sit alanı gibi) yerlerde ise, yapı sahibi hakkında Türk Ceza Kanunu’nun 184. maddesi uyarınca imar kirliliğine neden olma suçundan dolayı soruşturma başlatılır. Yapı 2960 sayılı Boğaziçi Kanunu veya 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu gibi özel Kanunlara tabi olan alanlarda (Boğaziçi, doğal sit, arkeolojik sit, tarihi sit, kentsel sit gibi alanlarda) kalıyorsa, imar kirliliği ve ilgili özel Kanuna muhalefet etme suçu yönünden TCK’nın 44. maddesi uyarınca fikri içtima hükümlerine göre yargılama yapılır. Fakat, 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 42. maddesinin 7. fıkrasında;“Yukarıdaki fıkralar uyarınca tahsil olunan idari para cezaları, aynı fiil nedeniyle 26/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 184 üncü maddesine göre mahkûm olanlara faizsiz olarak iade edilir.”hükmü nedeniyle, ruhsatsız veya ruhsata aykırı para cezası verilen kişinin aynı zamanda imar kirliliğine neden olma suçundan dolayı mahkum olması durumunda, para cezası verilen kişi tarafından yapılacak başvuru üzerine, idari para cezası ödenmişse iadesi, ödenmemişse kaldırılması gerekmektedir.(Danıştay İDDK., 28.06.2018 tarih ve E:2016/3155, K:2018/3741; İstanbul BİM 5. İDD., 31.10.2019 tarih ve E:2019/2463, K:2019/3144 sayılı kararları) Bu kapsamda yapılacak başvurularda İdari Yargılama Usulü Kanununda öngörülen idari başvuru usul hükümlerinin doğru bir şekilde işletilmesi önem arz etmektedir. Başvuru usulünde yapılacak olan bir hata, açılacak olan davanın kaybedilmesi veya ödenmiş olan para cezasının tahsilinin çok uzun sürmesine neden olacaktır. E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. GİRİŞ YIKIM VE İMAR PARA CEZASI İMAR KİRLİLİĞİNE NEDEN OLMA SUÇU Benzer yazılar:Yargı Kararlarıyla İmar Para CezalarıSit Alanı, Kıyı, Orman Gibi Özel Kanunlara Tabi Alanlardaki Yapı Kayıt Belgesi Bulunan Yapılar Hakkında Yıkım Ve Para Cezası Karar Alınabilir Mi?", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/kacak-insaat-sorunu/"}
{"prompt": "18 Mayıs 2018’de yürürlüğe giren ve İmar Kanunu Geçici 16. Maddede düzenlenen imar barışı, izin almadan/kaçak yapılmış yapıları statik durumu vb. hiçbir kriter getirmeden izinli yapı statüsüne sokmuş ve depreme dayanıklılık konusunda sorumluluğu yapı sahibinin üzerine bırakmıştı. Nitekim bu son hususu “Yapının depreme dayanıklılığı hususu malikin sorumluluğundadır.” Şeklinde açık bir ifadeyle hükme bağlamıştı. Danıştay 6. Dairesinde Yapı Kayıt Belgesi Verilmesine İlişkin Usul ve Esaslara dair tebliğin iptali istemiyle açılan davada, Daire, dava konusu tebliğin dayanağı Geçici 16. Maddenin 10. fıkrasının 3. cümlesini Anayasaya aykırı görerek Anayasa Mahkemesine başvurmuş, bunun üzerine Anayasa Mahkemesince 23 Temmuz 2024 tarihli ve 2023/74 esas sayılı kararıyla “Yapının depreme dayanıklılığı hususu malikin sorumluluğundadır.” cümlesi iptal edilmiştir. Anayasa Mahkemesinin gerekçeli kararı henüz yayınlanmadığından mahkemenin Anayasa’ya aykırılık hususundaki değerlendirmesini tam olarak bilemiyoruz. Ancak aşağıda da belirteceğimiz üzere iptal edilen düzenlemenin Anayasa’ya aykırılığı konusunda esasında çok da büyük bir şüphe bulunmamaktadır. Hatırlanacağı üzere imar barışı olarak anılan düzenleme hükümetin bir seçim yatırımı olarak gündeme gelmişti. Hatta izleyen seçim dönemlerinde de söz konusu düzenlemenin kapsamının genişletilmesine yönelik teşebbüslere şahit olduk. Yasa kamuoyunda gündeme geldikten sonra çokça tartışmaya da konu olmuştu. Nitekim biz de söz konusu düzenlemenin ve daha sonraki değişiklik teşebbüslerinin sorunlu yönlerine işaret eden birkaç yazı kaleme almıştık. (https://www.hukukihaber.net/imar-barisi-2024-yapi-kayit-belgesi-hakkindaki-teklifin-hukuki-degerlendirilmesi) Kısaca özetlemek gerekirse imar barışı kapsamına ve konunun karmaşıklığına rağmen oldukça kısa bir düzenlemeydi. Kanunla düzenlenmesi gereken pek çok husus idarenin düzenleyici işlemlerine ve hatta takdirine bırakılmıştı. Özel koruma bölgelerindeki yapılara ilişkin eksik düzenlemeler uygulamayla ve yargı kararlarıyla doldurulmuş fakat bu da hukuki belirliliğe ve eşitlik ilkesine aykırı bir sonuç yaratmıştı. Düzenlemenin kusurlu yönlerinden bir tanesi de Anayasa Mahkemesinin kararına konu olan depreme dayanıklılık hususunun yapı malikinin sorumluluğuna bırakılmış olmasıydı. Kaçak yapıya İmar Barışı kapsamında Yapı Kayıt Belgesi vererek yapıya hukukilik vasfını kazandıran devlet yapının depreme dayanıklılığı hususunda herhangi bir denetleme yapmayarak olası bir zararda da sorumluluğu tümüyle Yapı Kayıt Belgesi sahibine bırakmıştı. Ne yazık ki bu düzenlemeyle yapıların depreme dayanıklılığı sorunu sadece ortaya çıkacak zararın kime ait olacağı meselesinden ibaret görülmüştü. Bu yaklaşım Anayasa da yapıların denetimiyle ilgili olarak devlete yüklenen ödevle ve yüksek mahkemelerin bu konuda verdikleri kararlarla açıkça çelişiyordu. 2023 yılındaki deprem faciasından sonra yapı denetimi konusunda devlet kurumlarının sorumluluğu çok daha fazla tartışılır oldu. Nihayet Anayasa Mahkemesinin ilgili kararıyla yapıların depreme dayanıklılığı hususunun oluşacak zararın sorumluluğunu yani tazminat ödeme yükümlülüğünü kimin üstleneceğinden ibaret olmadığı tekrar tescillenmiş olmaktadır. Anayasanın 56. Maddesini hatırlamak gerekirse:“Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir. Devlet, herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamak; insan ve madde gücünde tasarruf ve verimi artırarak, iş birliğini gerçekleştirmek amacıyla sağlık kuruluşlarını tek elden planlayıp hizmet vermesini düzenler…” Keza, çeşitli yargı kararlarında istikrar kazanmış kabule göre;“Afetlerin önlenmesi ve zararların azaltılması amacıyla alınması gereken tedbirleri araştırmak, bu konudaki temel hedef ve politikaları belirlemek, ülke içindeki bilimsel, teknik ve idari çalışmaları koordine etmek, ortak sonuçları tüzük, yönetmelik, talimat ve eğitim yoluyla uygulamaya aktarmak ve denetlemek, afet zararlarının azaltılması amacıyla ulusal ve uluslararası işbirliği, proje ve programları oluşturmak, elde edilen sonuçları uygulamaya aktarmak, afete uğramış ve uğrayabilecek bölgeler ile yapı veya ikamet için yasaklanmış afet bölgelerini tespit ve ilan etmek, afet bölgelerinde yapılacak yapılarla ilgili kuralları, yapı tekniklerini ve projelendirme esaslarını tespit etmek, depremleri ve etkilerini incelemek, elde edilen sonuçlara göre deprem katalogları ve ülkenin deprem haritalarını hazırlamak ve geliştirmek ve depremlerden dolayı hasar görmüş yapıların takviye ve onarım yöntemleriyle ilgili çalışmalar yapmak Devletin görev, yetki ve sorumlulukları arasında bulunmaktadır. Deprem olgusunun, doğal bir olay olarak ortaya çıkmasının yanında, idarece gerçekleştirilecek uygulamalarla doğabilecek zararların önlenmesi, hatta ortadan kaldırılması mümkündür. Başka bir anlatımla, depremin nerede, ne zaman ve hangi büyüklükte olacağı öngörülememekle birlikte, depremin yaratacağı olumsuz sonuçların öngörülebilir olduğu ve oluşacak zararların en aza indirilmesi için önceden önlem alınabileceği açıktır.”(DANIŞTAY 10. DAİRE E. 2005/9126 K. 2007/3069 T. 28.5.2007 ayrıca bkz. BURSA 1. İDARE MAHKEMESİ E. 2010/1306, K. 2012/1352) Anayasa Mahkemesinin iptal etmiş olduğu hüküm, anayasayla yasal kurallarla ve yargı kararlarıyla devlete verilmiş olan temel denetleme ödevinin ihlalinden kaynaklanan sorumluluğu yapı sahipleri üzerinde bırakmanın bir aracı olarak iş görmüştü. Ancak Anayasa Mahkemesinin kararıyla gerekçeli kararın yayınlanmasından itibaren artık devletin yapının depreme dayanıksız inşa edilmesi sebebiyle ortaya çıkacak sorumluluktan kurtulması mümkün olmayacaktır. Dolayısıyla yapı kayıt belgesi verilmiş ama depreme dayanıksız şekilde inşa edilmiş yapıların vereceği zararlardan dolayı idaredeki yetkili kişilerin ve genel olarak idarenin cezai ve mali sorumluluğu ortaya çıkacaktır. İlk başta oldukça kötü bir şekilde yapılan imar barışı düzenlemesi bu iptal kararlarıyla birlikte yeni hukuki sorunlar da ortaya çıkarmış olmaktadır. Zira deprem mevzuatı bakımından sorunlu olmakla birlikte imar barışı çerçevesinde verilmiş olan yapı kayıt belgeleri için idare gelecekte doğabilecek sorumluluktan kurtulmak isterse bunu hangi yasal çerçevede yapacağı konusunda bir tereddüt doğma ihtimali bulunmaktadır. Çünkü mevcut durumda yapı kayıt belgesi almış dolayısıyla hukukileştirilmiş yapılar bulunmaktadır. İdarenin daha önce yapması gereken denetimleri şimdi nasıl yapacağı ve bu denetim sonucunda bir aykırılık tespit edildiğinde bunun nasıl giderileceği belirsiz durumdadır. Bu çerçevede akla gelebilecek uygulamalardan birisi yapı kayıt belgelerinin deprem mevzuatına aykırılık nedeniyle iptal edilmesi olabilir. Ancak bunun için de açık bir yasal hüküm olmadığı gibi bugüne kadar yapı kayıt belgesi verilmiş olan her bina için bir depreme dayanıklılık incelemesinin yapılması gerekecektir. Pratikte bu usulün işlemesi de çok kolay görünmemektedir. Eğer böyle bir yola gidilirse ortaya çıkacak başka bir sorun devletin daha sonradan hukuka aykırılığı ortaya çıkmış bile olsa yasal düzenlemeyle yapı sahiplerine vermiş olduğu bir hakkı geri alması gibi bir durum ortaya çıkacaktır. Dolayısıyla eğer yapı kayıt belgeleri depreme dayanıklılık yönünden incelenecekse ilave bir düzenleme ile güçlendirmeye teşvik anlamına gelecek destekler sağlanmalıdır. Bütün bu olasılıklar hiç kuşkusuz çok sayıda hukuki ihtilafın doğmasına neden olacaktır. Söz konusu imar barışı uygulamasına baktığımızda düzenlemenin getirmiş olduğu idari ve yargısal iş yükünün muazzam boyutta olduğunu söylemek gerekmektedir. Bu son iptal kararı ile birlikte ortaya çıkacak ihtilaflar da yeni bir iş yükü çıkaracaktır. En azından bundan sonraki süreçte daha az idari ve yargısal iş yüküyle karşılaşmak için belirsizlikleri ve sorunları adil bir şekilde giderecek özenli ve ayrıntılı düzenlemelerin ivedilikle hayata geçirilmesi gerekmektedir. E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. Hükmünün İptal Edilmesinin Sonuçları: Benzer yazılar:Yapı Kayıt Belgesinin Hukuki Niteliği Ve Sağladığı HaklarSit Alanı, Kıyı, Orman Gibi Özel Kanunlara Tabi Alanlardaki Yapı Kayıt Belgesi Bulunan Yapılar Hakkında Yıkım Ve Para Cezası Karar Alınabilir Mi?İmar Barışı 2024 – Yapı Kayıt Belgesi Hakkındaki Teklifin Hukuki DeğerlendirilmesiMeclisteki İmar Barışı Teklifinin Şartları", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/yapi-kayit-belgesine-iliskin-anayasa-mahkemesinin-iptal-kararinin-olasi-sonuclari-uzerine-bir-degerlendirme/"}
{"prompt": "İçindekiler Ülkemizde, turizmdeki alternatif konaklama arayışları sonucunda ikincil konutların kısa süreli kiralamalar yapılmak suretiyle yoğun bir şekilde turistik konuta çevrilmesi nedeniyle, bu kapsamda hazırlanan 02.11.2023 tarih ve 32357 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak 7464 sayılı Konutların Turizm Amaçlı Kiralanmasına ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun yürürlüğe girmiştir. Kanunun teklif gerekçesi; Kültür ve Turizm Bakanlığının kontrol ve denetimi dışında turizm kullanımları oluşmasının önlenmesi, turizm sektörünün tek elden ve kapsayıcı stratejiyle geliştirilmesi yönündeki öncelikli hedefi ile uyumlu olarak; – Turizm amaçlı kiralanan konutların belgelendirilmesi ve kiralama ile elde edilen gelirlerin kayıt altına alınması ve bu suretle kayıt dışı kazancın engellenmesi, – Turizm amaçlı kiralanan konutlarda konaklayacak kişilerin 26/6/1973 tarihli ve 1774 sayılı Kimlik Bildirme Kanunu uyarınca düzenli olarak kolluk kuvvetlerine bildirilerek, suç işlenmesinin önüne geçilmesi, belge sahiplerine gerekli durumlarda idari para cezaları uygulanması gibi kamu yararı yönünde yapılacak düzenlemelerle kamu düzeninin sağlanması, – Eşit rekabet ortamı sağlanarak, turizm sektöründe hizmet veren tüm paydaşlara güvenilir yatırım ortamı oluşturulması olarak belirtilmiştir. Ancak düzenlemelerle hedeflenen, sanki bu işin yasal olarak nasıl yapılacağının belirlenmesinden ziyade, kaçak yapılması halinde çok ağır idari yaptırımların uygulanacağını göstererek gözdağı vermek gibi görünmektedir. Yönetmeliğin 1. maddesinde; Yönetmeliğin amacı,konutlarıntek seferde yüz gün veya yüz günden daha kısa süreyle turizm amaçlı kiralanmasına ilişkin usul ve esasların düzenlenmesi olarak belirtilmiştir. Daha uzun süreli kiralamalar hakkında Borçlar Kanunu hükümleri uygulanacaktır. Yönetmeliğin 4. maddesinde tanımlara yer verilmiş, (f) bendinde; kiraya veren, konutun mülkiyetine sahip olan veya konutu intifa hakkı ya da üst hakkı tesis edilmek suretiyle tasarrufunda bulunduran gerçek veya tüzel kişi, (g) bendinde; konut, tapu sicilinde konut amaçlı kayıtlı olan veya üzerinde konut amaçlı kat irtifakı ya da kat mülkiyeti bulunan her türlü bağımsız bölüm olarak tanımlanmıştır. Buradaki konut tanımlamasına göre tapuda konut, mesken ve ev olarak kayıtlı bulunan taşınmazlar bu Kanun kapsamına girmekte olup,tapuda konut olarak kayıtlı olmayan işyeri, dükkân, depo, ofis, büro gibi yerler ile karavan, bungalov ve tiny house (mobil ev) vb. yapılar bu kapsama girmemektedir. Kanun ve yönetmelikte “konut” kriteri getirilmiştir. Odalar için izin belgesi düzenlenemez ve odasını turizm amaçlı kiraya verenler için izinsiz kiralama yapanlar hakkında belirlenen cezalar uygulanacaktır. 7464 sayılı Kanun’un 3. maddesine göre: İzinsiz kiralama yapılması halinde ev sahibine, aracılık edene ve internet sitesine verilen ilan kaldırmazsa siteye de ayrı ayrı ceza verilecektir. Kanun’un 4. maddesine göre: a) İzin belgesi bulunmaksızın turizm amaçlı kiralanan konutları kiraya verenlere, kiralama yapılan her bir konut için yüz bin Türk lirası idari para cezası uygulanır ve izin belgesi alarak faaliyette bulunabilmesi için on beş gün süre verilir. b) Verilen on beş günlük süre sonunda izin belgesi alınmaksızın turizm amaçlı kiralama faaliyetine devam edenlere beş yüz bin Türk lirası idari para cezası uygulanır ve izin belgesi alarak faaliyette bulunabilmesi için bir kez daha on beş gün süre verilir… f) (a) ve (b) bentleri hükümlerinin uygulanmasına rağmen, izin belgesi bulunmaksızın turizm amaçlı kiralama faaliyetlerine devam edenler hakkında, bir milyon Türk lirası idari para cezası uygulanır…”hükmü getirilmiş olup (a) bendine aykırılığın tespiti halinde yüz bin Türk lirası idari para cezası uygulanması öngörülmüşken, (b) bendinde verilen on beş günlük süre sonunda izin belgesi alınmaksızın turizm amaçlı kiralama faaliyetine devam edenlere beş yüz bin Türk lirası, (a) ve (b) bentleri hükümlerinin uygulanmasına rağmen, izin belgesi bulunmaksızın turizm amaçlı kiralama faaliyetlerine devam edenler hakkında ise bir milyon Türk lirası idari para cezası uygulanması gibi yüksek tutarlı bir idari para cezası verilmesi yine aynı şekilde“… f) Bakanlıkça düzenlenen plaketin turizm amaçlı kiralama yapılan konutların girişine asılmaması halinde yüz bin Türk lirası idari para cezası uygulanır ve asılması için on beş gün süre tanınır. g) (f) bendinin uygulanmasına rağmen plaketin on beş gün içerisinde turizm amaçlı kiralama yapılan konutun girişine asılmaması durumunda, beş yüz bin Türk lirası idari para cezası uygulanır. ğ) Yapılan denetimde, konutun izin belgesi verilmesine esas nitelikleri taşımadığının tespit edilmesi durumunda yüz bin Türk lirası idari para cezası uygulanır ve aykırılıkların giderilmesi için on beş gün süre verilir…” Kanunun Geçici 1. maddesinde;bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihte turizm amaçlı kiralama faaliyetinde bulunanlar tarafından, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bir ay içinde izin belgesi almak üzere Bakanlığa başvurulmasının zorunlu olduğu, bu yükümlülüğe uymayanlar hakkında, 4 üncü madde hükümlerinin uygulanacağı, izin belgesi düzenlenmesi işlemlerinin, başvuru tarihinden itibaren üç ay içinde sonuçlandırılacağı, başvurusu kabul edilmeyenlerin faaliyette bulunamayacakları, ancak bu konutların kullanıcılarının haklarının sözleşme süresi sonuna kadar devam edeceği hükme bağlanarak bir uyum ve geçiş süreci öngörülmüş, kullanıcılar açısından kazanılmış haklar saklı tutulmuştur. Diğer taraftan, 33. maddesinin 1. fıkrasının (a) bendi uyarınca konuya ilişkin Kanun hükümlerinin 01.01.2024 tarihinde uygulanacağı hükme bağlanarak uygulamaya yönelik bir süreç öngörülmüştür. Yönetmeliğin 6. maddesinde; izin belgesi başvurusunun nereye, nasıl yapılacağı, nelerin eklenmesi gerektiği belirtilmiştir. Bu maddenin son fıkrasında dikkat çekici bir düzenleme yapılmış,“3/5/1985 tarihli ve 3194 sayılı İmar Kanununun geçici 16 ncı maddesi uyarınca yapı kayıt belgesi düzenlenmiş konutlarda, aynı maddenin onuncu fıkrası ile 6/6/2018 tarihli ve 30443 sayılı Resmî Gazetede yayımlanan Yapı Kayıt Belgesi Verilmesine İlişkin Usul ve Esasların 9 uncu maddesinin birinci fıkrası hükümleri saklıdır.”kuralına yer verilmiştir. Diğer taraftan, 3194 sayılı İmar Kanunu’na eklenen geçici 16. madde kapsamında tapuda kaydı olmayan veya işyeri ya da başka vasıfla kayıtlı olduğu halde konut kullanımlı olarak yapı kayıt belgesi alan yapıların turizm amaçlı konut kiralama sözleşmesine konu olup olmayacakları kanunda belirtilmemiş, ancak, Yönetmelikte getirilen bu kuralla konut kullanımlı olarak yapı kayıt belgesi alan yapıların turizm amaçlı konut kiralama sözleşmesine konu olmasına olanak tanınmıştır. İzin belgesi işlemleri başlıklı Yönetmeliğin 6. maddesinde“(1) Başvuru belgeleri il müdürlüğü tarafından Kanunun 3 üncü maddesi dikkate alınarak incelenir; belgeleri uygun görülen konutlar için izin belgesi düzenlenir. Eksik veya uygun olmayan evrakla yapılan başvurular gerekçesi bildirilerek reddedilir. Başvurulara ilişkin işlemlerin otuz gün içinde sonuçlandırılması zorunludur. (2) Başvurunun izin belgesi düzenlenerek sonuçlandırılması durumunda izin belgesi düzenlendiği tarihten itibaren konutlarda otuz gün içerisinde denetim yapılır. (3) Yapılan denetimde asgari nitelikleri taşımadığı tespit edilen konutların izin belgesi sahipleri hakkında Kanunun 4 üncü maddesinin ikinci fıkrasının (ğ) bendi uyarınca idari para cezası uygulanarak tespit edilen eksikliklerin giderilmesi için on beş gün süre verilir. Bu süre sonunda yapılacak ikinci denetimde de eksikliklerin giderilmediğinin tespit edilmesi durumunda, Kanunun 5 inci maddesinin birinci fıkrasının (d) bendi uyarınca izin belgesi iptal edilir…”kuralına yer verilmiş olup başvurunun 30 gün içerisinde sonuçlandırılması, izin belgesi düzenlenmesi durumunda ise 30 gün içerisinde denetimin yapılması zorunlu tutulmuştur. Başvurunun 30 günlük kesin süre içerisinde sonuçlandırılmaması durumunda idareye karşı görevli ve yetkili İdare Mahkemesinde dava açılabilir, burada idarenin genel sorumluluğu dışında özel bir yaptırım getirilmemiştir. 30 günlük süre içerisinde denetim yapılmaması durumunda ise bu durumdan idare sorumlu olup izin belgesi sahibine herhangi bir sorumluluk yüklenmesi söz konusu olamaz. Yönetmeliğin tanımlar başlıklı 4. Maddesinde Yüksek nitelikli konut (rezidans) tanımı yapılmıştır:3/7/2017 tarihli ve 30113 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan Planlı Alanlar İmar Yönetmeliğinde tanımlanan ve aynı Yönetmeliğin 19 uncu maddesinde belirtilen yerlerde yapılabilen, en az konut şartlarını sağlayan; resepsiyon, güvenlik ve günlük temizlik servisi mekânlarının bulunduğu, sağlık hizmetleri, kuru temizleme, çamaşırhane, taşıma, yemek ve alışveriş servisi hizmetleri ile spor salonu ve yüzme havuzu gibi hizmetlerin verilebildiği birden fazla bağımsız bölümü ihtiva eden konut binalarını, ifade eder. GEÇİCİ MADDE 1-(1)1/1/2024 tarihinden önce; 634 sayılı Kanunun 28 inci maddesi uyarınca kat mülkiyeti kütüğünün (Beyanlar) hanesinde gösterilen yönetim planına göre halihazırda turizm amaçlı kısa süreli kiralamaya konu edilen, resepsiyon, güvenlik ve günlük temizlik servisi mekânları ile kuru temizleme, çamaşırhane, yemek ve alışveriş servisi hizmetleri, aletli spor salonu ve yüzme havuzu hizmetlerinin tamamının verildiği konutlara, Planlı Alanlar İmar Yönetmeliğinin 19 uncu maddesinde belirtilen yerlerde yapılma şartı aranmaksızın, bu Yönetmeliğin yüksek nitelikli konutlara ilişkin hükümleri uygulanır. Turizm işletmeleri açısından fırsat eşitliğinin giderilmesi, kayıt dışılığın engellenmesi ve suç işlenmesinin önlenmesi amacıyla yukarıda anılan 7464 sayılı Kanun ve buna bağlı hazırlanan Yönetmelikle düzenlemeler yapılmış ise de söz konusu düzenlemeler çok katıdır. Amaç, sanki bu işin yasal olarak yapılmasının teşvik edilmesi değil, izinsiz yapılması halinde çok ağır idari yaptırımların uygulanacağını göstermek ve bu şekilde caydırıcı bir rol oynamaktır. İbrazı zorunlu olan binanın tüm kat malikleri tarafından oybirliğiyle alınmış kararın günümüz koşullarında alınması çok zor görünmektedir. Bina sakinleri arasında bazı uyumsuzluk ve olumsuzlukların yaşanması, bina sahibinin başka bir yerde yaşaması, yurt dışında olması gibi nedenlerden dolayı bu kararı alabilmek oldukça zordur, Bu nedenle Anayasa’nın 35. maddesinde öngörülen mülkiyet hakkının kullanımı oldukça zorlaştırılmıştır. Mülkiyet hakkına yönelik müdahalenin Anayasa’ya uygun olabilmesi için müdahalenin kanuna dayanması, kamu yararı amacı taşıması, ayrıca ölçülülük ilkesi gözetilerek yapılması gerekmektedir. Ölçülülük ilkesi, üç temel alt ilkeye dayanır: “elverişlilik”, “gereklilik” ve “orantılılık”. “Elverişlilik” ilkesine göre, öngörülen müdahalenin ulaşılmak istenen amacı gerçekleştirmeye elverişli olması gerekir. “Gereklilik” ilkesi, ulaşılmak istenen amacın müdahale olmadan zorunlu olarak gerçekleştirilemeyeceği durumda müdahalenin zorunlu olduğunu belirtir. “Orantılılık” ilkesi ise, bireyin hakkına yapılan müdahale ile ulaşılmak istenen amaç arasında makul bir denge sağlanması gerektiğini ifade eder (AYM, E.2011/111, K.2012/56, 11/4/2012). Bu haliyle, söz konusu yasal düzenleme ölçülülük ilkesine ve bu konudaki yukarıda belirtilen Anayasa Mahkemesi kararlarına açıkça aykırı olup mülkiyet hakkını ihlal etmektedir. Bu düzenlemelerle makul, kademeli bir artışla artırılmış bir ceza öngörülmesi gerekirken elverişli, gerekli ve orantılı olmayan bir idari para cezası öngörülmüştür. Belirtilen nedenlerle söz konusu yasal düzenlemeler ölçülülük ilkesine ve bu konudaki yukarıda belirtilen Anayasa Mahkemesi kararlarına açıkça aykırı olup mülkiyet hakkını ihlal etmekte, kullanılamaz hale getirmektedir. Öte yandan,başvurunun “oybirliği kararı” olmadığı gerekçesiyle reddedilmesi durumundabu işleme karşı dava açıldığında böyle zorunluluk aranmasının elverişli, gerekli ve orantılı olmadığı, mülkiyet hakkının ölçüsüz bir şekilde ihlal edildiği iddiası ile dayanak hükmün Anayasaya aykırı olduğu iddiası ileri sürülebilir. Ayrıca, yukarıda anılan hükümler uyarıncapara cezası verilmesi halinde, para cezasının iptal edilmesi amacıyla açılan davada para cezasının dayanağı kanun hükmünün Anayasaya aykırı olduğu iddiası da ileri sürülebilir. Bu hallerde sonuç alma olanağı bulunabilir. E-posta adresiniz yayınlanmayacak.Gerekli alanlar*ile işaretlenmişlerdir Daha sonraki yorumlarımda kullanılması için adım, e-posta adresim ve site adresim bu tarayıcıya kaydedilsin. Δ İmar Hukuku olmak üzere Gayrimenkul Hukuku ve İdare Hukuku alanlarında faaliyet göstermektedir. Daha fazla gösterilecek yazı bulunamadı! Tekrar deneyiniz. © Copyright 2023, Tüm Hakları Saklıdır WhatsApp'tan ulaşmak için tıklayınız. Hangi Kiralamalar Kanun Kapsamındadır? Hangi Taşınmazlar İzin Alabilir? İzin Belgesi İçin Başvurulan Konutlarda Hangi Nitelikler Aranır? Odalar İçin İzin Belgesi Alınabilir Mi? Apartman ve Sitelerde İzin Belgesi Verilmesi Şartları Nedir? İzin Belgesi Bulunmadanturizm amaçlı kiralanan konutları kiraya verenlere Ne Ceza Verilir? İzin Şartı Getirilmeden Önce de Konutlarını Turizm Amaçlı Kiralayanların Durumu Nedir? İzin Başvuruları Nereye ve Nasıl Yapılır? Yüksek Nitelikli Konutlara Getirilmiş İstisnalar Nelerdir? SONUÇ Benzer yazılar:Ruhsatsız Pergola Ve Sundurma Yapılabilecek DurumlarPlaj İşletmelerinin Turizm İşletme Belgesi Almalarına İlişkin Düzenlemelerden Kaynaklanan ProblemlerHukuki El Atmada Görevli Yargı Yeri SorunuTiny House (Mobil Ev) Yönetmelik Değişikliği İle Getirilen Yenilikler", "completion": "https://bilginhukuk.av.tr/konutlarin-turizm-amacli-kiralanmasi-hakkindaki-yasal-duzenlemeler/"}